H.GÜRER
18 Nisan 2008
“İnsan bilmediklerinin esiridir,
Öğrendikçe Özgürleşir!”[1]
Genel bir doğru olarak ele alınan ve bildik
ifadesiyle düşünme, klasik tanımıyla insanı
diğer canlılardan ayıran, (esasen ayırmaz, ‘farklılaştırır’[2],
bunun içinde ben cümlemi şu şekilde kurmayı tercih ediyorum) daha özlü
ifadesiyle ‘farklılaştıran’ aklın bir fonksiyonudur! Daha basitleştirecek
şekliyle ifade edecek olursak, Aklın bağımsız ve kendine özgü bir eylemidir.
Bundandır ki İnsanın düşünen bir varlık olduğu söylemi sıkça rastladığımız
diğer bir gerçektir.
Düşünce, diğer insan davranışları kadar belirgin, anlaşılabilir, hatta tanımlanabilir değildir. Çünkü düşünce ilk aşamada somut değil, soyuttur.[3] Onu somutlaştıran şey, düşünceyi anlaşılır kılabilen ve tanımlayan en belirgin şey üretilen şeyin sosyal patikte bir şekilde vuku bulmasıyla mümkün olmaktadır. Bizlerin, Yani ATİK kollektifinin düşünce dünyamızda ürettiğimiz temel politikaların şu veya bu şekilde gündelik yaşamımıza, sokak eylemliklerimize, derneklerimize, federasyonlarımıza, gençlik, kadınlar ve bir bütün olarak örgütlülüğümüze şu veya bu oranda yansıtabildiğimiz ve kendisini belirgin ve anlaşılır kılabilen sosyal pratiğimiz, bizim bir bütün olarak düşünce sistematiğimizde üretilen düşüncelerin yaşama yansımasıdır. Yansıtmanın amacı ise teori ile pratiği, inanç ile davranışı ve anlama ile uygulamayı karşılaştırmaktır. Yani diyebiliriz ki, davranışlar bir nevi düşünceyi bir ürün ya da sonuç olarak tanımlar. Ve doğal olarakta İnsan düşüncesini, diğer tüm canlı varlıklarda kendini gösteren zihinsel faaliyetlerin, belirgin bir farklılık gösteren türü olarak ele alabiliriz. Keza buna paralel olarakta davranış ve hareket olgusunu, düşüncenin anlamlı biçimi olarak kabul edersek, tüm canlılarda davranışı oluşturan nedenin niteliğini de düşüncenin belirlediğini ifade etmekte bir sakınca olmasa gerek?
Düşünce, diğer insan davranışları kadar belirgin, anlaşılabilir, hatta tanımlanabilir değildir. Çünkü düşünce ilk aşamada somut değil, soyuttur.[3] Onu somutlaştıran şey, düşünceyi anlaşılır kılabilen ve tanımlayan en belirgin şey üretilen şeyin sosyal patikte bir şekilde vuku bulmasıyla mümkün olmaktadır. Bizlerin, Yani ATİK kollektifinin düşünce dünyamızda ürettiğimiz temel politikaların şu veya bu şekilde gündelik yaşamımıza, sokak eylemliklerimize, derneklerimize, federasyonlarımıza, gençlik, kadınlar ve bir bütün olarak örgütlülüğümüze şu veya bu oranda yansıtabildiğimiz ve kendisini belirgin ve anlaşılır kılabilen sosyal pratiğimiz, bizim bir bütün olarak düşünce sistematiğimizde üretilen düşüncelerin yaşama yansımasıdır. Yansıtmanın amacı ise teori ile pratiği, inanç ile davranışı ve anlama ile uygulamayı karşılaştırmaktır. Yani diyebiliriz ki, davranışlar bir nevi düşünceyi bir ürün ya da sonuç olarak tanımlar. Ve doğal olarakta İnsan düşüncesini, diğer tüm canlı varlıklarda kendini gösteren zihinsel faaliyetlerin, belirgin bir farklılık gösteren türü olarak ele alabiliriz. Keza buna paralel olarakta davranış ve hareket olgusunu, düşüncenin anlamlı biçimi olarak kabul edersek, tüm canlılarda davranışı oluşturan nedenin niteliğini de düşüncenin belirlediğini ifade etmekte bir sakınca olmasa gerek?
