“NANKÖR İNSAN, HER
ŞEYİN FİYATINI BİLEN
FAKAT HİÇBİR ŞEYİN DEĞERİNİ BİLMEYEN KİMSEDİR!”[1]
H.GÜRER
Ocak, 2009
“Doğa üzerindeki zaferimizden dolayı
kendimizi fazla kutlamayalım.
Her bir zafer için, doğa bizden intikamını
alacaktır.
Her adımda etimizle, kanımızla,
beynimizle kendisine ait olduğumuzu ve
Özgür Ansiklopedi Küresel ısınma’yı, “insan
tarafından atmosfere verilen gazların sera etkisi yaratması sonucunda, dünya
atmosferi ve okyanuslarının ortalama sıcaklıklarında belirlenen artışa verilen
isimdir.” Şeklinde açıklıyor. Özlü olarak ifade edilen Küresel ısınma’nın
sonuçlarına Şubat 2007 tarihli BM Raporunun[[3]] kısaca açıklamalarına yer verecek olursak;
Konu
ile ilgili Birleşmiş Milletler raporu, şubat 2007 tarihinde Fransa'nın başkenti
Paris'te açıklama yapmış ve BM Raporunda küresel sıcaklık artışının olası
etkilerini aşağıdaki biçimde özetlenmiştir.
-
“+2 derece: Su sıkıntısı başlayacak Kuzey Amerika'da kum
fırtınaları tarımı yok edecek. Deniz seviyeleri yükselecek.
-
Peru'da 10 milyon kişi su sıkıntısı çekecek.
-
Mercan kayalıkları yok olacak.
-
Gezegendeki canlı türlerinin yüzde 30'u yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya kalacak.
-
+ 5 derece: Denizler 5 m. Yükselecek.
-
Deniz seviyesi ortalaması 70 metre olacak.
-
Dünyanın yiyecek stokları tükenecek.
-
+ 6 derece: Göçler başlayacak.
-
Yüz milyonlarca insan uygun iklim koşullarında yaşamak
umuduyla göç yollarına düşecek.” Şeklinde özetlenmekteydi.
“XX. yüzyılda
petrol, devletler ve şirketler için ne ifade ettiyse, XXI. yüzyılda da
ulusların varlık düzeyini belirleyecek değerli bir “meta” (meta kelimesini
tırnak içine ben aldım. Dikkat edelim,su bir “meta” olarak ifadelendiriliyor!)
olan su aynı değerde olacaktır,”[[4]] öngörüsü yapan
Fortune dergisinin Mayıs 2000 sayısında, su endüstrisinin küresel trendi ile
ilgili yukarıda söylenenler dev şirketlerin ve tekellerin dikkatini de bu alana
çekmişti. Su herkes tarafından bilindiği üzere yaşamsal, doğal bir kaynaktır. Keza
bu gerçeklikten dolayı da en doğal insan hakkı olarak kabul edilmesi gerekiyor.
Fakat yaşamak zorunda bırakıldığımız kapitalist-emperyalist sistemde ne yazık
ki Su yukarıda ifade ettiğimiz biçimiyle ele alınmamaktadır. Kapitalizm her
şeyi meta olarak ve kar amaçlı gördüğü gibi insanların/canlıların en temel
yaşam kaynağı olan suyu da bu şekilde ele almaktadır. Nihayetinde Kapitalizm bir meta
üretimi sistemidir, bu yapısı gereği her şeyi metalaştırır, her şey para aracılığıyla kullanım
değerinin ötesinde değişim değeri ölçütüyle, yani para-mal-para mantığıyla
bakar! Bundandır ki kapitalistlere göre Su’da bir
metadır! İnsanın/canlıların temel yaşamsal kaynağı olan su kaynaklarına ulaşım
hakkının kısıtlandığı bir dünya düşünebiliyor musunuz? Sanıyoruz ki düşünmeye
gerek yok,(!) çünkü bunu şimdiki sistemde yaşadığımız dünyada en başta da Afrika
