5 Ocak 2009 Pazartesi

“Nankör insan, herşeyin fiatını bilen, fakat hiç birşeyin değerini bilmeyen kimsedir!”[1]

“NANKÖR İNSAN, HER ŞEYİN FİYATINI BİLEN
FAKAT HİÇBİR ŞEYİN DEĞERİNİ BİLMEYEN KİMSEDİR!”[1]





H.GÜRER
Ocak, 2009


“Doğa üzerindeki zaferimizden dolayı kendimizi fazla kutlamayalım.
Her bir zafer için, doğa bizden intikamını alacaktır.
Her adımda etimizle, kanımızla,
beynimizle kendisine ait olduğumuzu ve
içinde yer aldığımızı hatırlatacaktır bize.”[[2]]

            Özgür Ansiklopedi Küresel ısınma’, “insan tarafından atmosfere verilen gazların sera etkisi yaratması sonucunda, dünya atmosferi ve okyanuslarının ortalama sıcaklıklarında belirlenen artışa verilen isimdir.” Şeklinde açıklıyor. Özlü olarak ifade edilen Küresel ısınma’nın sonuçlarına Şubat 2007 tarihli BM Raporunun[[3]] kısaca açıklamalarına yer verecek olursak;
            Konu ile ilgili Birleşmiş Milletler raporu, şubat 2007 tarihinde Fransa'nın başkenti Paris'te açıklama yapmış ve BM Raporunda küresel sıcaklık artışının olası etkilerini aşağıdaki biçimde özetlenmiştir.
-       “+2 derece: Su sıkıntısı başlayacak Kuzey Amerika'da kum fırtınaları tarımı yok edecek. Deniz seviyeleri yükselecek.
-       Peru'da 10 milyon kişi su sıkıntısı çekecek.
-       Mercan kayalıkları yok olacak.
-       Gezegendeki canlı türlerinin yüzde 30'u yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak.
-       + 5 derece: Denizler 5 m. Yükselecek.
-       Deniz seviyesi ortalaması 70 metre olacak.
-       Dünyanın yiyecek stokları tükenecek.
-       + 6 derece: Göçler başlayacak.
-       Yüz milyonlarca insan uygun iklim koşullarında yaşamak umuduyla göç yollarına düşecek.” Şeklinde özetlenmekteydi.
“XX. yüzyılda petrol, devletler ve şirketler için ne ifade ettiyse, XXI. yüzyılda da ulusların varlık düzeyini belirleyecek değerli bir “meta” (meta kelimesini tırnak içine ben aldım. Dikkat edelim,su bir “meta” olarak ifadelendiriliyor!) olan su aynı değerde olacaktır,”[[4]] öngörüsü yapan Fortune dergisinin Mayıs 2000 sayısında, su endüstrisinin küresel trendi ile ilgili yukarıda söylenenler dev şirketlerin ve tekellerin dikkatini de bu alana çekmişti. Su herkes tarafından bilindiği üzere yaşamsal, doğal bir kaynaktır. Keza bu gerçeklikten dolayı da en doğal insan hakkı olarak kabul edilmesi gerekiyor. Fakat yaşamak zorunda bırakıldığımız kapitalist-emperyalist sistemde ne yazık ki Su yukarıda ifade ettiğimiz biçimiyle ele alınmamaktadır. Kapitalizm her şeyi meta olarak ve kar amaçlı gördüğü gibi insanların/canlıların en temel yaşam kaynağı olan suyu da bu şekilde ele almaktadır. Nihayetinde Kapitalizm bir meta üretimi sistemidir, bu yapısı gereği her şeyi metalaştırır, her şey para aracılığıyla kullanım değerinin ötesinde değişim değeri ölçütüyle, yani para-mal-para mantığıyla bakar! Bundandır ki kapitalistlere göre Su’da bir metadır! İnsanın/canlıların temel yaşamsal kaynağı olan su kaynaklarına ulaşım hakkının kısıtlandığı bir dünya düşünebiliyor musunuz? Sanıyoruz ki düşünmeye gerek yok,(!) çünkü bunu şimdiki sistemde yaşadığımız dünyada en başta da Afrika kıtasında görmemiz mümkün… Dursun Yıldız’ın “Bu politikalar bir de sosyal bir parametre içeriyor. Su kaynaklarının geliştirilmesi politikalarının içinde mutlaka sosyal boyutun ele alınarak buna göre düşünülmesi gerekiyor. O sosyal parametre, su kaynaklarının geliştirilmesini, kamusal yönetim bakış açısıyla ele alınmasını da gerekli kılıyor. Su kaynakları yönetiminin bir kamu hizmeti olarak ele alınması gerekir.”[[5]] (Dursun Yıldız, “Sular Özelleştirilemez”) der ve devam eder; “Ancak su ve su kaynakları serbest piyasa koşulları içinde bir ticari mal olarak görülmektedir.”[[6]] (Dursun Yıldız, “Serbest Piyasa Yoksulu Vuruyor”) ibaresine çarpıcı bir tespit de Ali Faik Demir’in, “Su Silah Olursa Savaş Çıkabilir”, başlığı altında Cumhuriyet Gazetesinin, 22 Ağustos 2007 tarihli sayısında çıkan şu çarpıcı tespiti yer alır:
            “Ortadoğu başta olmak üzere suyun kıt olduğu bölgelerde su savaşlarının çıkması muhtemeldir.”[[7]] (Ali Faik Demir, “Su Silah Olursa Savaş Çıkabilir”) Öyle ki, yazının devamı boyunca aşağıda aktaracağımız istatistik verilerde de görüleceği üzere, yaşadığımız yerküre önümüzdeki on yıllarda, bilinen tüm yaşam biçimleri için gerekli ve vazgeçilmez olan tatsız ve kokusuz bir madde olan su rezervlerinin kuruması sonucu insanlığın kuraklık ve susuzluk gerçeğiyle yüzleşeceğidir. Bilim insanlarının yapmış oldukları araştırma ve incelemeleri sonucu, Böylesi bir aşamaya gelindiğinde, insanların bu yaşamsal maddeyi ne denli hacimli paralar karşılığında almaya kalkarlarsa kalksınlar alamayacaklarıdır!.. Çünkü bu yaşamsal maddeleri satarak, satan tarafın kendilerini bu maddeden mahrum bırakmayacakları/yani yaşama hakkından vaz geçmeyecekleri gerçekliği söz konusudur!
            Küresel ısınma sonucu buzulların erimesi, dünyanın klimasının bozulmasına neden olmakla birlikte, mevsimlerin değişimi doğanın denge taşlarını da bir bütün olarak yerinden oynatmasına neden olmuştur. Dünyanın 4/3’ünü kapsayan suyun kirletilmesine ve kullanılmaz duruma getirilmesine bir örnek olması açısından denizlerde yaşanan kirliliği istatistik verilerine göre sıralarsak; Dünyada her yıl 450 milyar metreküp arıtılmamış yada kısmen arıtılmış çöp ile endüstriyel ve tarımsal atık denize atılıyor. Denizlere, yüzde 50’si plastik olmak üzere saatte 675 bin kilogram çöp atılıyor. Türkiye’de, sanayi tesislerinin yüzde 98’inde, belediyelerin yüzde 95’inde, turizm tesislerinin ise yüzde 81’inde atık arıtma tesisi bulunmuyor. Dünya nüfusunun neredeyse yarısı sahillerde yaşıyor. Her 20 kişiden 1’i, ömründe bir kere, kirli bir denize girmekten hastalanıyor. Her yıl yaklaşık 250 milyon kişi, kirli denizlere girdiği için mide ve bağırsak enfeksiyonu ile üst solunum yolu hastalıklarına yakalanıyor. Ticari olarak avlanabilen balık türlerinin en az yüzde 70’i gereğinden fazla tüketilmiş durumda bulunuyor. Denize atılan bir cam şişe 1 milyon yılda, 1 plastik şişe ise 450 yılda ancak doğaya karışıyor. Denizlerdeki çöpler, her yıl 1 milyondan fazla deniz kuşunu öldürüyor. Akdeniz havzası, dünyadaki 34 sorunlu bölge içinde üçüncü sırada yer alıyor. Deniz kirliliği, küresel ısınmanın ana nedeni olarak algılanıyor. Sanayi, turizm ve kentleşmeye yönelik çalışmalar nedeniyle artan bir kirlilik tehdidiyle karşı karşıya bulunan denizlerin insan sağlığı açısından tehlike arz ettiği ortadadır. Ve son olarak, Deniz Temiz/Turmepa’nın çalışmasına baktığımızda ise, dünyada her yıl 450 milyar metreküp çöp denize atılıyor! Bu ürperti veren kirlilik karşısında doğanın kendisini yenileme mekanizması da bir bütün olarak işlevsiz kalıyor. Kuşkusuz ki salt bunlarla sınırlı değil doğaya verilen zararlar. Termik Santrallerden tutalımda, Nükler Santrallerden çernobillere kadar zehirlenen bir dünya’da yaşıyoruz... Bir sistem düşünün ki insanlık aç bırakılmış, sefilleştirilmiş ve bir sistem düşünün ki yaşanan dünyaya felaketlerin dışında hiç bir şey getirmemiş! Bu sistemin artık sürdürülemez hale geldiği ve bu sistemin (kapitalizmin) yıkılarak, yerle bir edilerek insanlığın ve ekolojik tahribatın durdurulabilmesi dünya gericiliğine kan kusturan halkların silahı devrimci Marksizm-Leninizm-Maozim ile mümkündür... Keza MLM biliminsiz bir insanlığın ve ekolojinin kurtuluşu mümkün olamayacağı gibi çözümleyicide olamaz...
2- DÜNYA SU GÜNÜ VE SUSUZ DÜNYA!