Tarihsel devinim içerisine bakıldığında,
düşünme konusunda önce Socrates[4]
daha sonra da Platon
önemli yer alan isimlerdir. ”Bilgi erdemdir” der Sokrates ve Eleştirel
düşünme merkezinin kaynakları
incelendiğinde, Platon
ve diğer sorgulayıcı grubun hayatta var olanların göründüklerinden daha farklı
olduklarını iddia ettiklerini görmekteyiz. Eleştirel düşünme merkezi, daha
derin görebilen bireylerin özelliklerini ise şu şekilde ortaya koymaktadır:
"eski yunanistan döneminde bir kişinin derin gerçekleri görebilmesi için
sistematik olarak düşünmesi, işaretleri geniş ve derin olarak takip etmesi,
daha anlaşılır bir düşünme yapısına sahip olması ve karşı yargılar söz konusu
olduğunda bunlara hazırlıklı olabilmesi onu yüzeyin derinliğine
götürecektir". Evet, işte bizim elde etmek istediğimiz sonuçta yüzeyin
derinliğini, yani küçümsediğimiz davranış, çalışma ve pratik tarzında ki
derinliği saptayabilmektir.
ATİK kollektifi olarak temel sıkıntı ve
problemlerimizden birisi, sıkıntı ve çeşitli düzeylerde darlıklar, açmazlar
yaşadığımız çalışmalara ve bunlara yönelik çözüm arayışları için sorulan
sorulara verdiğimiz yanıtlardır. Yanıtları verdiğimiz aşamada bir sorunun bilgi
üretme ve doğruyu saptama serüveninde basamaklardan yalnızca birini
oluşturduğunu unutmakta, yada gözardı etmekte olduğumuzu da görmek zorundayız.
’Doğru’yu bulma, yeni şeyleri saptama,
sorunlara çözüm üretme ve gelişim sürecinin temel öğesi ve temel enerjisi soru
sormaktır. Hangi alanda olursa olsun, bilim, teknik, tarih, Felsefe vd. her
hangi bir alanın tarihsel gelişim sürecinde etkin rol oynayan her zaman en
önemli dinamikler, kendi tarihi içinde defalarca sorulan sorular olmuştur. Yine
bu alanlarda tek bir soruya bulunan yüzlerce belki de binlerce yanıt, o
alanların gelişimindeki en belirgin süreçlerdir. Bizde ATİK Kollektifinin birer
aktivisti olarak kendi mevcut bulunduğumuz süreci, içinde bulunduğumuz
koşulları, bir bütün olarak kollektifin durumunu ve en önemlisi de düşünüş
tarzımızı göz önünde bulundurarak soracağımız sorular ve vereceğimiz cevaplarla
yanıtlar aramaya çalışmalıyız. Ama bunu yaparkende hepimizin dünyasında şu veya
bu düzeyde egemenliklerini daha önceden ilan etmiş kalıpsal yanıtlar söz konusu
olduğu gerçeği görülmeli, bundan dolayıda yanıt arayan her kişi de ne
yaptığının farkında olmalıdır. Aksi halde ortada, varolan mevcut sorunlarımıza
çözümler üretme ve gelişimi, ilerlemeyi sağlayacak bilgi üretim sürecine ait çok
da fazla bir şey kalmayabilir. Ve bu durum, bir örgüt olarak bizleri pratik
yaşamda karşılaştığımız sorunlara karşı doğru çözümlemeler getirmekte yetersiz
kılabilir!