kıtasında görmemiz mümkün… Dursun Yıldız’ın “Bu politikalar bir de sosyal bir
parametre içeriyor. Su kaynaklarının geliştirilmesi politikalarının içinde
mutlaka sosyal boyutun ele alınarak buna göre düşünülmesi gerekiyor. O sosyal
parametre, su kaynaklarının geliştirilmesini, kamusal yönetim bakış açısıyla
ele alınmasını da gerekli kılıyor. Su kaynakları yönetiminin bir kamu hizmeti
olarak ele alınması gerekir.”[[5]] (Dursun Yıldız, “Sular Özelleştirilemez”) der ve devam
eder; “Ancak su ve su kaynakları serbest piyasa koşulları içinde bir ticari mal
olarak görülmektedir.”[[6]] (Dursun Yıldız, “Serbest Piyasa Yoksulu Vuruyor”)
ibaresine çarpıcı bir tespit de Ali Faik Demir’in, “Su Silah Olursa Savaş
Çıkabilir”, başlığı altında Cumhuriyet Gazetesinin, 22 Ağustos 2007 tarihli
sayısında çıkan şu çarpıcı tespiti yer alır:
“Ortadoğu başta olmak üzere suyun kıt olduğu bölgelerde
su savaşlarının çıkması muhtemeldir.”[[7]]
(Ali Faik Demir, “Su
Silah Olursa Savaş Çıkabilir”) Öyle ki, yazının devamı
boyunca aşağıda aktaracağımız istatistik verilerde de görüleceği üzere,
yaşadığımız yerküre önümüzdeki on yıllarda, bilinen tüm yaşam biçimleri için gerekli ve vazgeçilmez
olan tatsız ve kokusuz bir madde olan
su rezervlerinin kuruması sonucu insanlığın kuraklık ve susuzluk gerçeğiyle
yüzleşeceğidir. Bilim insanlarının yapmış oldukları araştırma ve incelemeleri
sonucu, Böylesi bir aşamaya gelindiğinde, insanların bu yaşamsal maddeyi ne
denli hacimli paralar karşılığında almaya kalkarlarsa kalksınlar alamayacaklarıdır!..
Çünkü bu yaşamsal maddeleri satarak, satan tarafın kendilerini bu maddeden
mahrum bırakmayacakları/yani yaşama hakkından vaz geçmeyecekleri gerçekliği söz
konusudur!
Küresel ısınma sonucu buzulların
erimesi, dünyanın klimasının bozulmasına neden olmakla birlikte, mevsimlerin değişimi
doğanın denge taşlarını da bir bütün olarak yerinden oynatmasına neden
olmuştur. Dünyanın 4/3’ünü kapsayan suyun kirletilmesine ve kullanılmaz duruma
getirilmesine bir örnek olması açısından denizlerde yaşanan kirliliği
istatistik verilerine göre sıralarsak; Dünyada her yıl
450 milyar metreküp arıtılmamış yada kısmen arıtılmış çöp ile endüstriyel ve
tarımsal atık denize atılıyor. Denizlere, yüzde
50’si plastik olmak üzere saatte 675 bin kilogram çöp atılıyor. Türkiye’de,
sanayi tesislerinin yüzde 98’inde, belediyelerin yüzde 95’inde, turizm
tesislerinin ise yüzde 81’inde atık arıtma tesisi bulunmuyor. Dünya nüfusunun
neredeyse yarısı sahillerde yaşıyor. Her 20 kişiden 1’i, ömründe bir
kere, kirli bir denize girmekten hastalanıyor. Her yıl yaklaşık 250 milyon
kişi, kirli denizlere girdiği için mide ve bağırsak enfeksiyonu ile üst solunum
yolu hastalıklarına yakalanıyor. Ticari olarak avlanabilen balık türlerinin en
az yüzde 70’i gereğinden fazla tüketilmiş durumda bulunuyor. Denize atılan bir
cam şişe 1 milyon yılda, 1 plastik şişe ise 450 yılda ancak doğaya karışıyor.