BM Genel Kurulu 1992 yılında Rio de Janerio’da düzenlenen “BM Çevre ve Kalkınma Konferansı”nda dünya’da suyun giderek artan öneminden dolayı her yıl 22 Mart gününün "Dünya Su Günü" olarak kutlanmasına karar vermişti. Böylesi bir sorunun görülüp gündeme alınması olumlu olsa da, bu sorunun köklü olarak çözümü yönünde ki girişimler, yapılan semineler, konferanslar, paneller, konuya ilişkin tanıtım filmleri ve reklamlar gibi yığınla çalışma da üzerinden atlanmaması gerekecek denli önemli. Fakat; BM tüm bunları yaparken sorunun köklerine inmek ve gerek küresel su sorununun ve gerekse global ekolojik değişimin nedenleri olan kapitalist üretim ve nükleer ve kimyasal denemelerin üzerine gitmek yerine, insanların kullanmakta oldukları suda tasarruf etmeleri halinde bu sorunun önemli oranda çözümlenebileceğini öğütlemiştir. Kuşkusuz ki bu yönlü insanların tasarruflu davranması varolan soruna karşı sorumluluk açısından önemliyken, soruna kaynaklık eden şeyin de tek başına bu olmadığını, esas sorunun kapitalist-emperyalist sistem olduğunu belirtmekte fayda var. BM’nin tüm bu çalışmaları bir yönüyle olumluluk taşırken, sorunun özünün bu olmamasından kaynaklı da öze hitap etmiş olmuyor. Yani kuraklığın çaresi tek başına su tasarrufu yapmak değil, dünya halklarına kan kusturan,sömürü ve talanla insan emeğini sömürerek ayakta duran sistemi yıkma, yeni bir dünya yeni bir yaşam yaratma mücadelesine katılmaktır. Dolayısıyla da, okun esas sivri ucunu hiç şüphesiz ki kapitalist emperyalist sisteme, yani insanlığı ve dünyayı bu hale getiren çürüyen sisteme yöneltmek zorundayız. Bunu yaparken de tek-tek bireyler olarak tüm bu sorunlara karşı da kayıtsız kalmamak, sorumlu davranmak kendisine insanım diyen her duyarlı birey için son derece önemlidir. Bunları yerine getirmek gerekiyor. Bu anlamıyla da başlıca nelere dikkat etmemiz gerektiği yönünde bazı çarpıcı çalışmalara yer vermekte fayda olacaktır. Dolayısıyla da “Su tasarrufu sağlamak için 9 basit önlem” başlığı altında toparlanan noktaları aktarmakta fayda var.
“1 - Musluğu açık bırakmayın!
Sebze meyveler elde yıkamak yerine su dolu bir kapta yıkanırsa çok daha az su tüketilir. 4 kişilik bir aile bu yöntemle yılda ortalama 18 ton su kurtarabilir.
2 - Bulaşık makinesini kullanın!
Bulaşıklar elde yıkanırsa, ortalama 84-126 litre su harcanır. Oysa bulaşık makinesi sadece 12 litre su ile yıkar. Bu da, bir yılda ortalama 26-40 ton su tasarrufu demektir.
3 - Diş fırçalarken, tıraş olurken suyu kapatın!
Kullanılmadığı halde açık bırakılan su harcaması, yılda kişi başına ortalama 12 tondur. 4 kişilik bir ailede bu rakam yaklaşık 48 tondur.
4 - Daha kısa duş alın!
5 dakikalık bir duş sırasında ortalama 60 litre su harcanır. 4 kişilik bir ailenin her bir ferdi duş süresini 1 dakika azaltırsa yaklaşık 18 ton suyu kurtarır.
5 - Muslukları kontrol edin!
Muslukların su kaçırmadığından emin olun ve gerekirse tamir ettirin.
Her saniye bir damla su damlatan musluk, yılda 1 ton su harcar.
6 - Sifonu gereksiz kullanmayın!
Aile fertleri günde birer kez sifonu amacı dışında çekerse, yılda 16 ton su harcar. Rezervuara, su dolu 1,5 litrelik bir pet şişe yerleştirin yılda 2 ton su tasarrufu sağlayın.
7 - Duş başlığını değiştirin!
Duş başlığını suyu daha iyi püskürten ekonomik duş başlıklarıyla değiştirin. Böylece suyu daha az açarak daha tazyikli suyla duş alınabilir.
8 - Su kaçaklarını engelleyin!
Ev ya da apartmanınızdaki eski su borularını yenileriyle değiştirin ya da tamir ettirin. Eski tip borular tonlarca suyun kayıp olmasına neden olur.
9 - Çamaşır makinesini daha az kullanın!
Tek bir çalıştırmada yaklaşık 176 litre su harcayan çamaşır makinesi haftada bir kez bile az çalışsa, yılda 9 ton su tasarruf edilir. [[8]] (Ömer Madra. Küresel Isınma Ve İklim Krizi.)
            Yukarıda aktarmış olduğumuz istatistik verilerden de görüleceği üzere, tek-tek bireyler özgülünde yapılacak dikkatli ve tasarruflu davranışlar halinde dahi varolan su rezervlerinde ciddi bir tasarruf yapılmış olacak. Bu, yukarıda da açıkladığımız gibi bir bütün olarak köklü bir çözüm içermiyor (çünkü yaşamak zorunda bırakıldığımız kapitalist sistemin kendisi bu sorunu köklü bir şekilde çözmek gibi bir ‘çözüm’ üretmekten çok, varolan sorunları insanlığın gündemine terk ederek gündem saptırmak ve kitleleri ‘gündem dışı’ sorunlar özgülünde etkisiz kılmak istemektedirler. Hiç şüphe yok ki varolan sistemin üretmekte olduğu tüm bu vb sorunlar gibi küresel ısınmada, varolan sistemin “Başka bir dünya mümkün ve zorunludur!” diyerek başka bir dünya isteyen insanlık tarafından çözülmesiyle mümkün olacaktır.) olsa da, insan olarak insani sorunlara karşı bir sorumluluk gereği yapılması gereken şeylerdir. Hiç şüphe yok ki, insani sorunlar arasında yalnızca yukarıda aktarmış olduğumuz “9 basit önlem”i yerine getirmekte yetmemektedir. Daha köklü çözüm noktasında adım atmak gerekmektedir.
İnsanlık en iğrenç ve en lanetli toplumsal evreyi hiç şüphesiz ki köleci toplum döneminde yaşadı. İnsanların birbirlerini alıp satmaları, köleleştirmeleri, bir mal olarak birbirlerini kullanmaları denli lanetli bir evreydi köleci toplum. Ancak yaşamakta olduğumuz Kapitalist sistemi o lanetli köleci toplumdan çok fazla ‘ayırt eden’ belirgin özellikler olmasa gerek! Bütün ilişkileri meta ve sermaye üzerine kurulu bir sistemde, bütün ilişki türlerinin insani değerler ölçütünden çıkarılarak çıkar ilişkileri ve alınıp satılan ilişkiler haline getirilerek yozlaştırılması durumu söz konusudur. Kapitalizmin ahlakı paradır. Dolayısıyla da Paraya çevrilmeyen hiçbir ‘obje’ yoktur. Kapitalizmin insanlığa ve keza doğaya verdiği zararlara dikkat çekmek için 19. yüzyılda Karl Marx ve Frederich Engels’in çalışmalarında bu durumu dile getirmişlerdi. 1867’de, Marx, Kapital’de İngiltere’nin İrlanda’ya karşı ekolojik sömürgeciliğinden söz ederken, şöyle yazmıştı: “Bir buçuk yüzyıldır İngiltere İrlanda’dan toprak ithal etmiş, tarımcıların toprağın yok edilen maddelerini yeniden oluşturabilmelerine bile izin vermemiştir.” Yine Alman kimyacı Justus von Liebig’in “Organik Kimyanın Tarımda ve Fizyolojide Uygulanması” isimli eserinin 1862’de yayınlanan 7’nci baskısının giriş bölümünde, Liebig “Britanya bütün ülkeleri verimliliklerinden yoksun bırakıyor” demiş, ve tespitine örnek olması içinde, İngiltere’nin İrlanda toprağını sistematik bir şekilde çalmakta olduğunu yazmıştı. Doğadan verdiğinden çok şey alan bir sistem, doğanın dengeleriyle oynamaktan başka bir şey yapmıyor demektir!.. İnsanlık, bu dengelerde ki bozulmanın/ değişimin zorunlu sonuçlarını/faturasını dünyada ki tüm canlılar gibi çok uzak olmayan çeşitli zaman kesitleri içinde ödeyeceği gerçeğiyle karşı karşıyadır!.. Doğanın değişen ve oynanan dengelerinin doğal sonuçları kısmen de olsa  bir intikam gibi günümüzde gerek ABD’de ve gerekse Avrupa da çıkan ve yüzlerce insanın ölümüne, milyarlarca euro ekonomik zarara neden olan şiddetli kasırgalar, dünya genelinde ki kuraklıklar ve buna bağlı olarak gelişen mevsimlerin değişimi vb şeklinde görmemiz mümkün.
            Dünyada ki su kullanımının orantılarına yönelik yapılan istatistiği verilerden referans alacak olursak; Bir otomobil üretimi için 400 ton, 1 kilo kumaş üretimi için 200 litre, 1 ton çelik üretimi için de 240 ton su kullanılıyor. Evsel kullanımda ise; 3 dakika süreyle diş fırçalamak için 5 litre, tuvalet ihtiyacı için 20 litre, banyo yapmak için ise 50 litre su tüketiliyor. Tarımsal alanda hektar başına 10.5 ton su kullanılıyor...
            * Kişi başına evsel su tüketiminin ülkelere göre istatistiği bilgilere göre: Almanya 145 Litre/gün, Fransa 125 Litre/gün, İsveç 193 Litre/gün, Türkiye 111 Litre/gün, ABD 600 Litre/gün, Senegal 29 Litre/gün...
            * Yer yüzündeki suyun yüzde 97.5’i tuzlu. Yüzde 2.5 oranındaki tatlı suyun yüzde 70’i Antarktika ve Gröndland’da buz kütlesi hâlinde; [[9]] (“Endüstride Tüketim, Başı Çekiyor”, Cumhuriyet, 4 Aralık 2007, s.12.) suyun kalan kısmının büyük bölümü ise derin yeraltı su kütlesinde bulunuyor. Bu durumda da ortaya çıkan gerçeklik su kaynaklarının sadece yüzde 1’inin insanlar tarafından kullanılabiliyor olduğudur!..
“Dünyada milyonlarca insan su kirliliğinden hayatını kaybediyor... Dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 35’ine denk gelen 2.3 milyar insan sağlıklı suya hasret...”[[10]] (Murat Gülderen, “2.5 Milyar Kişi Temiz Su Yoksunu”, Cumhuriyet, 4 Aralık 2007, s.12.) Dünya nüfusunun yalnızca yüzde 5’i suyu çokuluslu şirketlerden satın aldığı hâlde, bu şirketlerin yıllık gelirleri dünya petrol ticaretinin yıllık gelirinin yarısına ulaşmış durumdadır. Su, hayatın kaynağı, dünyanın 3/4'ü; vücudumuzun % 80'i su. Kana kana içtiğimiz, duş yaptığımız, yağmur olup yağdığında sevdiğimiz ama sel olup aktığında korktuğumuz su! Su insan ve canlılar için yaşamsal öneme sahip. Öte taraftan da gelişen dünya nüfusunda ki artış, küresel ısınma ve buna bağlı olarak gelişen iklim değişiklikleri, suyun yeryüzündeki dağılımı ve kullanım şekli, su ile ilgili ciddi sorunların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. İşte bu konudaki gerçeklerin bir kısmı:

• Dünyadaki tatlı suyun %80’i buzul olarak kutuplardadır.
• Dünyadaki nehirlerin yaklaşık 2/3ü (yaklaşık 300 nehir) sınır ötesi su olarak bir kaç komşu ülke tarafından paylaşılmaktadır. Bu nehirlerin hemen hemen tamamı komşu ülkelerle sorunlara yol açmaktadır.
• Yaklaşık 1,1 milyar insan temiz içme veya kullanım suyundan yoksundur.
• Her yıl yaklaşık 5 milyon insan temiz su ile ilgili hastalıklardan dolayı ölmektedir.
• 2025 yılında dünya nüfusunun üçte biri şiddetli derecede su sıkıntısı çekecektir.
• Halen dünyada 2,8 milyar insan şehirlerde yaşıyor, bu rakam 2025'te 4,5 milyara yükselecek. Şehirler temiz suya daha fazla ihtiyaç duymakta olup aynı zamanda da daha büyük atık su sorununa yol açmaktadırlar. Şehir nüfusunun artması ciddi su sorunlarını beraberinde getirecektir.
• Türkiye’de 3200 belediyenin yaklaşık 50 adedi kanalizasyon sularını arıtmaktadırlar. Başka bir deyişle nüfusun yaklaşık 50 milyonuna ait kanalizasyon suları doğrudan nehirlere dolayısıyla göl ve denizlere akmaktadır.” [[11]]