Her sorun, her gelişme, her süreç, her
olay/olgu ve her soru karşısında verilecek cevabın en temel görevi, yalnızca
gerçekliği değil, nesnenin bilinme sürecine düşünsel katkı sağlama becerisi de
olmalıdır. Bunun içinde her verilecek cevabın ille de ‘’bir bütün olarak
doğruyu ifade etmeli’’ ve ‘’eksiksiz olmalı’’ gibi mükemmeliyetçi bir
anlayışla kendi durumumuzu ve içinde bulunduğumuz süreci ele almamalı, aksine
gerçek cevapları hep birlikte bulabilmek için sorgulayıcı ve beynimizin
eleştirel düşünce merkezinin daha işlerli hale gelmesi ve verdiğimiz cevapların
içinde ki yanlışlıklarla ele alarak doğruya varacağımız bilinmelidir.
İşte tamda olaylara, olgulara, objelere ve
süreçlere bu yönlü bakıldığında ve bu yönlü düşünüldüğünde, bilinenin tersine,
insanın gerçeği arama sürecine en fazla katkıyı sağlayan şeyin aslında “yanlış”
yanıtlar olduğunu da unutmamalıyız! Kimi yanlış yanıtların doğru yanıtlara yol
açabileceğini gözardı etmemeliyiz. Şöyle düşünelim, Dünyanın düz olduğunu söyleyen kişinin,
bilime katkısı, dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyen kişiden daha fazla(!) olduğunu
düşünmek şaşırtacaktır kimi okuyucuları belki,(?) Fakat birinin çıkıp da yer
kürenin düz olduğunu söylemesi için, belki de o güne kadar kimsenin düşünmediği
bir şeyi düşünmesi, yani dünyanın bir şeklinin/ biçiminin olduğunu fark etmesi
gerekirdi. Dünyanın düz olduğunu söyleyen bu kişinin bu yanıtı ne kadar
‘’yanlış’’ olsa da, sorunun var olmasına, ele alınmasına, araştırılıp
incelenmesine ve doğru sonuçlara ulaşılmasına olan ‘vesile’ oluşu ve katkısı
bakımından, sonraki tüm yanıtlardan bilimsel olarak daha değerli olduğu pek ala
söylenebilir!
Keza bilindiği gibi İlk karşıt görüşlerin ortaya çıkışı ve doğruların saptanması, Oluş
ve değişme felsefesine taban tabana zıt görüşleri güney İtalya'da bir Yunan
kenti olan Elea’lı bir grup filozof ortaya attar. Böylece felsefe dünyasında
varlık konusunda sürüp gidecek tartışma da başlamış olur !
‘Soru’ ve ‘Yanıt’ denilen kavramların bizim açımızdan işlevini
bu yönlü kalın çizgilerle altını çizerek ve büyük puntonlu harflerle
kalınlaştırarak belirledikten sonra, sanıyoruz ki cevaplarımızı ifade etmekte
de artık istediğimiz kadar da cesur olabiliriz(!) Keza yukarıda da
vurguladığımız gibi zaten bizim burada ki amacımız, yanıtımızın bir bütün
olarak her şeye eksiksiz veya tamı-tamına karşılığını doğru bir şekilde ifade
edecek türden cevaplar aramak değil de, sorunun gelişim sürecinde doğru ve
yanlış olarak verdiğimiz/vereceğimiz her cevabı bu düşünce sistematiği içinde
bir basamak olarak kullanmaktır. Umuyoruz ki, ne kadar yanlış görünürse
görünsün, bizim yanıtlarımız başkalarına ilham verir ve doğru cevapları hep
birlikte kollektif yapının sorunlarını giderecek şekilde kollektif aklın
egemenliği ile bulur ve buna uygun pratik eylemlikler içerisine gireriz...
