29 Nisan 2008 Salı

Düşünüş ve Yaşam Tarzımızda Etkin Olan Felsefi Akım ve Sosyal Pratiğimiz Üzerine (II)

H.GÜRER
29 Nisan 2008

“Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür.
Ama kimse önce kendisini değiştirmeyi düşünmez.[1]

Evet, biz önce değişime kendimizden, sonra ailemizden, sonra çevremizden ve sonra da toplumun çeşitli katmanlarından başlayarak insanlığın bir bütününe kadar değişim diyalektiğini uygulamalıyız. Yani önce değişime kendimizden ve çevremizdekilerden başlamak zorundayız. Aksi halde “Gerçeğin dağlarına umutsuzlukla çıkılmaz.“ diyen düşünür F.Nietzsche’nin bu ifadesinden farkımız kalır mı?

Bir önceki yazımızda doğru düşüncenin ortaya çıkış evresi, soru ve yanıt’ların bizim ve örgütlülüğümüz açısından önemi üzerine durmuştuk.
Bu yazımızda ise, örgütlenme sorunlarımız ve çalışma tarzımız üzerinde duracağız. Her şeyin başlangıcı küçüktür[2] der düşünür, bizim bu yazı dizimizde düşünüş, yaşam ve sosyal pratiğimizde ki, örgütlenme sorunlarımızda ki, emek güçlerine ve demokrasi cephesine karşı olan sorumluluklarımız ve görevlerimiz üzerine bir tartışmanın ‘küçük’ bir adımını oluşturacağını umut ediyoruz... Konuya bir alt başlık ile başlamanın yerinde ve daha doğru olacağını düşünerek;

Örgütlenme de iki farklı yön, örgütlü ağların genişlemesi ve Örgütlenme sorunlarımız üzerine:
Kurumlarımızda örgütlenme çalışmalarını ele aldığımızda sürekli varolan alanlara yönelik konumlandırma içine gireriz ki bu çalışma tarzından kaynaklı da ne yazık ki istenilen düzeyde bir ilerleme kaydedemeyiz. Örgütlenme kültürü oluşturmanın ilk adımı, iç örgütlenme pratiklerini hayata geçirmekten geçtiği gerçeğini doğru kavramaktır. İç örgütlenme, örgütlülüğümüzün var olduğu, geçmişten bu yana belli bir örgütlü faaliyet sürdürülen alanlarda, kurumlarda, okullarda, işyerlerinde, sendikalarda iltica kamplarında, vb için söz konusudur. Dış örgütlenmede ise, örgütlü faaliyeti yürüten aktivistlerin, örgütümüzün örgütlü olmadığı alanlarda, kurumlarda, okullarda, işyerlerinde, sendikalarda iltica kamplarında vb farklı alanlarda ki emekçileri örgütlemek için çalışır. Ancak bizim çalışma tarzımız daha çok bunun bir ayağını boş bırakacak türdendir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi biz daha çok iç’e dönük bir örgütlenme modeliyle çalışmaktayız ve dış’a dönük örgütlenme noktasında da ciddi bir çabamız olmadığından dolayı yeni ilişkiler yakalayamıyor, yeni kişiler kazanamıyor ve daha da büyüyerek, yayılarak gelişemiyoruz. Biz daha çok elimizde ki kurumlara göre örgütlenme yaparak bu kurumların yıllık takvimsel faaliyetlerini yapması için ‘var etmeye’ ve ‘yaşatmaya’ çalışıyoruz! Bu tarz çok doğal olarak belli bir kesimle sınırlı ilişkiler içerisinde olmamızı ve varolan ilişkilerinde süreç içinde aşınmasına neden olmaktadır.