Denizlerdeki çöpler, her yıl 1 milyondan fazla deniz kuşunu öldürüyor. Akdeniz
havzası, dünyadaki 34 sorunlu bölge içinde üçüncü sırada yer alıyor. Deniz
kirliliği, küresel ısınmanın ana nedeni olarak algılanıyor. Sanayi, turizm ve
kentleşmeye yönelik çalışmalar nedeniyle artan bir kirlilik tehdidiyle karşı
karşıya bulunan denizlerin insan sağlığı açısından tehlike arz ettiği
ortadadır. Ve son olarak, Deniz Temiz/Turmepa’nın çalışmasına baktığımızda ise,
dünyada her yıl 450 milyar metreküp çöp denize atılıyor! Bu ürperti veren
kirlilik karşısında doğanın kendisini yenileme mekanizması da bir bütün olarak
işlevsiz kalıyor. Kuşkusuz ki salt bunlarla sınırlı değil doğaya verilen
zararlar. Termik Santrallerden tutalımda, Nükler Santrallerden çernobillere
kadar zehirlenen bir dünya’da yaşıyoruz... Bir sistem düşünün ki insanlık aç
bırakılmış, sefilleştirilmiş ve bir sistem düşünün ki yaşanan dünyaya
felaketlerin dışında hiç bir şey getirmemiş! Bu sistemin artık sürdürülemez hale geldiği ve bu sistemin (kapitalizmin) yıkılarak,
yerle bir edilerek insanlığın ve ekolojik tahribatın durdurulabilmesi dünya
gericiliğine kan kusturan halkların silahı devrimci Marksizm-Leninizm-Maozim
ile mümkündür... Keza MLM biliminsiz bir insanlığın ve ekolojinin kurtuluşu mümkün
olamayacağı gibi çözümleyicide olamaz...
2- DÜNYA
SU GÜNÜ VE SUSUZ DÜNYA!
BM Genel Kurulu 1992 yılında Rio
de Janerio’da düzenlenen “BM Çevre ve Kalkınma Konferansı”nda dünya’da suyun
giderek artan öneminden dolayı her yıl 22 Mart gününün "Dünya Su
Günü" olarak kutlanmasına karar vermişti. Böylesi bir sorunun görülüp
gündeme alınması olumlu olsa da, bu sorunun köklü olarak çözümü yönünde ki
girişimler, yapılan semineler, konferanslar, paneller, konuya ilişkin tanıtım
filmleri ve reklamlar gibi yığınla çalışma da üzerinden atlanmaması gerekecek
denli önemli. Fakat; BM tüm bunları yaparken sorunun köklerine inmek ve gerek
küresel su sorununun ve gerekse global ekolojik değişimin nedenleri olan
kapitalist üretim ve nükleer ve kimyasal denemelerin üzerine gitmek yerine,
insanların kullanmakta oldukları suda tasarruf etmeleri halinde bu sorunun
önemli oranda çözümlenebileceğini öğütlemiştir. Kuşkusuz ki bu yönlü insanların
tasarruflu davranması varolan soruna karşı sorumluluk açısından önemliyken,
soruna kaynaklık eden şeyin de tek başına bu olmadığını, esas sorunun
kapitalist-emperyalist sistem olduğunu belirtmekte fayda var. BM’nin tüm bu
çalışmaları bir yönüyle olumluluk taşırken, sorunun özünün bu olmamasından
kaynaklı da öze hitap etmiş olmuyor. Yani kuraklığın çaresi tek başına su
tasarrufu yapmak değil, dünya halklarına kan kusturan,sömürü ve talanla insan
emeğini sömürerek ayakta duran sistemi yıkma, yeni bir dünya yeni bir yaşam
yaratma mücadelesine katılmaktır. Dolayısıyla da, okun esas sivri ucunu hiç
şüphesiz ki kapitalist emperyalist sisteme, yani insanlığı ve dünyayı bu hale
getiren çürüyen sisteme yöneltmek zorundayız. Bunu yaparken de tek-tek bireyler
olarak tüm bu sorunlara karşı da kayıtsız kalmamak, sorumlu davranmak kendisine
insanım diyen her duyarlı birey için son derece önemlidir. Bunları yerine
getirmek gerekiyor. Bu anlamıyla da başlıca nelere dikkat etmemiz gerektiği
yönünde bazı çarpıcı çalışmalara yer vermekte fayda olacaktır. Dolayısıyla da “Su tasarrufu sağlamak
için 9 basit önlem” başlığı altında toparlanan noktaları aktarmakta fayda var.
“1 - Musluğu açık bırakmayın!
Sebze meyveler elde yıkamak yerine su dolu bir
kapta yıkanırsa çok daha az su tüketilir. 4 kişilik bir aile bu yöntemle yılda
ortalama 18 ton su kurtarabilir.
2 - Bulaşık makinesini kullanın!