ATİK olarak Batı
Avrupa alanında yaklaşık 6-7 ayrı ülkede yürütmekte olduğumuz örgütlenme
çalışmaları, bulunan göçmen emekçilerin
sadece kendi sorunlarını ortadan kaldırmaları için değil, demokrasi güçlerinin
ve emekçilerin ortak çıkarlar etrafında, aynı hedefler doğrultusunda hareket
etmesinin olanaklarını yaratmak açısından da önemli olduğu bilinçlerden
çıkarılmamalıdır. Bunun içinde göçmen emekçilerin örgütlenmesi için
geliştirilecek politikalar kadar, bu politikaları sosyal hayata geçirilebilecek
yol ve yöntemlerin ve araçların yaratılması ve uygulanması da en az örgütlenme
sorununu ele alışımız ve buna bağlı olarak üretmiş olduğumuz politikalar kadar
önemli ve hayatidir.
Bu gün ATİK Kolektifi
olarak hedeflerimize asgari düzeyde de olsa ulaşabilmemiz için, örgütlenmiş
olduğumuz alanlara ve ihtiyaçlarımıza göre oluşturmuş olduğumuz organların bir
makinenin parçaları gibi düzenli ve uyumlu çalışması son derece önemlidir. (Esasen böylesi bir düzenlilik ve uyumluluk
her hangi bir legal veya illegal örgütlenmeler içinde geçerli ve hayati bir
önemdedir.) ATİK kolektifi, gücünü bu gün Türkiyeli göçmen emekçiler alanında
ki yaygın örgütlülüğü ve mücadeleci kimliğinden alan bir gerçekliğe sahiptir.
Bu gücü daha da arttırmak, yerli emekçi güçlerle ve sınıfla iç-içe olmak için,
ATİK kolektifinin her üyesi bulunduğu alanlarda ve iş kollarında başta sendikal
örgütlenme alanlarına yönelik olmak üzere, belediye ve komün örgütlenmeleri
içerisinde de yer alarak belli bir örgütlenme içerisinde olması gelinen aşamada
bir ‘zorunlu’luktur!..
Mevcut ilişkilerin içine sıkışmış bir çalışma tarzı ve gelişmeler
karşısında ise yalnızca muhalefet eden ve alternatif olamayan ve protestodan
öteye gidemeyen bir örgütsel bütünlükle demokratik hak ve sosyal hakların elde
edilmesi mücadele biçimlerinin, sorunların çözümünde yeterli olmadığı
görülmektedir. Güçlü bir göçmen örgütlülüğü hareketinin yaratılması, kendisini
ancak yenileyerek oluşturulacak bir mücadele biçimi ve yerli emek güçleriyle,
sınıfla iç-içe ete kemiğe bürünmekle veya bunun köprülerini şimdiden atmaya
başlamakla mümkün olacaktır. Aksi halde çıkarılan her yasaya, her
anti-demokratik sosyal hak gasplarına yönelik pratik uygulamalara, ve bir bütün
olarak güncel gelişmelere karşı yalnızca muhalefet edecek ve protesto
mitinglerine yıllardır olduğu gibi sınırlı ve etkin olmayan sayımızla ve ikna
gücü yetersiz gücümüzle katılmakla sınırlı kalacağız. Oysa muhalefet yerine
alternatif olabilmek için daha etkili bir güç olmak zorundayız. Buda yukarıda
ifade ettiğimiz gibi, örgütlenme zeminimiz olan Türkiyeli göçmen emekçilerin
bizim için önemini elden bırakmadan diğer alanlarda da örgütlenme çalışmalarına
yoğunlaşmakla olacaktır. Bunu yaparken de kesinlikle “kimsenin sendikada,
belediyelerde, yabancılar meclisinde, komünlerde vb örgütlenmesinin önünde
engel değiliz, aksine buna yönelik politikamız da var, yeter ki insanlarımız bu
alanlarda gidip çalışsınlar” demekle de bu işin olmayacağını ve bu işteki kendi
sorumluluğumuzu da bunları diyerek üzerimizden atamayacağımızı görmek ve bilmek
zorundayız. Öyleyse ne yapmalı? Bu nokta da görev ve sorumlulukların tek-tek
bireylere bırakılması ve bireyin bireysel dönüşümüne umut bağlanması yerine,
bireyin kolektif olarak (aynı zamanda kolektifin bir bütün olarak) değişimi ve
dönüşümünü bir tarz haline getirmek zorundayız. ATİK kolektifi ve üyeleri
‘farklı kişiliklerin bir toplamıysa ve gelecekten umutlama hakkına sahip olan
farklı kişiliklerin örgütüyse, ATİK kolektifi, her aktivistinin ve her üyesinin
ailesinin, toplumun, çevresinin ve bireysel emeğinin bir ürünü olmaması yönünde
çaba sarf etmeli, kolektif değişim ve dönüşüm mekanizmalarının daha aktif ve
işlerli kılınarak aktivistlerinin, üyelerinin ve bir bütün olarak kendisini de
bu ilişkiler içinde var olmaktan çıkararak insanlığın değerlerinin, ‘kollektif’
düşüncenin ve kolektif emeğin ürünü haline getirmelidir.