3- SUYUN İNSANIN VARLIĞINDA, YAŞAMINDA VE SAĞLIĞINDA Kİ YERİ VE ÖNEMİ!
Çok eski ve başlangıcı geçmişin derinliklerinde kaybomuş zaman dilimlerinde, yani Kadim zamanların simyacılarından günümüze gelen bilgiyi önemsemeyerek temel elementleri 105 tane olarak kabul edebiliriz. Elementlerin, aynı cins atomlardan meydana gelen saf maddelerden oluştuğunu (Ve keza şuana kadar tespit edilen 120 ayrı elementin olduğunu) biliyoruz. Bu anlamıyla da hava, su, toprak ve ateş’in makro planda dünyadaki canlıların/yaşamın temel elementleri olduğu da herkesçe bilinmektedir... Nasıl ki bir meyvenin içerdiği elementleri ve oranlarını bilsek de biz asla bir elma yapamayız; ateş’i, suyu, toprak’ı ve hava’yı gerekli oranlarda bir araya getirsek de ortaya dünya gibi bir şey koyamayız. Bu da ancak yıldız maddesinin içinden geçtiği tohumda şifrelenmiş bir programla olabilecek bir iş olsa gerek! Yazımızı “Dünya Su Günü ve Küresel Isınmaya” dikkat çekmek için kaleme alırken, Bu konuda Suyun tanımını daha açık ifade edebilmek için kaynak olarak baş vurduğumuz özgür ansiklopedi’nin kaynak olarak aktardığıhttp://www.unep.org” adresinden suya ilişkin aktarım şöyle;  
            “Su, bilinen tüm yaşam biçimleri için gerekli ve vazgeçilmez olan tatsız ve kokusuz bir maddedir. Su, canlıların yaşaması için hayati bir öneme sahiptir. Küçük miktarlarda çıplak gözle bakıldığında renksizdir. Dünya üzerinde farklı şekillerde bol miktarda bulunur. Birleşmiş Milletler Çevre Programı, Dünya'da 1.400 milyon km3 su olduğunu söylemektedir.”
            İnsan yaşamında suyun son derece önemi büyüktür. Dünyanın nasıl ki 4/3’ü sudan oluşmaktaysa insan vücudunun da önemli bir kesimi sudur, Kanın %92’si, kemiklerin %22’si, beynin ve kasların %75’i sudur. Bilindiği üzere su, insan yaşamı için oksijenden sonra gelen en önemli öğedir. İnsan yemek yemeden haftalarca canlılığını sürdürebilirken, susuz yaşayabilmesi ise kısa süreli günlerle sınırlıdır. Hücrelerin yaşamsal faaliyetleri, vücut fonksiyonlarının yerine getirilmesi vücudun su dengesinin korunması ile mümkündür. Vücutta biriken toksinleri atmak, vücudun ısı dengesini sağlamak için idrarla 1500, deri yoluyla 500, dışkı ve solunum ile 300’er ml (toplamda yaklaşık 2,5 lt) su kaybedilmektedir. Buna göre de;

İnsan vücudundaki;
% 1’lik su kaybında Hipotalamusta susama merkezini uyarılır.
% 3’lük su kaybınd Kan hacmi ve fiziksel performans azalır.
% 5’lik su kaybında Birey konsantre olamaz.
% 8’lik su kaybında Baş dönmesi, aşırı yorgunluk, soluma güçlüğü oluşur.
% 10’luk su kaybında Kas spazmı, aşırı yorgunluk, dolaşım - böbrek yetmezliği gibi ciddi sağlık sorunları ortaya çıkar.
% 20’lik su kaybında ise ÖLÜM! gerçekleşir.
            Uzmanalarca yapılan araştırmalara göre elde ddilen sonuçlarda İdeal vücut su oranları; metabolizmayı tetikler, hücrelerin kendini yenilemesini sağlamaya yardımcı olur, yaşlanmaya karşı etki gösterir. Ve salt bununla da sınırlı kalmaz, Kanın akışkanlığını sağlar, böylelikle kalp ve damarların yükünü azaltır. Tüm bunların yanısıra cildin dolgun, pürüzsüz ve genç kalmasını sağlamaktada son derece önemli bir yerinin olduğu iddia edilmektedir. Yine uzmanlara göre Vücuttaki su oranının yeterli düzeyde tutulması yaşamsal önem taşıdığından vücuttan kaybolan miktarlarda su alınması zorunludur. Çünkü vücudumuzda omurga dahil bütün organların bundan faydalandığı bir gerçektir.

4- SUYU NASIL BİLİRDİNİZ?

“İnsan doğadan yaşar,  yani doğa onun bedenidir,
ölmemek için onunla daimi bir diyalog sürdürmelidir.”[[12]]
            Herkes tarafından bilinir ki Su, insanların ve genel olarakta tüm canlıların en temel gereksinimi olma ve başlıca ekonomik faaliyetlere kaynaklık etme özelliği ile yaşamsal bir kaynaktır. Sosyal ve ekonomik faaliyetlerin sürmesi de hiç şüphesiz ki büyük ölçüde temiz ve yeterli su arzına sahip olmaya bağlıdır.
            Yeryüzündeki suyun %97’si tuzludur. Geriye kalan %3’lük tatlı su rezervinin büyük bir bölümü Kuzey ve Güney Kutuplarında buzullar içinde donmuş durumda bulunmaktadır. İnsanlar, bitkiler, yabani hayat, tarım ve sanayinin tümü bu %3’lük miktar ile varolmaktadır. Son 10 yılda bu kısıtlı su arzı üzerindeki küresel su talebi 6-7 kat daha artmıştır; bu oran dünya nüfusunun artış oranından iki kat daha fazladır. Halen, küresel ekonominin mağduru durumunda bulunanlar başta olmak üzere, dünya’da 2.4 milyar insan yetersiz ve kalitesiz su nedeniyle sağlıksız koşullarda yaşamaktadır. İçme suyu olarak kullanılan, akarsular ve yer altı su kaynaklarının, kapitalist işletmeler tarafından kirletilmesi sonucu her gün on-binlerce insanın yaşamı tehlike altına girmekte, her yıl 200 milyon insan kirli suya bağlı hastalıklara yakalanmakta ve bunların 2.2 milyonu  hayatını kaybetmektedir.
            Yeraltından pompalanan ve nehirlerden alınanları da içeren suların tahminen yüzde 70’i sulamada, yüzde 20’si endüstride ve yüzde 10’u gibi “küçük“ bir hacme sahip bir bölümü evlerde kullanılıyor. Bu üç sektör arasında giderek artan su rekabetinde, su ekonomisi tarımdan yana değil. Çin’de 1.000 ton su ile ortalama değeri 200 $ olan 1 ton buğday üretilebilirken, aynı miktarda su ile 14.000$ değerinde endüstriyel çıktı elde edilebiliyor–yani 70 misli daha fazla!.. Ekonomik büyümeyi ve beraberinde getirdiği işleri amaçlayan bir işleyişte, suyu tarımdan endüstriye kaydırmanın getirdiği kazanım kapitalistlerin iştahını kabartmaktadır.
            Keza şehirleşme, sanayileşme ve ekosistemin korunması su talebini artırıyor!.. Yaşam düzeyinin gelişmesi, kendi içinde ek su talebini de beraberinde getiriyor. Örneğin, insanların besin zinciri yükseldikçe ve daha fazla sığır, domuz, tavuk, yumurta ve süt ürünleri (özcesi; et ve süt ürünleri) tüketildikçe, tahıl kullanımı da artıyor. Hayvan ürünleri bakımından “zengin Amerika“n tipi beslenme tarzı Hindistan gibi pirinç’e dayalı beslenen bir ülkeye oranla dört katı tahıl gerektiriyor. Dört misli daha fazla tahıl kullanımı dört misli daha fazla su kullanımı anlamına geliyor.
            Eskiden bölgesel bir sorun olan su kıtlığı artık ulusal sınırları aşan ve uluslararası tahıl ticaretine etki eden bir konumda. Dünyanın en hızlı büyüyen tahıl ithalat pazarı Kuzey Afrika ve Fas, Cezayir, Tunus, Libya ve Mısır’ı kapsayan Orta Doğu ve İran’ın doğusundaki ülkeler. Bu bölgedeki her ülke su kıtlığı ve hızlı nüfus artışı ile karşı karşıya.
            Tarihin başlangıç yeri, uygarlık beşigi Mezopotamya şu anda kurak. Bu son yıllarda tarımsal üretim %90 oranında düşmüş durumda. Yağmur yağmıyor ve tohumlar henüz yeşermeden yanıyor. Bir zamanlar ormanlarında ceylanlar sürüsü gezen Mezopotamya, şu anda bir damla suya muhtac halde. Üst-üste açılan su kuyuları su taban seviyesinin cok aşağılara inmesine neden olmuş durumda. Sulama yapılabilen ve GAP barajına yakın bölgelerdeyse, aşırı su kullanımından dolayı toprakta tuzlanma oranı çok artmış durumda, tarım yapılamıyor. Bölge bir afet durumu yaşanıyor. Konya ovası keza öyle. İç Anadolu’da göller kurudu, diyebiliriz ki göller bölgesi, haritalarda var sadece!..
            Özcesi; Birleşmiş Milletler Çevre Programının (UNEP) 2002 yılında yayınladığı 3. Küresel Çevre Raporu’na göre, başta Afrika ve Asya kıtalarında yaşayanlar olmak üzere, dünyada 1,1 milyar insan güvenli içme suyu, 2,4 milyar insan ise güvenli arıtma hizmetlerinden yoksundur.
2002 yılında düzenlenen “Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi“nde ise, son 10 yılda temiz suya erişim ve atık suların arıtımında karşılaşılan yetersizliklerin sebep olduğu çocuk ölümlerinin, 2. Emperyalist paylaşım savaşından sonra yaşanan silahlı çatışmalarda kaybedilen insan sayısından fazla olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir!..