Bulaşıklar elde yıkanırsa, ortalama 84-126 litre su
harcanır. Oysa bulaşık makinesi sadece 12 litre su ile yıkar. Bu da, bir yılda
ortalama 26-40 ton su tasarrufu demektir.
3 - Diş fırçalarken, tıraş
olurken suyu kapatın!
Kullanılmadığı halde açık bırakılan su harcaması,
yılda kişi başına ortalama 12 tondur. 4 kişilik bir ailede bu rakam yaklaşık 48
tondur.
4 - Daha kısa duş alın!
5 dakikalık bir duş sırasında ortalama 60 litre su harcanır. 4 kişilik
bir ailenin her bir ferdi duş süresini 1 dakika azaltırsa yaklaşık 18 ton suyu
kurtarır.
5 - Muslukları
kontrol edin!
Muslukların su kaçırmadığından emin olun ve gerekirse tamir ettirin. Her saniye bir damla su damlatan musluk, yılda 1 ton su harcar.
Muslukların su kaçırmadığından emin olun ve gerekirse tamir ettirin. Her saniye bir damla su damlatan musluk, yılda 1 ton su harcar.
6 - Sifonu gereksiz kullanmayın!
Aile fertleri günde birer kez sifonu amacı dışında
çekerse, yılda 16 ton su harcar. Rezervuara, su dolu 1,5 litrelik bir pet şişe
yerleştirin yılda 2 ton su tasarrufu sağlayın.
7 - Duş başlığını değiştirin!
Duş başlığını suyu daha iyi püskürten ekonomik duş
başlıklarıyla değiştirin. Böylece suyu daha az açarak daha tazyikli suyla duş
alınabilir.
8 - Su kaçaklarını engelleyin!
Ev ya da apartmanınızdaki eski su borularını
yenileriyle değiştirin ya da tamir ettirin. Eski tip borular tonlarca suyun
kayıp olmasına neden olur.
9 - Çamaşır makinesini daha az
kullanın!
Tek bir çalıştırmada yaklaşık 176 litre su harcayan
çamaşır makinesi haftada bir kez bile az çalışsa, yılda 9 ton su tasarruf
edilir. [[8]] (Ömer Madra. Küresel Isınma Ve
İklim Krizi.)
Yukarıda
aktarmış olduğumuz istatistik verilerden de görüleceği üzere, tek-tek bireyler
özgülünde yapılacak dikkatli ve tasarruflu davranışlar halinde dahi varolan su
rezervlerinde ciddi bir tasarruf yapılmış olacak. Bu, yukarıda da açıkladığımız
gibi bir bütün olarak köklü bir çözüm içermiyor (çünkü yaşamak zorunda
bırakıldığımız kapitalist sistemin kendisi bu sorunu köklü bir şekilde çözmek
gibi bir ‘çözüm’ üretmekten çok, varolan sorunları insanlığın gündemine terk
ederek gündem saptırmak ve kitleleri ‘gündem dışı’ sorunlar özgülünde etkisiz
kılmak istemektedirler. Hiç şüphe yok ki varolan sistemin üretmekte olduğu tüm
bu vb sorunlar gibi küresel ısınmada, varolan sistemin “Başka bir dünya mümkün
ve zorunludur!” diyerek başka bir dünya isteyen insanlık tarafından
çözülmesiyle mümkün olacaktır.) olsa da, insan olarak insani sorunlara karşı
bir sorumluluk gereği yapılması gereken şeylerdir. Hiç şüphe yok ki, insani
sorunlar arasında yalnızca yukarıda aktarmış olduğumuz “9 basit önlem”i yerine
getirmekte yetmemektedir. Daha köklü çözüm noktasında adım atmak gerekmektedir.
İnsanlık en iğrenç ve en lanetli toplumsal evreyi hiç şüphesiz ki köleci
toplum döneminde yaşadı. İnsanların birbirlerini alıp satmaları,
köleleştirmeleri, bir mal olarak birbirlerini kullanmaları denli lanetli bir evreydi
köleci toplum. Ancak yaşamakta olduğumuz Kapitalist sistemi o lanetli köleci toplumdan çok fazla ‘ayırt
eden’ belirgin özellikler olmasa gerek! Bütün ilişkileri meta ve sermaye
üzerine kurulu bir sistemde, bütün ilişki türlerinin insani değerler ölçütünden
çıkarılarak çıkar ilişkileri ve alınıp satılan ilişkiler haline getirilerek
yozlaştırılması durumu söz konusudur. Kapitalizmin ahlakı paradır.