Şayet kolektif bir değişim-dönüşüm sağlanamaz, tepeden tırnağa bir devrimci
müdahalenin yapılamaz oluşu halinde, Federasyonlarımızda, Derneklerimizde ve
bir bütün olarak kurumlarımızda şekillenecek ve gelişecek (ki bunun mevcut
potansiyelini kitlemizin taşıdığını da görmek ve göz önüne almak zorundayız) olan
ahbap-çavuş ilişkilerinin, küçük burjuva-lümpen yaşam tarzının, okumayan,
araştırmayan, zihinsel tembelliği kendisinde tarz haline getirmiş, dar kalıpçı,
dogmatik, ezberci, kulaktan doğma bilgilerle siyaset yaptığını sanan ve bununla
da yetinen bir düşünüş tarzı ve yaşam biçimiyle varolan kurumlarımızın,
örgütlülüklerimizin uzun vadede dejenerasyona uğrayacağını görmek zorundayız.
Bunun içinde, burada esas rol ATİK iradesine düşerken, ATİK kitlesinin de
burada ki rolü görülmek zorundadır. ATİK kolektifinin her üyesi ve her bireyi
kendi ideallerine, değerlerine, kurumlarına sahip çıkması gerekmektedir. Bu,
olumsuzluklara karşı sessiz kalmamakla, yanlışlıklarla uzlaşmamakla, hatalara
ve zaaflara karşı liberal davranmayıp eleştiri-özeleştiri mekanizmasını doğru
bir şekilde işletmekle mümkün olacaktır.
Şayet ATİK iradesinde ki nitelik düzeyinde ki yetersizlikten kaynaklı ATİK
örgütünde kolektif bir dönüşümün sağlanamaması halinde, yine federasyon,
dernekler, gençlik, ve Yeni Kadın örgütünün aktivistleri ve üyeleri de yukarıda
belirttiğimiz tarzda ki kendi misyonlarını ve rollerini oynayamaz iseler
derinlere kök salmış, dal budakları toplumsal dokunun hemen her kesimine kadar
ulaşmış ATİK ağacının kendi içinde ki kurdu olma görevini görmüş olacaklardır.
Ve bu kurt, çok geçmeden ATİK kolektifini kötürüm hale getirecektir.
Yine ATİK’in tam tersi hale gelmesi
de, yani daha köklü, daha güçlü ve kitlesel, daha nitelikli bir örgüt haline
dönüşmesi de yine ATİK önderliğinin birincil derece de rolü varken, üye ve aktivistlerinin
de bu konuda ki esaslı rolü görülmek zorundadır.