5- KÜRESEL ISINMA VE SONUÇLARI
“Koca selleri meydana getirenler,
küçük dereciklerdir.” [[13]]
            Tarımın başlangıcından beri iklim son derece istikrarlıydı. Oysa şimdi, sera gazı etkisiyle ısı giderek artıyor. Isınmaya, atmosferde başta karbondioksit (CO2) olmak üzere sıcağı tutan gazların yoğunluğunun artmasına neden oluyor. CO2 yoğunluğunda ki artışın iki kaynağının olduğunu ifade ediyor uzmanlar: Birincisi; fosil yakıtlarının  (Petro-kimya endrüstrisi) yanması ve ikincisi; ormansızlaşma!... Her yıl fosil yakıtlarının yakılması sonucu atmosfere 6 milyar ton karbon salınıyor. Ormansızlaşmadan kaynaklanan net karbon salınımı ise kesin olarak bilinmemekle birlikte, yıllık 1,5 milyar ton civarında olduğu düşünülmektedir. Her iki kaynağın da neden olduğu CO2 salınımları doğanın karbondioksit kaldırma kapasitesini zorluyor.
            1760 yılında Endüstri Devrimi başladığında, fosil yakıtlarının yarattığı karbon salınımları çok azdı. Ancak, 1950’ye gelindiğinde, atmosferdeki CO2 seviyesini sarsan bir miktar olan yıllık 16 milyon tona ulaşmıştı. 2000’de ise 6,3 milyar tonu bulmuştu. Dünya’yı ısıtan sera gazı etkisinin temeli 1950’den itibaren görülen bu 4 misli artışa dayanıyor.
            Buzların erimesi küresel ısınmanın en görünür sonuçlarından biridir. 1991’de dağcılar güneybatı Alplerinin İtalya-Avusturya sınırında bir buzuldan dışarı çıkmış bozulmamış bir erkek cesedi buldular. Cesedin 5.000 yıl önce bir fırtanaya tutulan kişi olduğu, hemen kar ve buzla kaplandığı icin hiç bozulmadığı anlaşılmıştı. 1999’da batı Kanada’nın Yukon Bölgesinde eriyen buzulda yine başka bir ceset daha bulunmuştu. O zamanda dile getirildiği gibi, atalarımız bize bir mesaj getirerek buzdan çıkıyorlar: dünya giderek ısınıyor denilerek ironi yapmıştı bilim insanları!..
Antartika yarımadası da buz kaybına uğruyor. Arktik Denizi ile kaplı Kuzey Kutbu’nun aksine, Güney Kutbu aşağı yukarı ABD’nin yüz ölçümüne eşit olan Antartika Kıtası ile kaplıdır. Kıta büyüklüğündeki ve 2,3 kilometre (1,5 mil) kalınlığındaki bu buz kütlesi sağlamdır. Ancak, komşu bölgelere uzanan ve buz kütlesinin parçaları olan buz şelfleri hızla yok oluyor.
            1999’da İngiliz ve ABD’li bilim insanlarının ekibi Antartika yarımadasının etrafındaki buz şelflerinin geri çekildiklerini bildirmişlerdi. Yüzyılın ortalarından 1997’ye kadar, buz kütlesi bozuldukça bu bölgeler 7.000 metrekare yitirmişti. Ancak daha sonra neredeyse bir yıl içinde 3.000 kilometre daha yitirdiler. Çok büyük  boyutlarda  kırılan aysbergler bölgedeki gemilere tehdit teşkil etmektedir. Bilim adamları buzun hızla erimesini o bölgedeki sıcaklığın 1940 yılından bu yana 2,5 santigrat derece (4,5 fahrenheit derece) artmış olmasına bağlıyor. Avrupa’nın Alplerinde, 1850’den beri yarıdan fazla küçülen buzul hacimlerinin küçülmeye devam etmesi, ve gelecek yüzyılın ortalarına doğru bu buzulların büyük oranda yok olması bekleniyor.
            Araştırmacılar, dağlık bögelerde sıcaklıktaki 1-2 santigrat derecelik çok küçük bir artışın bile yağışlarda ciddi değişimlere yol açtığını ortaya çıkarıyorlar. Öyle ki yağmur oranı artıyor ve kar oranı azalıyor. Bunun sonucunda, yağmurlu mevsimlerde daha fazla sel ve kar/buz kütlesi düşüşü yaşanırken, kurak mevsimlerde ise nehirleri besleyen kar erimelerinde azalma yaşanıyor.
            Doğanın yazın kar eridikçe kullanılmak üzere tatlı su depoladığı bu “gökteki rezervuarlar”, sulama başladığından beri mevcuttu ve binlerce yıldır çiftçilerin su gereksinimini karşılıyordu. Şimdi birden, yıllar sonra bazıları küçülüyor, bazıları tamamen yok oluyor, dolayısıyla sulama ve şehirler için su arzının önemli oranda azalmasına yol açıyor. Eğer Himalayalardaki kar/buz kütlesi – ki Antartika ve Greenland bu kütlelerinden sonra üçüncü büyük buz kütlesidir – erimeye devam ederse, Asya’nın su arzını etkileyecektir. Bölgenin önemli nehirlerinin hepsi – Indus, Ganj, Mekong, Yangtze ve Sarı Nehir – Himalayalardan doğmaktadır. Bu bölgedeki erime içlerinde Pakistan, Hindistan, Bangladeş, Tayland, Vietnam ve Çin’in de bulunduğu birçok Asya ülkesinin hidrolojisini (Su sistemini) değiştirebilir.
            Deniz seviyesi hem termal genleşme, hem de buzulların erimesinden etkilendiğinden küresel ısınmanın hassas bir göstergesidir. Termal genleşmenin ve buz erimesinin deniz seviyesinin yükselmesine etkileri aşağı yukarı aynıdır.
            Yirminci yüzyıl boyunca deniz seviyesi daha önceki 2.000 yıldakine oranla yüzde 50 daha fazla artış göstererek 10-20 santimetre (4-8 inç) artmıştı. Sıcaklık artmaya devam ettikçe bu artış hızlanıyor. 2001 yılında yapılan “Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli“ Değerlendirmesi (Intergovernmental Panel on Climate Change 2001 Assessment) yirmibirinci yüzyılda deniz seviyesinin 1 metre civarında artabileceğini öngörüyor. Deniz seviyesi yükselmesinin sayısız sonucu vardır. En belirgini okyanuslar kıtalara doğru genişledikçe meydana gelecek sel baskınlarıdır. Bir başka sonuç, tuzlu su istilâsıdır. Deniz seviyesi yükselince, tuzlu su kıyı tatlı su kaynaklarını istilâ eder. Bu istilâ şu anda birçok ülkenin kıyı bölgelerinde sorun yaratan taban suyu seviyelerinin düşüşü ile daha da kötü hale geliyor. İsrail, Pakistan, Hindistan ve Çin bu ülkeler arasında yer alıyor. Üçüncü bir etki kıyı erozyonudur: dalgalar karaya doğru çarptıkça, kıyıyı aşındırır ve deniz seviyesi yükselmesinin etkisini daha da artırır.
            Deniz seviyesindeki bir metrelik yükseliş ile Şangay’ın üçte biri sular altında kalacaktır. Çin genelinde, 70 milyon kişi 100 yıllık fırtına dalgasına maruz kalacaktır. Özellikle Asya’nın pirinç yetişen taşkın yatakları ve deltaları çok zarar görecektir. Dünya Bankası’nın bir analizine göre, Bangladeş pirinç üretiminin – 140 milyon insanının temel gıda maddesi – yarısını kaybederek en ağır darbeyi alacaktır. Şu andaki pirinç fiyatlarına göre, bu Bangladeş’e 3,2 milyar $’a mal olacaktır. Asya’nın yoğun nüfuslu nehir vadilerinde yaşayan sakinler zaten kalabalık olan iç bölgelere gitmeye zorlanacaklardır. Yükselen deniz seviyeleri Bangladeş, Çin, Hindistan, Endonezya, Filipinler ve Vietnam’da milyonlarca kişinin iklim mültecisi olmasına yol açacaktır.
            Sıcaklık artışı ve fırtınaların gücü birbirine doğrudan bağlıdır. Deniz yüzeyi sıcaklığı özellikle tropikal ve astropikal bölgelerde artarken, atmosfere yayılan ek sıcaklık daha yıkıcı fırtınalara neden oluyor. Daha yüksek sıcaklıklar, daha yüksek buharlaşma anlamına gelir. Atmosfere çıkan su yeryüzüne gelmelidir. Belli olmayan şey bu ek suyun nereye düşeceğidir. (En son Myanmar´a düstü,sonuclari ortada!..) Kış fırtınaları kuzey yarı kürede daha yıkıcı bir hal alıyor. Journal of Geophysical Research’de yazan S.J.Lambert, son yüzyılda bu yarı küredeki şiddetli kış fırtınalarının sıklığını analiz etti. 1920’den 1970’e kadar yılda 40 civarında fırtınaya rastlanmış. Ancak daha sonra sıcaklık yükselmeye başladıkça, fırtınaların sıklığı da artmış.