Dolayısıyla da Paraya çevrilmeyen hiçbir ‘obje’ yoktur. Kapitalizmin insanlığa ve keza doğaya verdiği
zararlara dikkat çekmek için 19. yüzyılda Karl Marx ve Frederich Engels’in
çalışmalarında bu durumu dile getirmişlerdi. 1867’de, Marx, Kapital’de
İngiltere’nin İrlanda’ya karşı ekolojik sömürgeciliğinden söz ederken, şöyle
yazmıştı: “Bir buçuk yüzyıldır İngiltere İrlanda’dan toprak ithal etmiş,
tarımcıların toprağın yok edilen maddelerini yeniden oluşturabilmelerine bile
izin vermemiştir.” Yine Alman kimyacı Justus von Liebig’in “Organik Kimyanın
Tarımda ve Fizyolojide Uygulanması” isimli eserinin 1862’de yayınlanan 7’nci
baskısının giriş bölümünde, Liebig “Britanya bütün ülkeleri verimliliklerinden
yoksun bırakıyor” demiş, ve tespitine örnek olması içinde, İngiltere’nin
İrlanda toprağını sistematik bir şekilde çalmakta olduğunu yazmıştı. Doğadan
verdiğinden çok şey alan bir sistem, doğanın dengeleriyle oynamaktan başka bir
şey yapmıyor demektir!.. İnsanlık, bu dengelerde ki bozulmanın/ değişimin
zorunlu sonuçlarını/faturasını dünyada ki tüm canlılar gibi çok uzak olmayan
çeşitli zaman kesitleri içinde ödeyeceği gerçeğiyle karşı karşıyadır!.. Doğanın
değişen ve oynanan dengelerinin doğal sonuçları kısmen de olsa bir intikam gibi günümüzde gerek ABD’de ve
gerekse Avrupa da çıkan ve yüzlerce insanın ölümüne, milyarlarca euro ekonomik
zarara neden olan şiddetli kasırgalar, dünya genelinde ki kuraklıklar ve buna
bağlı olarak gelişen mevsimlerin değişimi vb şeklinde görmemiz mümkün.
Dünyada ki su kullanımının
orantılarına yönelik yapılan istatistiği verilerden referans alacak olursak; Bir
otomobil üretimi için 400 ton, 1 kilo kumaş üretimi için 200 litre, 1 ton çelik
üretimi için de 240 ton su kullanılıyor. Evsel kullanımda ise; 3 dakika süreyle
diş fırçalamak için 5 litre, tuvalet ihtiyacı için 20 litre, banyo yapmak için
ise 50 litre su tüketiliyor. Tarımsal alanda hektar başına 10.5 ton su
kullanılıyor...
* Kişi başına evsel su tüketiminin
ülkelere göre istatistiği bilgilere göre: Almanya 145 Litre/gün, Fransa 125
Litre/gün, İsveç 193 Litre/gün, Türkiye 111 Litre/gün, ABD 600 Litre/gün,
Senegal 29 Litre/gün...
* Yer yüzündeki suyun yüzde 97.5’i
tuzlu. Yüzde 2.5 oranındaki tatlı suyun yüzde 70’i Antarktika ve Gröndland’da buz
kütlesi hâlinde; [[9]] (“Endüstride Tüketim, Başı Çekiyor”, Cumhuriyet, 4 Aralık 2007, s.12.) suyun kalan kısmının büyük bölümü ise derin yeraltı
su kütlesinde bulunuyor. Bu durumda da ortaya çıkan gerçeklik su kaynaklarının
sadece yüzde 1’inin insanlar tarafından kullanılabiliyor olduğudur!..
“Dünyada milyonlarca insan su kirliliğinden hayatını
kaybediyor... Dünya nüfusunun
yaklaşık yüzde 35’ine denk gelen 2.3 milyar insan sağlıklı suya hasret...”[[10]]
(Murat Gülderen, “2.5 Milyar Kişi Temiz Su Yoksunu”, Cumhuriyet,
4 Aralık 2007, s.12.) Dünya nüfusunun
yalnızca yüzde 5’i suyu çokuluslu şirketlerden satın aldığı hâlde, bu
şirketlerin yıllık gelirleri dünya petrol ticaretinin yıllık gelirinin yarısına
ulaşmış durumdadır. Su, hayatın kaynağı, dünyanın 3/4'ü; vücudumuzun %
80'i su. Kana kana içtiğimiz, duş yaptığımız, yağmur olup yağdığında sevdiğimiz
ama sel olup aktığında korktuğumuz su!
