11 Şubat 2009 Çarşamba

‘‘Kadın Cinsinin Büyük Tarihsel Yenilgisi!’’[1]

H.GÜRER
11 Şubat, 2009

"Kader size üç acı pay ayırdı:
ilki, bir köleyle evlenmek,
İkincisi, bir kölenin annesi olmak,
Üçüncüsü, bütün hayatınız boyunca bir köleye itaat etmek."

Bir şair böyle sesleniyordu Rus kadınlarına. Ama aslında seslenişi bütün kadınlaraydı. Çünkü bu "kader", bütün kadınlara yazılmıştı!


“Bir cinsin, bir başka cins üzerinde ki tasarruf hakkı”, yada daha özlü ifadesiyle sahibi ve efendisi olma ve diğer cinsi ise köleleştirme gerçekliği; maddi yaşamın üretiminin ortaya çıkardığı yaş ve cins kriterlerine bağlı olarak ortaya çıkan doğal ilkel iş bölümü evresine tekabül etmektedir. Yaş ve cins kriterlerini temel alan doğal ilkel iş bölümü, genç erkelerin avcılıkla, kadınların toplayıcılıkla, ihtiyar ve tecrübeli erkeklerin ise hazırladıkları savaş araçları olan ok-mızrak,yay,sopa,taş vb araçların üretilmesi ve kullanılması ile kategorize oldu. Böylece çabaların üretimde ki basit birliği, daha özlü ve açık ifadesiyle ‘el birliği’ ortaya çıktı. Bu durum doğal olarak bireyin tek başına yapabileceği ve ulaşabileceği şeylerin çok daha ötesinde şeylerin yaratılmasını sağladı ve doğallığıyla da emek üretkenliğini arttırarak büyüttü. Bu durum, yine çok doğal olarak varolan toplulukların üyelerinin çeşitli alanlarda ve araçlar üzerinde uzmanlaşmalarını beraberinde getirdi ve daha gelişmiş bir ortaklaşmaya, yardımlaşmaya ve dayanışmaya yerini bıraktı. Maddi koşulların oluşturduğu bu doğal işbölümü, toplumların bundan sonraki gelişiminde iki cinsin sosyal evriminde de çeşitli farklılıkları beraberinde getirecekti.

Bu gelişme kadın ve erkek arasında böylesine “doğal” bir iş bölümüne yol açsa da, belirgin olarak bir üstünlük veya eşitsizlik söz konusu değildi. Çünkü her şey yine ortakça elde ediliyor ve paylaşımı da buna uygun olarak eşitçe yapılıyordu. Keza, bu iş bölümü kimsenin kimseden söz hakkının daha az veya çok olması anlamını da taşımıyordu ve topluluk içerisinde ki üyelerin arasında cinsiyetine yada üretimde ki konumlanışına ve yerine göre bir üstünlük veya ayrıcalıkta söz konusu değildi.

Yaş ve cinsiyete göre baz alınan iş bölümünde genç ve güçlü olanlar kendilerini avcılığa vermiş, uzun yaşam deneyimi olan yaşlılar savaş araçlarını üretmeye, kadın ve çocuklar ise doğrudan doğada topladıkları otlar, bitkiler, yenen ağaç kökleri, meyveler, yaban üzümleri, vb besinler toplayarak varolan komün yaşama toplamacılık usulü ile ve ev işleriyle, çocuklarla ilgilenerek, beslenme sorunuyla uğraşarak, evlerde düzenin sağlanması ve ateşin sönememesi için uğraşarak katkıda bulunmaya çalışıyorlardı. Bu maddi gerçeklik doğal bir iş bölümünü de ortaya çıkardı.

Genç ve güçlü erkeklerin avlanma yolu ile elde ettikleri yiyecekler bulunan topluluğun bir bütün olarak ihtiyaçlarına yanıt olmaktan uzaktı. Çünkü avlanma ile elde edilen yiyecek sürekli ve düzenli değildi. Dolayısıyla da elde edilen yiyecek için et, ve soğuktan korunmak için hayvan derileri istenilen düzeyde elde edilemiyordu. Avcılıkta elde edilen ürünler, daha çok rastlantısaldı ve düzensizdi. Ancak toplamacılıktan doğada elde edilen (meyveler, ağaç kökleri, otlar vb) besinler avcılıktan gelen besinlerden daha düzenli ve sürekliydi. Bu ise, anaerkil toplumların maddi zeminini oluşturdu. Varolan topluluğun yaşaması için toplamacılıktan gelen düzenlilik daha verimli oluyor, avcılıktan elde edilen yiyecekler ise düzenli bir geçim kaynağı oluşturmuyordu.