1985’den beri kuzey yarıkürede yılda 80 fırtına yaşandı – bir nesilden kısa bir sürede iki katına ulaştı. Geçtiğimiz on yılda, Batı Avrupa’da rekor tahribata yol açan birçok fırtına yaşandı. 1987’de İngiltere ve Fransa 17 hayata mal olan 3,7 milyar $’lık zarara neden olan bir kış fırtınasının acısını çektiler. 1999’da, Batı Avrupa üç alışılmadık şiddette kış fırtınasına maruz kalmıştı: Bunlar Anatole, Martin ve Lothar olarak uzmanlar tarafından isimlendirildiler. Bu fırtınaların sonuçlarını “Avrupa Çevre Ajansı/Çevre sorunları raporu No:35” isimli broşürün “Avrupa’da yakın tarihlerdeyaşanan doğal felaketlerin ve teknolojik kazaların etkilerinin incelenmesi“ bölümünde şu şekilde aktarılmaktadır:
“26 ve 28 Aralık 1999 günleri arasında, iki ekstra tropik siklon (RSM, 2000), Lothar ve Martin, sırasıyla kuzeybatı Fransa’dan Almanya’ya ve güney Fransa ile İsviçre boyunca ilerledi. Rüzgar hızı, birincisinde 180 km/s ve ikincisinde de 160 km/s değerlerinin üzerine çıktı. Kasırgalar, büyük yıkıma neden oldu, 125 kişi öldü, evler zarar gördü, elektrik şebekeleri, taşıma ve iletişim hatları gibi altyapı öğeleri kullanılamaz hale geldi. O zamana kadar Avrupa’nın gördüğü en korkunç doğal felaketin bilançosu çok ağırdı: Yalnızca sigorta kapsamındaki rakam, çoğu sanayi ve devlet sektöründe olmak üzere 6,7 milyar euro”dur şeklinde raprda yer verilmektedir.
            1999 Lothar ve Martin kasırgalarında olduğu gibi kasırga zararlarının giderilmesi ortalama olarak 10 yıl sürmektedir. Ve bu zararların en ağırını ve acısını da hiç şüphesiz ki yine insanlık çekmektedir.
Yapılan tahminlere göre, bugünkü gidiş durdurulamazsa önümüzde ki on yıllar içinde ekilebilir topraklar yaklaşık % 20-30 oranında azalacaktır. Bu arada belirtilmesi gereken bir konu da, mega projeler olarak görülen sulama projeleridir. Bu projeler süreç içinde doğru yönlendirilmezse topraktaki tuz oranı artacaktır. Bir araştırmaya göre, her yıl bu tür olumsuzluklar yüzünden verimsizleşip terk edilen alanın yaklaşık 10 milyon hektar olduğu tahmin edilmektedir. İnsanlığın geleceğini ve yaşamını tehlikeye atan bu olumsuz gidiş çölleşme olarak adlandırılmaktadır.

6- KAPİTALİZMİN ÇÖPLÜĞÜ!
“Uçaklar atlardan daha hızlı gider diye,
bu dünyanın daha iyiye gittiğini göstermez.”[[14]]
            Kapitalist ülkelerde, daha özlü ifadesiyle kapitalistlerin yaşanmakta olan ekolojik problemleri gelişmekte olan teknolojik imkanlarla çözülmesi yönünde ki uğraşları sürmektedir. Fakat bu sorunları sözde teknolojik gelişmişlikle sorunu “çözme” yönünde “uğraş” içerisinde olduğunu ifade eden global sermaye devleri, bunu yaptığını söylerken diğer yandan da yaratılan tüketim toplumu ve bu topluma sunulan ürünlerin yarattığı sorunlardan biri de atık ve çöp sorunu olarak ortaya çıkmıştır.
Tüketim alışkanlıklarının değişmesi ile yaygınlaşan ambalajlı ürün kullanımı ve “kullan at” türünden malzemeler, bugün dev boyutlara ulaşan çöp sorununun başlangıç noktası olmuştur. Tüketim çılgınlığı dünyamızı dev bir çöplük haline getiriyor. Örneğin, yapılan bir araştırmada, ABD’de NewYork kenti çöp toplama merkezi “Fresh Hills”e haftada 100 bin tondan fazla çöp atılmaktadır. Bu miktar, örneğin, Mısır’daki piramitlerden 10 kat daha büyük bir kütleye eşittir. Yine yapılan bir diğer araştırmada, çöplerin %25’inin hazır yemek ambalajı, %30’unun polistirin köpük, %25’inin kağıt, geri kalanının ise ağırlıklı olarak plastik, çocuk bezi türü atıklar olduğu görülmüştür. Öte yandan, plastik atıkların ya da plastik türevi atıkların çöp dağlarını oluşturan atıklar içinde, zehirli radyoaktif atıklardan sonra en tehlikeli atık türü olduğu bilinmektedir. Sonuç olarak, kola kutularından pet şişelere, hastane atıklarından radyoaktif atıklara kadar çöpün içeriğini oluşturan malzemeler çeşitlilik ve çokluk göstermektedir. Böylece, dünya kapitalizmin çöplüğü olmuş ve insanlık çöp sorunu, çöp dağları ile karşılaşmıştır…
            Kapitalizmin kâr hırsı, dünyanın doğal kaynaklarının, sermayenin hoyratça kullanması sonucu tükenmeye yüz tuttuğu ve aşırı-gereksiz tüketim sonucu dünyanın atık ve çöplerle boğulmaya başladığı gerçeği karşımızda duruyor. Tüm bu aşırı tüketimin sonucu olarak dünyamız çöpe boğulmuş durumda.
            Dünyanın içinde bulunduğu durumla ilgili çeşitli araştırmalar yapan Worldwatch Institute”nün 2004 yılı durum raporu tüketim konusuna ayrılmış bulunuyor. Bu rapora göre;
            “2005 yılında 500 milyon civarında cep telefonunun atılması sonucunda, yüzbinlerce litrelik atık oluşturacağı tahmin ediliyor. 1998-2002 yılları arasında ABD’de kişisel bilgisayar kullanımı da tam 5 kat artmış durumda. Herbir bilgisayarda 6.3 kiloluk plastik bulunuyor ve PVC’nin dönüşümü de son derece zor.” Yine rapordan birkaç çarpıcı örnekle devam edelim. “1970-2001 yılları arasında ABD’de kolalı içecek tüketimi iki katına çıkarak kişi başına 180 litreye ulaştı. Süt tüketimi %30 oranında azalırken, obez nüfusun oranı da üç kat arttı. Yalnızca 2001 yılında dünya çapında 159 milyar plastik şişe, 112 milyar teneke kutu, 70 milyar cam şişe çöpe atıldı. Yine yirminci yüzyılın ikinci yarısında kağıt tüketimi de altı kat arttı. Dünya kağıt tüketiminin %93’ü ağaçlardan sağlanıyor.” denilmekte. Bu da dünyada ki ormanlardan elde edilen malzemenin beşte birine eşit demek oluyor.
            Devam edelim, Milliyet Gazetesi’nin, 25 Nisan 2004 tarihli yapmış olduğu araştırmaya göre, Dünya genelinde ki Yıllık harcamaların dolar olarak bir istatiğine göre ise genel harcamalar şu şekilde ortaya çıkıyor. Yıllık Kozmetik Parfüm için yapılan harcama 18 milyar dolar, Evcil hayvan maması için 15 ile 17 milyar dolar arası, Dondurma Tüketimi için 11 milyar dolar, Atlantik ötesi seyahatler için yapılan gezilere ise 14 milyar dolar civarında devasa harcamalar yapılmaktadır. Bunların yanısıra yapılan diğer bir araştırma ise, İnsanların temel ihtiyaçlar için yıllık gerekli bütçe dolar bazında incelenmiştir ve sonuçları şu şekildedir; Kötü beslenmenin ortadan kalkması için yıllık 19 milyar dolar yeterli gelmekte. Dünyada herkes için okuma-yazma sorunun ortadan kalkması için 5 milyar dolar gerekli, Dünya çocuklarının açlık sorununun ortadan kalkması için 10 milyar dolar, ve yine dünya çocuklarının içecek su bulunması ve hastalıklardan korunması için aşılanmasına gerekli olan para 1.3 milyar dolar düzeyinde olduğu verileri verilmekte. Dünya genelinde ki keyfiyet için yapılan harcamalar ile İnsanların temel ihtiyaçlar düzeyinde ki gereksinimleri olan miktarla krşılaştırıldığında aradaki devasa farklar ürperti verici bir durumda olduğu görülecektir.
            Bu bölüme ilişkin son söz olarak diyebiliriz ki; Ya dünyamız dev bir çöplüğe dönüşecek, ya da kapitalizm tarihin çöplüğüne gömülecek!