Su insan ve canlılar için yaşamsal öneme sahip. Öte taraftan da gelişen
dünya nüfusunda ki artış, küresel ısınma ve buna bağlı olarak gelişen iklim
değişiklikleri, suyun yeryüzündeki dağılımı ve kullanım şekli, su ile ilgili
ciddi sorunların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. İşte bu konudaki gerçeklerin
bir kısmı:
“• Dünyadaki tatlı suyun %80’i buzul olarak kutuplardadır.
• Dünyadaki nehirlerin yaklaşık 2/3ü (yaklaşık 300
nehir) sınır ötesi su olarak bir kaç komşu ülke tarafından paylaşılmaktadır. Bu
nehirlerin hemen hemen tamamı komşu ülkelerle sorunlara yol açmaktadır.
• Yaklaşık 1,1 milyar insan temiz içme veya
kullanım suyundan yoksundur.
• Her yıl yaklaşık 5 milyon insan temiz su ile
ilgili hastalıklardan dolayı ölmektedir.
• 2025 yılında dünya nüfusunun üçte biri şiddetli derecede su sıkıntısı çekecektir.
• Halen dünyada 2,8 milyar insan şehirlerde yaşıyor, bu rakam 2025'te 4,5 milyara yükselecek. Şehirler temiz suya daha fazla ihtiyaç duymakta olup aynı zamanda da daha büyük atık su sorununa yol açmaktadırlar. Şehir nüfusunun artması ciddi su sorunlarını beraberinde getirecektir.
• 2025 yılında dünya nüfusunun üçte biri şiddetli derecede su sıkıntısı çekecektir.
• Halen dünyada 2,8 milyar insan şehirlerde yaşıyor, bu rakam 2025'te 4,5 milyara yükselecek. Şehirler temiz suya daha fazla ihtiyaç duymakta olup aynı zamanda da daha büyük atık su sorununa yol açmaktadırlar. Şehir nüfusunun artması ciddi su sorunlarını beraberinde getirecektir.
• Türkiye’de 3200 belediyenin yaklaşık 50 adedi
kanalizasyon sularını arıtmaktadırlar. Başka bir deyişle nüfusun yaklaşık 50
milyonuna ait kanalizasyon suları doğrudan nehirlere dolayısıyla göl ve
denizlere akmaktadır.” [[11]]
3- SUYUN İNSANIN VARLIĞINDA, YAŞAMINDA
VE SAĞLIĞINDA Kİ YERİ VE ÖNEMİ!
Çok eski ve başlangıcı geçmişin
derinliklerinde kaybomuş zaman dilimlerinde, yani Kadim zamanların simyacılarından
günümüze gelen bilgiyi önemsemeyerek temel elementleri 105 tane olarak kabul
edebiliriz. Elementlerin, aynı cins
atomlardan meydana gelen saf maddelerden oluştuğunu (Ve keza şuana kadar tespit
edilen 120 ayrı elementin olduğunu) biliyoruz. Bu anlamıyla da hava, su,
toprak ve ateş’in makro planda dünyadaki canlıların/yaşamın temel elementleri
olduğu da herkesçe bilinmektedir... Nasıl ki bir meyvenin içerdiği elementleri
ve oranlarını bilsek de biz asla bir elma yapamayız; ateş’i, suyu, toprak’ı ve
hava’yı gerekli oranlarda bir araya getirsek de ortaya dünya gibi bir şey
koyamayız. Bu da ancak yıldız maddesinin içinden geçtiği tohumda şifrelenmiş bir
programla olabilecek bir iş olsa gerek! Yazımızı “Dünya Su Günü ve Küresel Isınmaya”
dikkat çekmek için kaleme alırken, Bu konuda Suyun tanımını daha açık ifade
edebilmek için kaynak olarak baş vurduğumuz özgür ansiklopedi’nin kaynak
olarak aktardığı “http://www.unep.org”
adresinden suya ilişkin aktarım şöyle;
“Su, bilinen tüm yaşam biçimleri için gerekli ve vazgeçilmez
olan tatsız ve kokusuz bir maddedir. Su, canlıların
yaşaması için hayati bir öneme sahiptir. Küçük miktarlarda çıplak gözle
bakıldığında renksizdir. Dünya üzerinde farklı şekillerde bol miktarda bulunur.