Yaşa ve cinsiyete göre yapılan üretim içinde ki ayrışımdan dolayı toplamacılıkta ve ev işlerinde, çocuk bakmada, beslenmede görev üstlenen kadın, süreç içinde topluluk (yani gens) içinde lider rolü oynardı. Tüm yiyecekler, barınak ve aletler ortaktır. Başlıca besin maddeleri bitkiler olduğundan ve genellikle kadının toplayıcılığıyla gensin tüketim ihtiyacı karşılandığından büyük önem ve değer görmekteydi. Ve daha sonra insan topluluklarının çoğalması ve nüfusun artmasıyla birlikte bir toplum örgütlenmesi olan ‘soya dayalı’ daha özlü ifadesiyle (soysal) bir toplum örgütlenmesi ortaya çıktı. Bu toplum örgütlenmesi kadın (yani dişi) soy zincirine dayanan bir soysal gens’ti. Bu soysal gens sayesinde, aynı dişi atadan/yani kadından/anneden gelen insanların –baba belli olmadığından, çocukların, kardeş oldukları anaya göre belirleniyor; böylece bu döneme Anaerkil aile yapısı damgasını vuruyordu- bu üretim ve tüketim birliğini sağlayan ilkel komünal yaşam içerisinde hangi soydan geldiği bilinebilecek ve akraba, kardeş oldukları da bu şekilde tespit edilebilecektir. Bu, aynı zamanda aile içi evliliklerinde önüne geçmenin bir aşamasıdır! Dolayısıyla da gens’in ilk ortaya çıkışı maddi yaşamın doğurduğu zorunlu bir sonuç olarak Anaerkil’dir!

Tüm bu maddi yaşam koşulları kadını topluluk (gens) içinde lider rolüne getirdi. Keza ‘’Çocukların yalnızca annesinin belli olması da dişi soyzinciri üzerinden soysal örgütlenmeyi zorunlu kıldı ve analık hukukunu doğurdu. Çünkü erkek tarafı ele alınarak soyzinciri oluşturulması mümkün değildi. İlkel komünal toplum insanı, kandaş gruplar halinde komünler oluşturdu. Kan bağının ve soyzincirinin korunması için gens içi evlilik yasaklandı’’[2]

Birlikte çalışma, birlikte üretme, birlikte tüketme, varolan topluluğun bir bütün olarak üyelerinin üretimde ki durumları ve rollerinin ‘eşit’ olması, çok sayıda insanın bir araya gelerek birlikte üretimde bulunması ve aynı işi yapması bakımından hiç kimsenin kimse üzerinde bir ayrıcalığı veya üstünlüğü, eşitsizliği söz konusu değildi. Bu kollektif üretim ve komünal yaşam gerek kişiler arasında ve gerekse cinsler arasında her hangi bir eşitsizliğe yer vermiyordu. Üretici güçler ve üretim ilişkileri arasında ki bu durum, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasının değil, aksine insanın ilkel komünal dönemde birey olarak yaşayabilmesinin koşullarının olmayışından, doğaya karşı bireyin zayıf oluşundan ve topluluklar halinde yaşıyor olunduğundandı.  Bu durumu daha açık ve özlü ifadesiyle ‘’Kollektif yada kooperatif üretimin bu ilkel tipi, elbette ki tecrit edilmiş bireyin zayıflığının bir sonucuydu, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasının değil.’’[3] şeklinde tanımlıyordu proletaryanın bilge öğretmeni. Ve ‘’ilkel komünal toplumda’’ diyor İdil Irmak, ‘’ilkel araçlarla kollektif çalışma, üretim ilişkilerinin(de) üzerinde şekillendiği temel olmuştu(r)(!)’’[4]

Kadının köleliği, analık hukununun yıkılması sonucu ortaya çıktı. Bu da sınıflı toplumları önceleyen bir tarihsel sürece  takabül etmektedir. Ve aynı zamanda analık hukukunun yıkılması sonucu ortaya çıkan durum “Kadın cinsinin büyük tarihsel yenilgisi”[5]  oldu! Üretici güçlerin gelişimi, Toplumsal gelişimi ve ilerlemeyi de sağlıyordu. Bu ilerlemenin ilkel topluluğun toplumsal yapısı üzerinde de önemli etkileri oldu.