ATİK’in üyeleri ile
bütünleşmesinin sağlanabilmesinde en önemli nokta, öncelikle ATİK ve alt
örgütlenmeleri gibi bir örgütlenmenin zorunluluğunu, haklılığını, meşruluğunu
ve bir ihtiyaç olduğu bilincinin oluşmasını sağlamak gerekir. Bu bilinç doğal
olarak aynı zamanda başta ATİK’in ve onun çeşitli alanlarda ki alt
örgütlenmelerinin kurumsallaşmasının da harç işlevini görür. Bilinmelidir ki
demokrasi bilinci tek başına kendiliğinden oluşmaz ve sadece demokrasi
mücadelesi faaliyetleriyle de sınırlı kalamaz. Dolayısıyla da Kişiler, bilinci
ile örgütü algılar, örgütlü mücadele ile de bu bilincini geliştirirler. Burada
bizlere düşen temel sorumluluk ise, örgütlü mücadele ile bu bilincimizi daha da
geliştirmektir!
Bilindiği gibi ATİK
kolektifi, kendisinin yönetici organlarına gönüllü olarak kendisini sunmuş ye
seçilmiş kişilerin yanında, bu işi profesyonelce kadro olarak yapabilecek
kişiler tarafından ciddi bir güç oluşturur ve faaliyetlerini sürdürür. Bu
kadroların varlığı, Konfederasyonumuzun gelecekteki nitelikli kadro ihtiyacı
için önemli bir kaynak oluşturur. Demokratik Kitle Örgütleri çalışmaları özveri
ve mücadele ile yürür ve bu mücadele sürecinde özellikle kadrolar ve üyelere
çok iş düşer. Kadroların ve üyelerin olmadan DKÖ faaliyetlerinin yürüyemeyeceği
de görülmek zorundadır. Ancak bu şu anlama da gelmemektedir, DKÖ faaliyetleri
sadece kadrolar üzerinden yürütülmesini gerekli kılmaz, böylesi bir yaklaşımın
bu mücadelede darlaşmaya da neden olacağının da bilinmesi gerekir. ATİK’in
profesyonel alanda ve bir ‘kadro’ şeklinde çalışan insanının yetersiz oluşu,
çok doğal olarak da onun gelişimi ve çalışmaları önünde ciddi bir sıkıntı
olarak durmaktadır. Bunun aşılması da hiç kuşkusuz ki imkanların yaratılması ve
profesyonel olarak çalışmalarını yürütecek kişilerin gerekli ihtiyaçlarının
karşılanması ile mümkün olacaktır.
- - -
Bu yazı, 2008 yılı Mayıs ayında, Avrupa Türkiyeli İşçiler
Konfederasyonu (ATİK’in) yayın organı MÜCADELE’nin 200. Sayısında ve çeşitli online sayfalarda yayımlanmıştır.
[2] Evet ayırmaz, ‘Farklılaştırır’
çünkü insan doğayla bir bütün olarak yaşar ve diğer canlılardan ayrıldığı halde
yaşamış olmaz! Bunun içinde felsefi idealizme düşmemek için ‘Ayırmak’ yerine en
özlü şekliyle ‘Farklılaştırır’ ifadesinin kullanılması daha doğru olanıdır diye
düşünüyorum.(BN)
[3] İlk aşamada diyorum,
çünkü düşünce biyolojik olarak: sinirlerden geçen impulse’leri (dürtü yanıtlı
süzgeç/ itici güç/ itici kuvvet/ tahrik/ çok kısa zamanda etkisini gösteren
büyük kuvvet) görürüz kısaca, böylece
düşüncenin oluşum aşamasında biyolojik olarak vücutta bir takım somut objelerin
hareketinden meydana geldiğini de belirtmekte fayda var.(BN)
[4] M.Ö. 469–399 yıllarında yaşayan
Yunan filozofu Sokrates, Atina'da doğmuş olan ilk Yunan filozofudur. Tek bir
kelime dahi yazmamış olmasına rağmen, Avrupa düşünce tarihine çok büyük etkisi
olmuş kişilerden biridir.