H.GÜRER
12 Aralık 2016
Altın sarısı yaprakların,
dallarından düştüğü şu günler gelip çattı yine. Zamanı yontan mevsimleri
ardımıza alıp, rüzgarın kanatlarına takılan anıları biriktirmekte geride kalanlarımız.
Ve batan her şafak, katilimiz oluyor.
Geçen yıl bugün, yine burada, aynı
yerde oturmuş, aynı ağaçların, karşımda çırılçıplak soyunuşunu izlemiştim. Sonra
kalkıp seninle yürüdüğümüz aynı tenha yoldan yürüyerek, ruhumla baş başa sohbet
etmiştim. Apansız illegal buluşmalarımızın adresiydi bu tenha sokak. Bu sokakta
Neuchâtelli yoldaşın “Mazlum artık yok”
dediği haberle öğrenmiştim seni yitirdiğimizi. Altın sarısı yaprakların,
dallarını terk edişindeki doğanın o doğal devinimine uymuştun. Oysa “uyumsuzun”
tekiydin. Saman alevi gibi birden alevlenir birden sönerdin. Erken kızardın.
Homurdanarak çekip gider, gülümseyerek, gözlüklerinin çerçeveleri yetmezmiş
gibi alttan-alta bakarak geri gelirdin.
Şu günler ne çok azaldık bir
bilsen, bir bilsen ne kadar yalnız kaldık şu koca yerkürede. Küba devriminin asırlık
çınarı Fidel de öldü. O ölmeden gidip ülkesini, caddelerini, devrim
meydanlarını görmeyi, tanımayı, bir tarihe tanıklık eden sokaklarının
derinliklerine dalıp, zaman tünelinden geçmeyi çokça düşünsek de,
oblomovluğumuza yenik düştük. Ve işte şu hayatımız; yaptıklarımız ve yapmak
istediklerimiz arasında fark etmeden geçip gidiyor.
Uzun ve tehlikeli yolların,
yolculukların hesapsız adamıydın. Seni tanıyıp seninle yolculuk yapmamış, anısı
olmamış insan var mıdır bilmem! Ama bilmelisin ki mahpus arkadaşın Necmettin’den
başka kimse yazmadı henüz seninle olan anılarını. Nedenini bilmem. Ama ben ilk
defa yazıyorum senin için. Tembellikten değil, acının ve yitiminin düz yazısı
olmaya hazır değildi henüz kelimelerim ve yazılacak her bir kelimenin osmiyum yoğunluğunda
olacağından…
Gidenlerin ardından, duyguların
pimi çekilir, kelime dağarcığı sığınağı patlar. Kelimeler duygularla birlikte
ölü balıklar gibi yüzeye vurur. Ve o yüzeyde toplanan her bir sözcük, gökyüzünün
gözleri olan yıldızlar kadar kıymetlidir. Ve sizler, her ne kadar yanımızdayken
varlığınızın kattığı gücün ve zenginliğin bilincinde olamasak da, o yıldızlar
kadar kıymetlisiniz.
Yaptığın birçok şeyi hesapsızca
yapardın. Hiçbir şeyin başı-sonu, enlemi, derinliği yoktu sende. Anlık,
sonrasını düşünmeden. Bu yüzden de az tartışmalarımız olmadı. “Abaküsü icat et ve
artık öyle yaşa” derdim. Çünkü sen Abaküsün icadından önce yaşardın. Hesapsızdın.
İnsanlara, cebindeki paraya, arabandaki benzine dek hesapsızdın.
Alıp kırmızı şarabı “yemeği
hazırla geliyorum” derdin. Beklerdim. Rüzgar hızıyla 1 saatte gelen Mazlum
gelmez olurdu. Merak edip arardım. “Nerde kaldın?” dediğimde, “İbrede sorun var Xalo benzin bitmiş” derdin, suçlu araba olurdu. İsviçre otobanlarında birbirine
onca yakın benzin istasyonlarına karşın senin benzin biter yollarda kalırdın. 1
saatlik yolu 3-5 saatte geldiğin günler az olmadı. Getirdiğin şaraplar genelde
güzel şaraplar olurdu. “Çürümüş üzüm suyu, tanrıların içeceği” derdim. "Hımmm" der yudumlardın. Yaşına karşın acemi, çocuksu, berrak duyguların vardı. Hata ve
eksiklikleri ise saymakla bitiremeyiz. Keza konuşmakla bitirememiştik.
Uslanmayan bir yönün vardı. Hatalardan ders çıkarmaz, “yine olsa yine yaparım”
dediğin inatçı yönüne ne desek boş, fakat her şeyi ile hesapsız bir insandın.