Tüm bu maddi yaşam koşullarına bağlı olarak gelişen süreç, kadının üretim sürecinde ki yerini kaybetmesine neden oldu.

Üretim süreci içerisinde elde etmiş olduğu yer, aynı zamanda yönetim mekanizmasında da elde etmiş olduğu yere koşuttu. Üretim içerisinde kaybettiği konumunu aynı şekilde yönetimde ki yerinide kaybetmesi ve erkeğe bırakması izledi. Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı kitabında bahsettiği Antropolog Morgan, Amerikan yerlilerini incelerken kadının toplum içindeki üstün rolünü ortaya koyuyordu. Hatta kimi antropologların yaptığı araştırmalarda kadının etkin rol üstlendiği kabilelerde erkekler pasif roller alıyordu... Günümüzde Hindistan’da ve Afrika’da iki kabilede bu durum saptandı. Tüm bunlar gösteriyor ki cinsler arasındaki üstünlüğü belirleyen fizyolojik farklılıklar değil, topluluğun üretim yapısıdır! Bunu yine beş keskin kılıçtan birisinin, yani Engels’in insanın kökenine ilişkin emek teorisinin gelişimini ‘’Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü’’ adlı zengin çalışmasında görmek mümkün. Emek, ‘’insanın tüm varlığının başlıca temel koşuludur ve belirli bir anlamda, bu öyle ölçüdedir ki, emek insanı bizzat yarattı diyebiliriz’’[6]der! Ve aynı yapıtında ‘’... el,yalnızca emeğin organı değil, emeğin ürünüdür de.’’[7] diyerek anlayışını somutlar.

Üretimde ki konumunu kaybetmesine paralel olarak gelişen ekonomik etkinliğini de yitirmesi kadının mülksüzleşmesine neden oldu. Oysa geçmişte kollektif çalışma kollektif mülkiyeti doğurmuştu, ancak maddi yaşam tarzındaki bu gelişme kadının ekonomik etkinliğini kırdı. ‘’(...) topluluğun başlıca öğesi olan kadın emeği (ve yönetimde ki yeri)(BN) ikinci plana düşüyordu. Üretimde erkeğin rolünün önem kazanması ile birlikte, klan ve aile içinde ki durumları da değişti: artık genel gönenç erke egemenliğine bağlıydı. Erkek yavaş yavaş aile reisi durumuna geçiyor ve klanın toplumsal yaşamında birinci rolü oynamaya başlıyordu.’’[8] Toplumsal iş bölümünde fiziki güç gerektiren işlerin önem kazanmasıyla, kadının topluluktaki yeri ilk kez sarsıldı. Ama kadının yerini asıl sarsan, özel mülkiyetin ortaya çıkışı oldu. Mülkiyet ilişkisinin bir sonucu olarak Kadının toplumdaki yeri doğrudan belirlendi. Toplumun zenginliğine hükmeden erkek, kadına da hükmetmenin yöntem ve araçlarına sahip olmaya başladı!

Özel mülkiyet olgusunun gelişmesiyle birlikte, miras olgusunun gündeme gelmesi, maddi servetin, yani mirasın bırakılacağı çocuğun babasının belli olması zorunluluğu, kadının toplumsal yapı içerisinde ki yerini düşürdü. ‘Anaerkil toplumlar, özel mülkiyetin gelişimine bağlı olarak dönüştüler.’ Erkeğin üstünlüğüne dayalı ataerkil aile ve ataerkil toplumlar doğdu. Kadın üretimde ve toplumsal yaşamdaki söz hakkını, saygınlığını yavaş yavaş yitirdi; ve işte bu sürecin sonucunda erkeğin kölesi haline geldi.