Kurumlarımızda üyeleri bir arada tutabilmek ve kurumlarımızda kalıcı örgütlenmeler yaratabilmek için en önemli örgütlenme araçlarından birisi iç örgütlenme, diğeri ise dış örgütlenmedir!.. Bu amaçla da örgütlenme çalışmaları temelde iki yönlü olarak yürütülmek zorundadır. Bunlardan birincisi her kurumumuzun yapması gereken “örgütlülerin örgütlenmesi” (iç örgütlenme), diğeri ise “örgütsüzlerin örgütlenmesi” (dış örgütlenme)dir. Kurumlarımızda örgütlü bulunan üyelerin örgütün eylem ve etkinliklerle yeniden örgütlenmesi, başka bir ifade ile, örgütlü mücadele sürecine daha fazla katılmaları ‘iç örgütlenme’ bakımından son derece önemlidir. İç örgütlenmesi güçlü olan örgütlenme, gerek kendi içinde oluşturduğu bütünlük ve gerekse dışarıya karşı verdiği güçlü görüntü ile emekçiler içinde daha fazla çekim alanı yaratabilir.

Öyleyse bundan sonra ne yapılmalıdır? Tabii ki her iki örgütlenmeye de ağırlık verilmeli ancak dış örgütlenmeye karşı biraz daha ağırlıklı ve ilgili durulmalıdır.Tabi bu iç örgütlenmenin sağlamlığıyla alakalı bir durumdur. Bu boyutuyla da plan ve programlar çıkarılarak dış örgütlenme de sorumluluk ve görev alacak arkadaşları eğitmeli ve önlerine somut hedefler koymalıyız/koymak zorundayız! Aksi halde unutulmamalıdır ki, yaşama uyarlanmayan doğruların hiçbir hükmü yoktur ve olamaz da!.. Keza Örgütlenme için geliştirilecek politikalar kadar, bu politikaları hayata geçirilebilecek insanların eğitilmesi, yol ve yöntemlerin yaratılması, ve uygulanmasının da önemi görülmek zorundadır. Bunun içinde, belirlenen perspektifleri, programları, çizilen stratejiyi yaşama geçirebilecek düzeyde eğitimli aktivistlere ihtiyaç olduğu bir gerçektir... "Öğrenmek gerekli yoldaşlar. Her zaman, her adımda, mücadele sürecinde, içerde ve dışarıda hep öğrenmek, öğrenmek, öğrenmek ve savaşmak, savaşmak ve öğrenmek." (Dimitrov. “Kadrolar Üzerine”) Bulgaristan devriminin önderi Dimitrov'un “Kadrolar Üzerine” adlı zengin eserinde, kadroların eğitimiyle ilgili bu öğretici sözleri, her devrim ve demokrasi mücadelesini sürdüren kişi için yol gösterici olmak zorunda olduğu ve bugün daha fazla okumanın, daha fazla araştırmanın ve daha fazla incelemenin her zamankinden daha fazla kendini dayattığı gerçekliğini yaşadığımız bir dönemde olduğumuz bir an dahi akıllardan çıkarılmadan buna uygun  olarak kolektif ve bireysel eğitim çalışmalarına eğilmek zorundayız.

Ancak tüm bunları belirtirken bir dip not olarak şu noktanın da altını çizmekte fayda olacağını düşünmekteyim. Örgütlenme faaliyetlerinin bir diğer üçüncü ayağını ise örgütlenme faaliyetlerinin biçimi oluşturur. Dışımızda ki pek çok Türkiyeli ‘göçmen örgütü’ olduğunu söyleyen örgütlenmeler DKÖ faaliyeti yürütürken kendisi için en uygun zamanda örgütlenme dönemleri belirler ve örgütlenme faaliyetleri yoğun olarak bu dönemler içine sıkıştırılır. Oysa örgütlenme çalışmaları dönemsel olarak değişebileceği gibi, aynı zamanda sürekli ve dinamik bir yapıda olmak zorundadır. Örgütlenme faaliyetinin sürekliliği içinde, bazı dönemlerde yoğunlaşma olması kaçınılmazdır. Ancak bu yoğunlaşma, örgütlenme çalışmalarının istikrarlı ve sürekli bir şekilde sürdürülmesini olumsuz etkilemiyorsa anlamlı ve kazanımlı olur.  Aksi halde ATİK kollektifi olarak bizimde kısmen içinde bulunduğumuz kitle ilişkileri ile sınırlı kalır.