Senden sonra içtiğim her şarap,
kesik bir hüzne dönüşüyor. Şarap ve seninle, anılarımız fazla hayli, belki
ondan. Senden sonra içtiğim her şarapta kanıma yürüyen hatıralar ve yeleleri
ıslak, ayağı kırık atlar var. Sonra yitirdiğimiz ‘ihtiyar’ çocuklar!..
Federasyon çalışmalarında, kızıp
olur olmaz şeylere, toplantıları az terk etmedin. Bilirdin ardın sıra gelecek
kişinin ben olacağımı. Bir müddet dert yanardın dışarıda, sonra ikna olur benimle
dönerdin toplantıya. Kırgınlığını konuşmayarak dile getirirdin çoğu zaman. Homurdanarak
tepki verirdin alınan kararlara. Ardından aynı istikamet üzerine doğru 2
saatlik ölümcül bir yolculuk başlardı seninle. Sert, kuralsız, radarlara
yakalanmakta rekor kıran, hep en sol şeritte ilerleyen, ama hep de “haklı”
olduğun şoförlük serüvenlerine az tanıklık yapmadım.
Anılarımda koca bir sergin var
Mazlum. Zamanın farklı tonlarında/portrelerinden oluşan. Henüz bu sergini
yazacak güçte değil kelimelerim. Hayat iki karanlığın arasına sıkışmış olsa da,
bir gün mutlaka yazacağım. Ama kış ama
yaz, mevsimin ne olduğunun bir önemi yok. Çünkü anıları yazarken kelimelerin
kışı hep baskın çıkıyor. Ve ben yazarken, yazlar bana kışa dönüşüyor. Ruhum
yaza hasret…
Şimdi yaşadığımız onca şeyin
ardı sıra, zamanın boyutsuzluğu içinde uzayan gölgelerimiz kaldı, yürüdüğümüz
yollarda gölgemize düşen ay, bir de kırık mısralar. Ve ben ne zaman yürüsem şu
tenha sokakta, belleği olmayan duygular, yitirilmiş anıların içinden çıkıp
gelir. O an, zaman, duyguları dilim-dilim kesen bir katile dönüşür. Ve ben o an,
o katilin dilimleriden başka bir şey olamam…
Ve anılar, kaplumbağalar kadar yavaş
ve uzun yaşarlar… Geçen gün ruhumu yine kaptırmıştım süzülen yaprağın hüznüne.
Dönüp yüreğimi açtım, baktım yüreğimin her karışı mezarlık. Yüreğim Père-Lachaise! Ve en çokta ben ölmüşüm. Her adımda mezar taşım var. Ölümüme
neden olanlar sevdiğim insanlar… İçimde söyleyemeyip yarım kalmış cümleler gibi
biriken bu devrik sancıyı, kime anlata bilirim? Biliyorum, anılar gibi,
sözcükler de hep tenhada kalacak. Yarım bıraktıklarımızı şimdi tamamlamaya
kalksak ne çıkar? Onlara söylemek isteyip vaz geçtiğimiz duygularımızı, şimdi
gökyüzüne, atlas kâğıtlara yazsak ne fayda?
Zamanın çoklu boyutları içinde, doğrudan
algılayıp ve yaşadığımız iki yönü vardır. Biri, akıp gidişiyle, yaşanılan
hiçbir şeyi bir daha asla yerine konulamayacak şekilde tüketmesi ile acımasız
yönü. Diğeri, hayat boyu karşılaştığımız büyük acıları soğutması ve
hafifletmesidir. Yoksa, geleceğe dair umutlar besleme ve onu yaşama istemi
mümkün olabilir miydi? Bazen düşünmeden, düşlemeden yaşamalı diyorum. Belki bu
kadar yoğun olmaz acılar! Ancak düşünmek için var olmamız gerektiğini bilirken,
düşünmeden var olacağımızı da biliyorum. Bu farkındalık yitimlerin acısını yoğun
kılıyor. Çaresiz yine sığınıyoruz zamana, hafifletsin ve soğutsun diye
yokluklarınızın volkan yerini… Ve zaman, ateş dilli çelik bir kırbaç
ile ruhumuzu dövmeye devam ediyor.
Ve biz, yüreğimizin ve ruhumuzun
en derinlerinde zamanın acı kırbaçlarını yemeye devam ederek, sizlerin
eksikliğiyle yaşamaya devam ediyoruz. Günler damla-damla eriyor, yakınlaşıyoruz
bizlerde o malum sona. Geride kalanlar ise unutulmanın o derin
boyutsuzluğunda... Söz olsun sana ve yitirdiklerimize, her vakit anılarınızın
saflığını bir yudum suda toplayıp, sizden kalan kanayan yaralarımızın üzerini
örteceğiz...
Şimdi senden geriye, geçmişle dolu
anılar, birde aklımda çaresiz ve üzgün asılı kalan son bakışın kalacak...