"Kadının toplumsal üretimin ve sosyal yaşamın dışına itilerek haklarından mahrum bırakılması ve aşağılanması, yaşamını onunla paylaşmak durumunda olan erkeği de sanıldığı kadar yükseklerde bir yerde tutmadı. Kadını baskısı altına almıştı, ama egemenliğinin ödemek zorunda kaldığı bir bedeli vardı. Sonuçta, haklarını kısıtlayarak aşağıladığı karısı, kızı, annesi, kız kardeşi yada sevgilisi olan bu insanlarla beraber yaşamak zorundaydı ve yarattığı ortamdan kendisinin de etkilenmesi kaçınılmazdı.’’
[9] diyen Pervin Erbil, 'kadını dışlamanın erkek tarafından ödenen bedeli' başlığı altında da, ezen-ezilen ilişkisine de gönderme yapıyor.

Pervin Erbil’in dikkat çektiği nokta son derece önemli. Bu yüzden de, kadın sorununu ele alırken, bu sorunun karakteri ‘ezilen bağımlı uluslar’ örneğinde olduğu gibi, benzeri karakterde bir sorun olduğunu, en basitinden demokrasinin mutlak bir sorunu olduğunu ve çözüm biçiminin de bir bütün olarak birebir olmasa da benzer karakterler taşıdığını vurgularsak yanlış bir benzetme yapmış olmayız herhalde? Ezilen –bağımlı ulusların kurtuluşu gerçekleşmediği sürece, ezen ulusun kendisinin de asla özgür olamayacağı sonucuna Marks şu yargısıyla varır; ‘’Bir ulusun bir başka ulusu boyunduruk altında tutması, kendisi için ne büyük bir felaket!’’[10] diyerek belirtirken, önceleri İrlanda’nın kurtuluşunu ‘’Ezilen ulusun ulusal hareketiyle değil, ezen ulusun işçi hareketiyle’’[11] olacağını savlayan Marks, artık şu yargıdadır; ‘’İrlanda İngiliz boyunduruğundan kurtulmadıkça, İngiliz işçi sınıfı hiçbir zaman özgürlüğüne kavuşamayacaktır.’’[12] diyerek ezen-ezilen ilişkisine yapmış olduğu vurguyu bu gün ‘Ezen cins ile ezilen cins’ özgülünde Pervin Erbil vurguluyor. O halde klasik ifadesiyle bilinen ‘’Bir ulusu ezen bir başka ulus özgür olamaz’’ sloganından esinlenerek ‘’Bir cinsin bir başka cins üzerinde ki baskısı, baskı uygulayan cins’in de özgür olamayacağı’’ verisini bize vermektedir.

‘’Üretici güçlerin gelişmesi, artı-ürün, ticaret ve mülk edinmenin ortaya çıkması, “tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması”na, “ilk sınıf baskısı”na, kadınların ikincil konuma itilip cins olarak ezilmesine yol açtı. Ve birbirini izleyen tüm sınıflı toplumların tarihi, en barbarından en “uygar”ına, kadının baskı altına alınıp fiziki ve zihni tüm yeteneklerinin köreltilmesi, din, kültür, yasalar, gelenek ve görenekler, gerici değerler ve önyargılarla aşağılanıp bir cins olarak ezilmelerinin de tarihi oldu aynı zamanda.’’

