Zeynep Yalçınoğlu/Akkuş İZ belgesel filmi kamera arkası |
Son sığınağımız;
Anılarımız!
(Zeynep
Yalçınoğlu/Akkuş anısına…)
H.GÜRER
24 Ekim 2017
Anılar... Anılar ve yine Anılar...
Onlar, yaralardan daha uzun yaşarlar! Bizim yoldaşlarımızla olan anılarımız
belleğin en temiz, yüreğin en tırmanması, en ulaşılması güç zirvesine çıkarsız,
namuslu, dürüst ve sevgiyle kazınır hiç çıkmayacasına. İZ belgeselinin çekimi
için gittiğimizde, beni ve ekibimi işte böyle karşıladı Zeynep arkadaş. Evinde
konuk ettiği sürece de bu duyguları en küçük hücrelerimize ve yüreğimize
işledi.
Dünyanın en kötü şöhretli 10
zindanından biri olan Diyarbakır 5 No’lu zindanında kalan ve direnen
kadınlardan biriydi. Belgeselin teması da 5 No’lu zindanında yaşananlardı.
Çekim stüdyosunu Zeynep ve Kâzım arkadaşların evinde kurduk. Almanya’dan
gelenlerde olduğu için kalabalık ve uzun çekimler aralıksız iki-üç gün sabahtan
gece yarılarına kadar sürdü. Bu süre içinde bizimle yaşam alanlarını
paylaşanlardan bir diğeri de Kamber Akbalık’tı. Bu üç insan Strasburg
çekimlerinin gerçekleşmesinde muazzam katkılar sundular. Zeynep arkadaş onca
insana yemekler hazırlıyor, alış-veriş yapıyor, kalacak yer ayarlıyor, ara
molalarda elinde demlikle veya meyve tabağıyla peşimizden dolaşıyor, çekimde
ışık patlamalarını engellemek için konuşmacılara makyaj bile yapıyor, içten ve
samimi gülümsemesi ise hiç eksik olmuyordu.
O zaman kanser hastalığını önemli
oranda yenmişti. Nasıl ki bir radyasyon sağanağı geçtiği her yerde canlı
ne varsa yok ederde geçer ve o sağanağa bir tek açelya çiçeği direnir, işte
öyle açelya kadar narin ve direngen duruyordu. Fakat rengi soluktu. Ölümle giriştiği
o büyük muharebeyi yenerek yaşamla çıkmış ama yorulmuştu. Bizleri rahat ettirip
her fırsatta bir anne düşkünlüğüyle bizlere bir şeyler yedirip içirme çabaları
ve koşuşturmasından dolayı;
- “Yoldaşım
kendini yorma bu kadar. Bak hastaymışsın da dinlen lütfen. Biz ancak o zaman
rahat ederiz. Böyle yaparsan rahat edemeyiz” dedim.
- “Siz
rahat etmezseniz ben hiç rahat olamam. Ayrıca ben hastalığı yendim. Hem de
kaçıncı yenişim bu. Fakat bir türlü yakamı bırakmıyor. Ancak unuttuğu bir şey
var ben inatçı ve kararlıyım.”
Son sözcüklerine kadar yüzünde sevecen
bir ifade vardı. “Unuttuğu bir şey var ben
de inatçı ve kararlıyım” derken yüzündeki mimikler ciddileşti, göz
bebekleri biraz büyüdü ve bakışları ağzından çıkan sözcükle uyumlu bir kesinlik
kazandı. O bakış ve bakışta ki kesinlik, sözcüğü havaya üfüren sesinde ki o
kararlı ton, mimiklerindeki netlik; hapiste en zor şartlarda direnen bu
kadının, kanser karşısında da öyle kolay kolay beyaz bayrak
dalgalandırmayacağını açık bir şekilde ortaya koyuyordu.
Sonrasında birkaç kez telefonla
görüştük. H.Hayri ve Kamber yoldaşlardan öğrendim hastalığın tekrardan boy
gösterdiğini. En son telefonla görüştüğümde sesindeki o kararlılık yerini sakin
bir yorgunluğa bırakmıştı. Konuşurken kendimizi duygusal sözcükler kurmaktan
sakındık. Ben hadsizlik yaparak “diren-bırakma kendini” demek istedim. Sonra
“ben olsaydım bu kadar güçlü, bu kadar uzun bir direniş sergileyebilir miydim”
diye sordum kendime. Yanıtını veremeyeceğim şeylerin çok daha büyüğünü, hayal
dahi edilemeyecek kadarını başarmış insan(lar)a bu tür söylemlerde bulunmak
hadsizlik olacaktı. Günümüzde sıkça yapılan bu hadsizliğe ve saygısızlığa
düşmemek küçük bir empati yapmakla mümkündü. Nasıl ki 5 No’lu zindanında
direniş bir gün-bir ay-bir yıl ile sınırlı değildiyse, kanserle mücadelesi de
onun için böyle uzun, acılı ve yorucu oldu. 17 yıl boyunca teslim olmayan bir
direnişle karşı koydu. Bu yüzden sanki anlaşmış gibi hiç hastalıktan
bahsetmeden onların kuşaktan konuştuk yalnızca. Gençliklerinden. Kısa-kısa
anlattı gençliklerinden kesitleri. Anlatırken bir yolculuğa çıkmak ister
gibiydi. Uzun, sessiz ve yalnız bir yolculuğa. Çıkmak istediği yolculuk kendi
ruhunaydı. Çocukluğuna, gençliğine, özlem duyduğu topraklara, çıktığı dağlara,
yoldaşlarını karşıladığı illegal randevularınaydı. Annesine, babasına,
kardeşlerineydi… Hiçbir kirlenmişliğin leke süremediği geçmişin saf, dürüst ve
samimiyetine doğru uzun bir yolculuk yapmak ister gibiydi.