7- DÜNYANIN EN KİRLİ 10 KENTİ
“İnsanca şeyler bana
hiç yabancı gelmiyor” [[15]]
            Yaşamakta olduğumuz dünya, kapitalizmin daha fazla kar ve daha fazla sömürü hırsıyla havasından suyuna, yiyeceğinden içeceğine dek kirletiliyor ve yaşanmaz hale getiriliyor. Örneğin Amerika’daki çevre kuruluşu Blacksmith Institute’in ingilizce yayınladığı “Dünyanın En Kirli 10 Kenti”[[16]], başlığıyla verilen istatistiklerin Türkçeye çevirilerek aktarımına baktığımızda görülecektir ki dünyanın en kirli 10 kentinin listesine göre, dünyada 12 milyon kişi çevre kirliliğinden ciddi boyutlarda etkileniyor ve milyonlarca insanın yaşamı bir bütün olarak tehlike içinde!..

KENT              (ÜLKE)                                   NÜFUS
SUMGAYIT                (AZERBAYCAN)                   275 bin kişi
LİNFEN                      (ÇİN)                                      3 milyon kişi
TİANYİNG                  (ÇİN)                                      140 bin kişi
SUKİNDA                  (HİNDİSTAN)                        2.6 milyon kişi
VAPİ                            (HİNDİSTAN)                        71 bin kişi
LA OROYA                 (PERU)                                  35 bin kişi
DZERZHİNSK          (RUSYA)                                300 bin kişi
NORİLSK                  (RUSYA)                                134 bin kişi
ÇERNOBİL               (UKRAYNA)                           5.5 milyon kişi
KABWE                      (ZAMBİA)                                255 bin kişi
            Yukarıda ki istatistik veriler durumun vahametini de ortaya koyuyor. Yine “İngiltere ‘Avrupa’nın Çöplüğü’...”, başlığıyla Cumhuriyet gazetesinin , 8 Ocak 2007, tarihli sayısında yayınlanan yazıya göre ise, “İngiltere’de her yıl 27 milyon ton civarında çöp toplandığı, bunun diğer Avrupa ülkelerinden en az 7 milyon ton fazla olduğu ve bu durumun ülkeyi “Avrupa’nın çöplüğü” hâline getirdiği“ ifade ediliyordu.  Yine bu yazıda “İngiltere’yi 20 milyon ton çöple İtalya, 17 milyon tonla İspanya, 13 milyon tonla Fransa ve 10 milyon tonla Almanya izliyor.“ Denilerek çöplük atıklarının sıralamsını da ortaya koyuyordu.
            Bunların yanında Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilâtı’nın (OECD) ‘Temel Çevresel Göstergeler 2007’ raporunda yapılan açıklamada ise, Türkiye’nin çöp, hava kirliliği, su temizliği gibi konulardaki durumuna dikkat çekilmiş, ve şu şekilde açıklanmıştı: “Çöp üretiminde en yakın ülke olan Macaristan’a fark atan Türkiye, hava kirliliğinde ise Avustralya’nın hemen ardından ikinciliği aldığı“nı açıklamıştı.
            Türker Alkan, 9 Kasım 2006 yılında Radikal gazetesinde vermiş olduğu demeçte “Kirliliğin Küreselleşmesi”, başlığı altında “İyi de bu vahim tabloda kirliler, kirletenler, kirlenenler kimler” diyerek “Sanayileşmiş ülkeler, özellikle de ABD, sorumsuzca üretiyor ve tüketiyor. ‘Maliyeti artıracak,’ diye önlem almıyor... Sonuç olarak bunun cezasını bütün dünya çekiyor, [[17]] (Türker Alkan, “Kirliliğin Küreselleşmesi”, Radikal, 9 Kasım 2006, s.5.) vurgusunun altını çizmişti.



8- “ZAMANIN ÇAĞRISINA KAYITSIZ KALAMAYIZ!” [[18]]