Birleşmiş Milletler
Çevre Programı, Dünya'da 1.400 milyon km3 su olduğunu
söylemektedir.”
İnsan
yaşamında suyun son derece önemi büyüktür. Dünyanın nasıl ki 4/3’ü sudan
oluşmaktaysa insan vücudunun da önemli bir kesimi sudur, Kanın %92’si,
kemiklerin %22’si, beynin ve kasların %75’i sudur. Bilindiği üzere su, insan
yaşamı için oksijenden sonra gelen en önemli öğedir. İnsan yemek yemeden
haftalarca canlılığını sürdürebilirken, susuz yaşayabilmesi ise kısa süreli
günlerle sınırlıdır. Hücrelerin yaşamsal faaliyetleri, vücut fonksiyonlarının
yerine getirilmesi vücudun su dengesinin korunması ile mümkündür. Vücutta biriken toksinleri atmak, vücudun ısı
dengesini sağlamak için idrarla 1500, deri yoluyla 500, dışkı ve solunum ile
300’er ml (toplamda yaklaşık 2,5 lt) su kaybedilmektedir. Buna göre de;
İnsan vücudundaki;
% 1’lik su kaybında Hipotalamusta susama merkezini uyarılır.
% 3’lük su kaybınd Kan hacmi ve fiziksel performans azalır.
% 5’lik su kaybında Birey konsantre olamaz.
% 8’lik su kaybında Baş dönmesi, aşırı yorgunluk, soluma güçlüğü oluşur.
% 10’luk su kaybında Kas spazmı, aşırı yorgunluk, dolaşım - böbrek yetmezliği gibi ciddi sağlık sorunları ortaya çıkar.
% 20’lik su kaybında ise ÖLÜM! gerçekleşir.
% 1’lik su kaybında Hipotalamusta susama merkezini uyarılır.
% 3’lük su kaybınd Kan hacmi ve fiziksel performans azalır.
% 5’lik su kaybında Birey konsantre olamaz.
% 8’lik su kaybında Baş dönmesi, aşırı yorgunluk, soluma güçlüğü oluşur.
% 10’luk su kaybında Kas spazmı, aşırı yorgunluk, dolaşım - böbrek yetmezliği gibi ciddi sağlık sorunları ortaya çıkar.
% 20’lik su kaybında ise ÖLÜM! gerçekleşir.
Uzmanalarca yapılan
araştırmalara göre elde ddilen sonuçlarda İdeal vücut su oranları;
metabolizmayı tetikler, hücrelerin kendini yenilemesini sağlamaya yardımcı olur,
yaşlanmaya karşı etki gösterir. Ve salt bununla da sınırlı kalmaz, Kanın
akışkanlığını sağlar, böylelikle kalp ve damarların yükünü azaltır. Tüm
bunların yanısıra cildin dolgun, pürüzsüz ve genç kalmasını sağlamaktada son
derece önemli bir yerinin olduğu iddia edilmektedir. Yine uzmanlara göre Vücuttaki
su oranının yeterli düzeyde tutulması yaşamsal önem taşıdığından vücuttan
kaybolan miktarlarda su alınması zorunludur. Çünkü vücudumuzda omurga dahil
bütün organların bundan faydalandığı bir gerçektir.
4- SUYU NASIL BİLİRDİNİZ?
“İnsan doğadan yaşar, yani doğa onun bedenidir,
Herkes
tarafından bilinir ki Su, insanların ve genel olarakta tüm canlıların en temel
gereksinimi olma ve başlıca ekonomik faaliyetlere kaynaklık etme özelliği ile
yaşamsal bir kaynaktır. Sosyal ve ekonomik faaliyetlerin sürmesi de hiç
şüphesiz ki büyük ölçüde temiz ve yeterli su arzına sahip olmaya bağlıdır.