Sonra belgeselden konuştuk.
Avrupa vizyonları başlayacak o zaman izleme şansları olacağını söyledim. Mutlu
oldu. Strasburg gösterimine kendisi de katılacaktı. Ne yazık ki olmadı, izleyemedi.
Zeynep yoldaş görünüşte genç ve
güçlüydü. Ancak zorlu bir yaşamın yorgunluğunu taşıyordu. Her defasında yendiği
kanser sinsice saklandığı yerden çıkıyor onu içten içe tüketip, direncini zayıflatıyordu.
Onca yıl direnip her defasında yendiği, kendi bünyesinde ki ölümü küçültüp
zaferle yaşama tutunan bu dev çınarı bu güzel insanı bu hastalık en sonunda 18
Ekim çarşamba, 2017 tarihinde devirdi…
Onu yitirmeden bir gün önce Strasburg’dan
Kamber Akbalık aradı. “Zeynep’in durumu ağır, hastanede ve konuşamıyor” dedi. Bir
gün geçmişti ki tekrar arayarak “Zeynep artık yok” dedi. Ardından Hasan Hayri
Aslan’ın “Merhaba Hakan, sana beklenen bir olayı haber vereyim. Zeynep Akkuş
yoldaşı maalesef kaybettik.” mesajıyla sözlü ve yazılı gelen bu acı haberle
toprak sarsıldı. Rüzgar, dalında ayrılan yaprağın bahanesi oldu. Sonbaharın
sararan yaprakları gibi toprağa düşen bahar gülüşlü bir insanı daha yitirmenin
hüznü kapladı bizi. Mevsim sonbahardı ve biz bütün yapraklarımızı döküyorduk
yer yüzüne. Mevsim sonbahar, havadan ve topraktan bir hüzün taşıyor yüreğimize.
Sonbahar hüznün ve acının saklandığı mevsim oluyor. Mevsim sonbahar ve Zeynep’i
yitiriyoruz. Acısına kanat kırıyor göçmen kuşlar, başka diyarlara doğru akıp
gidiyorlar.
Her şey, Hasan Hayri yoldaşın
ifadesiyle o “beklenen” gerçekliğin beklenmesine karşın neden bu kadar ağır
yaşanıyordu?! O acı ve ağır yoğunluğun altında ezilen duygular arasında bir
soru belirmişti cevap veremediğim “İnsan bir yıla kaç tanıdığı insanın yitimini
sığdırabilir?” Sonra acıyla saymaya başladım. Yetiş, Yılmaz, Serdar, Güzel ana,
Zeynep… İsimler böylece uzayıp gittikçe hayat o an anılarla gerçek arasında
daraldı. O eşsiz insanlarla o güzel yaşanmışlıklar acı ve hüzne dönüştü.
Anılar dizginini koparmış deli
taylar gibi üstüme-üstüme geliyordu. Çocukluğumun geçtiği mahallede elektrik
işlerinde yetenekli bir arkadaş pillere takılmış bir düzenek oluşturmuştu. Bu düzenekte tutunca düşük voltajlı elektrik akımına kapılırdık. Biz mahallenin çocukları bu düzenekte
“kim uzun süre tutacak ve direnecek” diye birbirimizle yarışırdık. Bilmezdik, ‘büyüdüğümüzde’ bedenlerimizin
gerçek elektrik akımlarına maruz tutulacağını. Hayatta böyle bir şey.
İnsanın yalnızca kemiklerine değil, duygularına verir elektriği. Bu yüzden
yitirdiğimiz yalnızca tanıdığımız
insanlardan ibaret şeyler değil; yaşanmışlıklarımız, anılarımız ve
duygularımızdır…
Mevsim sonbahar ve varsın sızlatsın
acılarınız yüreğimizi. Biliyorum bir gün hüzün yitirecek dilini, bahar yağacak
yine bu yüreklere. Hayat, yitenlerin güzel anılarının sağanağında nice baharlar
yağdıracak. Daha nice yaralara tuz basılıp sarılacak, acıları dinecek yüreğimizin, matemi bitecek
yıldızların… Kalanlar sizlere dair özlemlerin derinliğini duyumsayacak,
anılarınızın şeridinde tüketecek yaşamı…