“Bir varlık etki ettiği ölçüde vardır
ve varolduğu ölçüde etki eder.”[[19]]
            Chomsky isimli yazar “Hegemonya yada Hayatta Kalmak” (Hegemony or Survival) adlı kitabında “İnsanlar bu yıkma ve yok etme kapasitelerini bütün tarihleri boyunca kullanmışlar.”diyor ve ekliyor; “Özellikle de son bir kaç yüzyıl içinde bu kapasitelerini dramatik biçimde ortaya koymuşlar, İnsanlığa ve çevreye muazzam bir yıkım getirmişler. Daha karışık organizmaların çeşitliliğine tasallut etmişler ve bunu da soğuk kanlı, hesaplanmış bir vahşetle, kendi türlerine yönelik olarak da uygulamışlar. Burada önemli olan şu: Herşey bitmeden önce bu karabasandan uyanabilecek miyiz?” Chomsky’in vurguları son derece önemli... İnsanlık tarihinin bir ‘yıkma’ ve ‘yok etme’ tarihi olduğunu ve insanlığın kapasitesinin yüz yıllardır bu eylemler için kullanıldığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Tüm bunları ifade ederken “Burada önemli olan şu: Herşey bitmeden önce bu karabasandan uyanabilecek miyiz?” vurgusunu yaparak insanlığın bu ‘yıkma’ ve ‘yok etme’ eylemlerinin gelmiş olduğu ve gelebileceği tehlikeli boyutlara dikkatkleri çekerek, tüm insanlığın daha henüz herşey bitmeden sistemlerin bu derin hipnozlarından kurtulmaları gerektiğine dikkat çekmektedir.
            Marksizmin kurucusu ve kuramcısı Karl Marx ve Engels, doğa sorunlarından söz ederken, Stoffwechser’in ya da Liebig’in kapitalist toplum ile doğanın ekolojik çelişkisini anlatan ve “etkileşim içinde olan sosyal metabolizma sürecinde tamiri imkânsız bir çatlak oluşturan” metabolizma kavramını benimsiyordu. Marx, “kapitalist üretimin, sosyal üretim sürecini ve tekniğini, zenginliğin temel kaynakları olan işçiyi ve toprağı zayıflatarak geçtirdiğini” ifade etmişti ve insanlık ile doğa arasındaki metabolik ilişkideki bu çatlağın, ancak sistematik bir biçimde, “sosyal organizasyonu yöneten bir kural” olarak iyileştirilebileceğini öne sürüyordu. Bu kural ise, emek sürecinin (ki bu sürecin kendisi de insanlar ve doğa arasında metabolik bir süreç olarak tanımlanıyordu), ulusal yönetmeliklerle, gelecek nesillerin de ihtiyaçları göz önünde tutularak düzenlenmesiyle mümkün olabilecekti. “Bütün bir toplum, ulus, ya da aynı anda var olan bütün toplumlar dünyanın sahipleri değiller,” diyordu Marx. “Yalnızca dünyadan yararlananlar, dünyayı şimdilik kullananlar olarak, iyi aile reisleri gibi, dünyayı gelecek nesillere daha da iyi bir durumda bırakmaları gerekir.” demişti.[[20]]
Bugün hepimiz, Marx ve Engels’in benimsediği, doğa ve toplumun birbiriyle diyalektik etkileşiminden kaynaklanan ve küresel ısınmanın simgelediği, gitgide hızlanan ekolojik krizle karşı karşıyayız. Çevre sosyolojisinde son zamanlarda yapılan çalışmalar Marx’ın metabolik ayrım teorisini, ölen okyanuslar, iklim değişikliği ve gübre döngüsü gibi sorunlara uygulamaya başladı. Bugün karşı karşıya olduğumuz, fosil yakıtların hızlıca yakılmasından kaynaklanan “karbon ayrımı” konusunda yazan Brett Clark ve Richard York, bu problemin çözümünün temel toplumsal ilişkilerin değişmesi dışında olamayacağını söylüyorlar. Teknoloji bu sorunlara bir çare bulamayacak gibi görünüyor, çünkü “Jevons Paradox” diye tanınan bir dinamik var. Şöyle ki: kapitalizmde, verimliliğin artması, kaçınılmaz olarak üretimin de genişlemesine yol açıyor ve bu da doğal kaynak ve enerji kullanımım çoğaltarak biyosfere daha fazla yüklenilmesine neden oluyor. İşte bu nedenle, Clark ve York, “Teknolojik gelişmeler, kapital ilişkilerinin baskılarından özgürleşmedikçe, karbon ayrımı sorununu çözemez” sonucuna varıyorlar.
            Gerek insanlığın sömrüsüz ve eşit bir şekilde huzurluca yaşaması ve gerekse Küresel çevre sorunlarına gerçek, yani sürdürülebilir, tek çözüm, Marx’ın sözleriyle, “Kör bir gücün emrindeymişçesine üretimi sürdürmek-tense, üreticilerin, insan metabolizması ve doğa ilişkisini rasyonel bir biçimde, işbirliğiyle, insan doğasına en uyumlu ve en az enerji harcayan yöntemlerle yönetmeleridir.”[[21]] (Johjn Bellamy Foster, “Marx ve Küresel Çevre Tartışması”, Monthly Review, No:17, Ocak 2008) Dünyada sürdürülebilir bir yaşam imkanının/koşullarının sağlanması, yani dünyanın yaşanır kılınması ve İnsanların özgürlüğü gibi amaçlar birbirinden ayrılamaz. Bu amaçlar ancak günümüz yüzyılında (XXI. yüzyılda) sosyalizmin yapılandırılmasıyla gerçekleşebilir.
            Uluslararası kuruluşlar, yukarıda sözünü ettiğimiz bir kısım sorunlara çözüm arayışları çerçevesinde insan sağlığı, gıda güvenliği, endüstriyel gelişme ve eko-sistemlerin korunması için su kaynaklarının daha etkin bir biçimde kullanılması ve yönetilmesinin gerekliliğine ve küresel ısınmaya yönelik açıklamlarla dikkat çekmeye çalışılmasına karşın, bu yönlü çabalarla yapılan toplantılar su kaynaklarının tekeller tarafından bölüşüm-paylaşım esaslarının belirlendiği zeminler olmaktan öteye gidememektedir. Dünya’yı kirletenler (Kapitalisler), onu temizlemeyi bir görev olarak önlerine koymuyorlar/ koy(a)mazlar!.. Onu ancak bu dünya’da insanca yaşama hedefinde olanlar yapabilir… Bunu yapmak zorundayız çünkü kendimize, hayatımıza, bizi var eden suya, toprağa, ateşe ve havaya borcumuz var, bizi insan yapan budur!.. İnsanlıkla ve dünyayla ilgili her sorun, biz insanların doğal varlıklarının bir sorunu olarak görülmek durumundadır. Bu yönüyle de, doğal varlıklarımızın korunması ve gelecek kuşaklara taşınması, bir insanlık sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. O halde, çözüm yolunda da son sözü insanlığın söyleyeceği açıktır.  Çözüm, hiç şüphe yok ki, her zamanki gibi ”Başka Bir Dünya Mümkün ve Zorunludur!” diyenlerce ve bu yönlü bir sosyal pratik çaba ve örgütlü mücadele içerisine girenlerce geliştirile bilecektir...
            Fred Pearce “Son Nesil“ adlı kitabında “İklim sistemin eşik noktasında, insanlık olarak uçurumun kenarında duruyoruz. Bu eşiğin ötesinde kurtuluş yoktur.“ demektedir. Bunun seçimi tamamen kendi ellerimizde...
            Son söz yerine; “Bütün Ülkelerin Proleterleri ve Ezilen Halkları, Emperyalizme Karşı Birleşiniz” yoksa dünya yok olacak!..





9- Kaynaklar:

[1] Oscar Wilde.
[2] Friedrich Engels.
[4] Fortune dergisi. Mayıs 2000
[5] Dursun Yıldız, “Sular Özelleştirilemez”, Cumhuriyet, 23 Eylül 2007, s.12.
[6] Dursun Yıldız, “Serbest Piyasa Yoksulu Vuruyor”, Cumhuriyet, 16 Ağustos 2007, s.9.
[7] Ali Faik Demir, “Su Silah Olursa Savaş Çıkabilir”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2007, s.9.
[8] Ömer Madra. Küresel Isınma Ve İklim Krizi.
[9] “Endüstride Tüketim, Başı Çekiyor”, Cumhuriyet, 4 Aralık 2007, s.12.
[10] Murat Gülderen, “2.5 Milyar Kişi Temiz Su Yoksunu”, Cumhuriyet, 4 Aralık 2007, s.12.
[11] www.memocal.com
[12] Karl Marx.
[13] W. Shakespeare.
[14] Ernst Hemingway, Klimanjaronun Karları.
[15] Terence.
[16] Yeni Şafak, 16 Eylül 2007, s.9.
[17] Türker Alkan, “Kirliliğin Küreselleşmesi”, Radikal, 9 Kasım 2006, s.5.
[18] E. Che Guevara, “Üç Kıtaya Mesaj.”
[19] Hegel.
[20] Temel Demirer
[21] Johjn Bellamy Foster, “Marx ve Küresel Çevre Tartışması”, Monthly Review, No:17, Ocak 2008, s.125-127.