Keza DKÖ’lerin her örgütlenme gibi canlı birer organizma olduğu unutulmamalıdır! Eğer bu canlı organizmaların yaşamsal gereksinimleri karşılanamaz ise çeşitli hastalık belirtileri baş gösterir ve işlevlerini yerine getirmeleri zorlaşır. DKÖ’lerinin örgütlenme alanı ve yelpazesi son derece geniş olduğu için bu alanda faaliyet yürüten arkadaşlara hiç bir yerde durmak yoktur. DKÖ’ler ya gelişecek, büyüyecek ya da her geçen gün etkisizleşerek, mevcut sistemin bir parçası haline gelecektir. Bunun kaderini tayin edecek olan hiç kuşkusuz ki bizleriz, yani ATİK kolektifinin bütün fertleri! Bu alanda ki örgütlenme başka şeyler gerekçe gösterilerek yapılmaz, gerekçelerle pratik adım atılmaz ise (bu gün ATİK kolektifinin genelinde ki Türkiye’de ki gelişmelerin gerekçe gösterilmesi gibi) burada kesinlikle ideolojik bir sorun olduğu görülmek durumundadır.

DKÖ çalışmalarında başarının elde edilmesinin en önemli temel direklerinden birisi ve de tayin edici şey Strateji’dir! Strateji, hedefe varmada veya amaca ulaşmada, en etkin, en başarılı olan yolların ana hatları ile ortaya konması ve içinin taktik, program, projeler ile doldurulması olarak tanımlanabilir. Strateji burada, temel politika olarak ortaya çıkar. Demokratik kitle örgütlenmeleri için stratejiler tespit etmek bir zorunluluktur. Ancak stratejiler iyi tespit edilmediği, edilmesine rağmen bunu uygulayacak kişiler tarafından yeterince benimsenmediği ve yaşama uyarlanmadığı zaman veya içi doldurulmadığında bir anlamının olmayacağı asla unutulmamalıdır! Yani burada çok doğal olarak belirlenen tespitleri ve çizilen stratejileri yaşam hakkı bulduracak aktivistlere, kadrolara iş düşmüş oluyor. Buda onların algılamalarına, benimsemelerine, kapasite ve yeteneklerine bağlı bir durumdur.

Yeni örgütlenilecek alanlara ilişkin temel yaklaşım ve yapılacaklar üzerine:
ü  Örgütlenmede pilot hedef edinilmediğinde güçler dağıtılmış olur. Bu noktada yapılması gereken ilk şey pilot bölgelerin, hedef alanların, işyerlerinin, seçilmesi olmalıdır. Pilot bölgeler seçilirken her bölgenin özellikleri önceden tespit edilmeli ve mümkün olan en kapsayıcı planlar yapılmalıdır.
ü  Örgütlenme çalışmaları için görev dağılımı somut olarak yapılmalı ve kim, neyi ne kadar yapacağını önceden bilmelidir. Belirlenen görevler mutlaka örgüt kararlarına dönüştürülmelidir. Örgütlenme çalışmaları, yerellerde oluşturulacak komite, grup, birim vb tarzdaki örgütlerle beslenmeli, bu yapılar düzenli ve sürekli olarak örgütlenme eğitiminden geçirilmelidir.
ü  Örgütlenme faaliyetlerine, yetki ve sorumluluk verilerek doğrudan kişilerin inisiyatifleri ön plana çıkarılarak gerçekleştirilmelidir.
ü  Örgütlenme alanı (örneğin her hangi bir federasyonumuzun denetimindeyse) Federasyonumuzun üst organlarında görev alanlar (Yönetim Kurulu ve Dentim Kurulu üyeleri vb) bu alanları sürekli ve sistematik bir şekilde gezerek örgütsel bağları güçlendirmeye özen göstermelidirler.