Kadın cinsinin büyük tarihsel yenilgisini; “analık hukukunun yıkılışı, kadın cinsinin büyük tarihsel yenilgisi oldu. Evde bile, yönetimi elde tutan erkek oldu; kadın aşağılandı, köleleşti ve erkeğin keyif ve çocuk doğurma aleti haline geldi.”[13] diyerek vurgulayan Engels, ’’O, (yani erkek.BN) ailede burjuvadır; kadın,proletaryayı temsil eder.’’[14] der ve devam eder; ‘’(…) Ve aynı şekilde, modern ailede erkeğin kadın üzerinde ki egemenliğinin özgül karakteri ve ikisi arasında gerçek bir toplumsal eşitlik kurmanın zorunluluğu ve yolu da ancak, her ikisi tamamen eşit hukuki haklara sahip olduğu zaman gün ışığına çıkacaktır. O zaman, kadının kurtuluşunun ilk ön koşulunun, tüm kadın cinsinin yeniden kamusal sanayiye dönmesi ve bunun da yine toplumun iktisadi birimi olarak bireysel ailenin ortadan kaldırılmasını gerektirdiği görülecektir.’’[15] der. Buradan hareketle, yaşamakta olduğumuz Avrupa özgünlüğü açısından kimi okuyucular şu sonucu çıkarabilirler. ‘’Avrupa da kadınlar toplumsal üretim içerisinde, üretimle iç içeler, dolaytısıyla da engels’in belirtmiş olduğu ‘kadının kurtuluşunun ilk koşulu’ formülasyonu da sosyal pratikte Avrupa özgünlüğünde yaşanmaktadır’’ denebilir. Bu yaklaşım yaşamakta olduğumuz Avrupa kapitalist sisteminin toplumsal üretim içerisine kadını dahil etmesi, kadının ‘kurtuluşunu’ sağlamak için değil, aksine kadını yalnızca bir ev hizmetçisi-kölesi olma halinden çıkarıp ücretli köleler ordusu haline getirerek, fabrika da kapitalistin, evde ise ev işlerini yaparak eşinin çifte sömürüsü haline getirmiştir. Kapitalizm kadına toplumsal üretime katılma imkanı sağlarken, kadını “özel alanı” olan evden tam anlamıyla koparmamıştır; Bu durum kadın tarafından yapılan “ev işleri”nin kamusal değil de “özel ev işlerinin” toplumsallaştırılmaması nedeniyle Engels’in belirttiği gibi ‘bireysel ailenin ortadan kaldırılmasını’ sağlamamıştır ve bu durum doğal olarak ta kadının cinsel sömürüsünün de sürmesine devam ettiği gerçekliğini kaldırmamıştır, yalnızca kadını bir çifte sömürü ile yüz yüze bırakmaktadır.

Sonuç olarak; Özel mülkiyet kadını erkeğe yenik düşürdü, erkeğin "keyif ve çocuk doğurma aleti" haline getirdi. Kadın, erkek için, mirasını devredeceği çocukları doğuran bir araçtan, evindeki işlerini görecek bir hizmetçiden başka bir şey değildi artık. Bundan sonrası erkeğin adım adım "egemenlik" kurma sürecidir. Bugün "kadın sorunu" olarak tartıştığımız hemen tüm sorunlar, işte bu tarihi temeller üstünde ortaya çıktı. Ve sonuçta analık hukukundan babalık hukukuna (ataerkillik) geçiş kadının büyük tarihsel yenilgisi oldu! Kadın Sorununu tarihsel köklerini ve sorunun çözümü yönünde bir bütün olarak ele almak, teferruatlı olarak incelemek ve çözüm yöntemlerini oluşturmak bu kısa yazıda bir bütün olarak mümkün değildir. Ancak kadın sorunun çözümü noktasında son söz yerine diyebiliriz ki; ‘’Kadının kurtuluşu' sorunu, ezilenlerin, sömürülenlerin kurtuluşundan bağımsız değil, tam tersine onu 'tamamlayan' bir niteliğe sahiptir.’’[16]






[1] Engels
[2] İdil Irmak (Toplumlar Tarihi)
[3] Marks
[4] İdil Irmak (Toplumlar Tarihi)
[5] F.Engels (Ailenin, özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni)
[6] F.Engels (Doğanın Diyalektiği)
[7] F.Engels (Doğanın Diyalektiği)
[8] Zubritski Mitropolski Kerov (İlkel,Köleci ve Feodal Toplum.syf:55)
[9] Pervin Erbil (Kibele'den Pandora'ya, Kadının Tarihsel Yenilgisi)
[10] Lenin.Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı (UKKTH).syf:106-107
[11] Lenin.Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı (UKKTH).syf:106-107
[12] Lenin.Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı (UKKTH).syf:106-107
[13] F.Engels (Ailenin, özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni)
[14] F.Engels (Ailenin, özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni.İnter Yayınları.syf:88)
[15] F.Engels (Ailenin, özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni.İnter Yayınları.syf:89)
[16] Fikret Başkaya