Stratejinin önemini belitirken ne demiştik yukarı da,? Strateji, Tayin edici bir öneme sahiptir demiştik! Tüm sıralanların yapılabilmesi de bu tayin edici stratejinin doğru belirlenmesiyle mümkündür. "Doğru devrimci çizgi belirlendikten sonra, herşeyi, doğru çizginin kaderini, zafer ve yenilgiyi, kadrolar belirler." der Stalin. Stalin’in bu öğüdünü bilmeyen ya da duymamış pek kimse olmasa gerek. Dolayısıyla da işleri yapan aktivistler bu belirlemeyi, eyleminin temeline koymak durumundadır!..

Kurumlarımızın durumu, bireyler üzerinde ki etkileri ve bireylerin mevcut durumda ki Rolü:
“Çözümde görev almayanlar
problemin bir parçası olurlar.[3]

Kurumlarımızın mevcut durumlarını incelerken direkt derneklerimizden başlamamız ve aşağıdan yukarıya doğru gelmemiz daha iyi olacaktır. Böylece kitlelerle sürekli iç-içe ve karşı karşıya olan derneklerimizin yaşamakta olduğu sıkıntıları, kitlemizin genel durumunu görebilecek ve tüm buralarda elde edeceğimiz verilerle üs örgütlerimizin de mevcut tabloda ki misyonlarını da ortaya koyabilmiş olacağız.

Gerek tek tek, gerekse bir bütün olarak derneklerimizi ele alıp incelediğimizde hemen hepsinin temel sıkıntılarından birisi ‘’insan ve maddi-ekonomik sıkıntı’’ları olduğunu çok belirgin olarak görmek mümkün. Bu her iki sıkıntıda birbirine paralel olarak gelişmektedir. Kitlelerle sıkı bağlar içerisinde ol(a)mayan, onlardan kendisini yalıtmış, kitle faaliyeti yürütmede ciddi problemler yaşayan hemen her örgütlülük çok doğal olarak da kitlelerin maddi ve manevi gücünden yararlanamayacak ve sıkıntılar yaşayacaktır. 

Sürekli olarak derneklerle ve kurumlarımızla (özcesi DKÖ’lerle) ilgili sıkça dillendirilen ve gündemde olan “kitleselleşme, büyüme, genişleme” sorunu çerçevesinde dile getirilen eleştiriler, tartışmalar, fikir teatileri vs söz konusudur. Burada dikkat edilirse, sorunun niceliksel gelişim evresi tartışılmaktadır, nitelik yönü yani özü değil! Ancak biz yinede tartışılan bu boyutuyla ele alarak incelemeliyiz konuyu. Bunu belirtirken niceliğin nicel değerini yadsıdığımız anlamı çıkarılmamalıdır, aksine niceliğin toplamında elde edilen öz’ün,niteliği oluşturduğu gerçeği ve her nesnenin niteliksel yanı yanında niceliksel tarafı da olduğu da unutulmamalıdır. Bu iki unsur birbirine bağlıdır. Bir nesnenin sadece nicel yada nitel yanı olamaz!

Temel olarak dillendirilen “derneklerimiz neden kitleselleşmiyor, neden sürekli kan kaybı yaşanıyor, üyeler azalıyor” vb diye soruluyor, yada tartışma ana gündemleri bu yelpazede şekilleniyor. Keza bu tartışmalara karşı yanıtlarda “derneklerin nasıl kitleselleşeceği” veya “Demokratik Kitle Örgütleri’nin nasıl işletileceği” hususunda uzun uzadıya durularak yürütülen bir sürü öze tekabül etmeyen, daha çok şekilsel yönleriyle uğraşan, kitle faaliyetlerine biçimsel temelde yaklaşılan bir anlayış kısır ve sonucu değiştiremeyecek tartışmalarla noktalanıyor. Oysa, kitle hareketinin canlandırılmadan, varolan ihtiyaçlara cevap olabilecek özelliklerle donanımlı örgütler oluşturmadan, mücadele çıtasının daha üst seviyelere çıkartılmadan, kitleler içinde sistematik bir şekilde A/P faaliyeti sürdürülmeden, özcesi kitle hareketini canlandırmadan kitle örgütlerinin de genişleyeceği, gerek nicel ve gerekse nitel olarak büyüyemeyeceği gerçekliğini görmek zorundayız.

Yani DKÖ’lerin “kitleselleşmesinin” ancak ve ancak kitle mücadelesinin gelişmesiyle mümkün olacağı gerçekliği gözden kaçırılmamalıdır. Tabi bunu belirtirken sendika ve uzun vadede gelenekselleşmiş ve yerli yerine oturmuş mesleki örgütlenmeler vb örgütlenmeleri bu kapsamın dışında tuttuğumuz bilinmelidir. İfade edeceklerimizi kısaca özetleyecek olursak; dernekler kurmak, kurumlar oluşturmak ve bunları dar bir çevre ilişkileri içerisinde “yaşatmak” ve “kitleselleştirmeye” çalışmak kendi içinde bir amaç olamaz. Bu tarz örgütlenmeler (ve genel olarak tüm örgütlenmeler) bir araçtır, sorun mücadeledir! Mücadele geliştirildiği ölçüde bu tarz örgütlenmeler birer ihtiyaç ve zorunluluk olarak meydana çıkacak, kurulacak ve kitleselleşecektir. Keza mücadele geliştirildikçe bu vb örgütlenmeler de yerli yerine oturacak gerçek ifadesini bularak işlevine kavuşacaktır. Ve o zaman da hiç şüphesiz ki bu gün çokça tartışılan “kitleselleşme” de sağlanabilecektir.  Yani yine tüm sorunların ve çözümlerin öznesi bizler olduğumuz ortaya çıkıyor. Bizlerin kitlelere gitme, onların sorunlarına kafa yorma, onların soluduğu havayı soluma gerçekliğini pratik yaşamımıza, çalışma tarzımıza oturta bildiğimiz oranda kitleselleşe bileceğimiz gerçeği görülmelidir.

Oysa bizim çalışma tarzımız tamamen içimize dönük, kapalı ve belli bir kesime hitap eden bir çerçeve içerisinde. Çıkardığımız yayınlar, bildiriler, biletler, çeşitli yardım kampanyaları vd her şey sürekli belli bir kesim üzerinden sürdürülmektedir. Bu çalışma tarzı, dışımızda ki kitleleri örgütlememize,onlara ulaşmamıza engel olduğu gibi, gerek ekonomik ve gerekse manevi anlamda sürekli bu kesim üzerinde bir aşınmanın da meydana geldiği gerçekliği görülmelidir.

Yeni yeni kitle ilişkileri geliştirmek, yeni ağlar oluşturmak gelinen aşamada bir zorunluluk olmakla birlikte var olmakla yok olmak arasında ki gerçekliği de oluşturmaktadır. Varolan ilişkilerle kendimizi sınırlı tutmak, varolan maddi ve manevi değerlere yenilerini ekleyemeyerek sürekli geçmiş değerlerin kredisiyle yaşamak çok uzun vadeli olmayacaktır. Keza bizler gelecekten umutlama hakkına sahip olan ‘farklı kişilikler’ olarak bu düşünüş ve çalışma tarzına karşı olmakla birlikte, varolan statükoyu koruma derdinde olamayız. Aksine değer karşılığı gericilik olan statükocu anlayışa kesinlikle sahip olamayız,sahip anlayışlarla da barışık yaşayamayız… Bizlerin varolana, hareketsizliğe ve statükoya karşı muhalif değil alternatif olan, geliştiren, dönüştüren, yaratan, yetkinleştiren bir misyona sahip olduğumuzu bir kez dahi akıldan çıkarmamalı ve ‘farklı kişilikler’ olmanın misyonu, sorunları çözümlemeyle ve senteze ulaştırmayla devam ettiği bilinmelidir.









[1] V.Hugo.
[2] Marcus Tullius Cicero.
[3] Goethe.