Yeryüzündeki
suyun %97’si tuzludur. Geriye kalan %3’lük tatlı su rezervinin büyük bir bölümü
Kuzey ve Güney Kutuplarında buzullar içinde donmuş durumda bulunmaktadır. İnsanlar,
bitkiler, yabani hayat, tarım ve sanayinin tümü bu %3’lük miktar ile
varolmaktadır. Son 10 yılda bu kısıtlı su arzı üzerindeki küresel su talebi 6-7
kat daha artmıştır; bu oran dünya nüfusunun artış oranından iki kat daha
fazladır. Halen, küresel ekonominin mağduru durumunda bulunanlar başta olmak
üzere, dünya’da 2.4 milyar insan yetersiz ve kalitesiz su nedeniyle sağlıksız
koşullarda yaşamaktadır. İçme suyu olarak kullanılan, akarsular ve yer altı su
kaynaklarının, kapitalist işletmeler tarafından kirletilmesi sonucu her gün on-binlerce
insanın yaşamı tehlike altına girmekte, her yıl 200 milyon insan kirli suya
bağlı hastalıklara yakalanmakta ve bunların 2.2 milyonu hayatını kaybetmektedir.
Yeraltından pompalanan
ve nehirlerden alınanları da içeren suların tahminen yüzde 70’i sulamada, yüzde
20’si endüstride ve yüzde 10’u gibi “küçük“ bir hacme sahip bir bölümü evlerde
kullanılıyor. Bu üç sektör arasında giderek artan su rekabetinde, su ekonomisi
tarımdan yana değil. Çin’de 1.000 ton su ile ortalama değeri 200 $ olan 1 ton
buğday üretilebilirken, aynı miktarda su ile 14.000$ değerinde endüstriyel
çıktı elde edilebiliyor–yani 70 misli daha fazla!.. Ekonomik büyümeyi ve
beraberinde getirdiği işleri amaçlayan bir işleyişte, suyu tarımdan endüstriye
kaydırmanın getirdiği kazanım kapitalistlerin iştahını kabartmaktadır.
Keza şehirleşme,
sanayileşme ve ekosistemin korunması su talebini artırıyor!.. Yaşam düzeyinin
gelişmesi, kendi içinde ek su talebini de beraberinde getiriyor. Örneğin,
insanların besin zinciri yükseldikçe ve daha fazla sığır, domuz, tavuk, yumurta
ve süt ürünleri (özcesi; et ve süt ürünleri) tüketildikçe, tahıl kullanımı da
artıyor. Hayvan ürünleri bakımından “zengin Amerika“n tipi beslenme tarzı Hindistan
gibi pirinç’e dayalı beslenen bir ülkeye oranla dört katı tahıl gerektiriyor.
Dört misli daha fazla tahıl kullanımı dört misli daha fazla su kullanımı
anlamına geliyor.
Eskiden bölgesel bir
sorun olan su kıtlığı artık ulusal sınırları aşan ve uluslararası tahıl
ticaretine etki eden bir konumda. Dünyanın en hızlı büyüyen tahıl ithalat
pazarı Kuzey Afrika ve Fas, Cezayir, Tunus, Libya ve Mısır’ı kapsayan Orta Doğu
ve İran’ın doğusundaki ülkeler. Bu bölgedeki her ülke su kıtlığı ve hızlı nüfus
artışı ile karşı karşıya.
Tarihin başlangıç yeri,
uygarlık beşigi Mezopotamya şu anda kurak. Bu son yıllarda tarımsal üretim %90
oranında düşmüş durumda. Yağmur yağmıyor ve tohumlar henüz yeşermeden yanıyor. Bir
zamanlar ormanlarında ceylanlar sürüsü gezen Mezopotamya, şu anda bir damla
suya muhtac halde. Üst-üste açılan su kuyuları su taban seviyesinin cok aşağılara
inmesine neden olmuş durumda. Sulama yapılabilen ve GAP barajına yakın
bölgelerdeyse, aşırı su kullanımından dolayı toprakta tuzlanma oranı çok artmış
durumda, tarım yapılamıyor. Bölge bir afet durumu yaşanıyor. Konya ovası keza
öyle. İç Anadolu’da göller kurudu, diyebiliriz ki göller bölgesi, haritalarda
var sadece!..
Özcesi; Birleşmiş Milletler
Çevre Programının (UNEP) 2002 yılında yayınladığı 3. Küresel Çevre Raporu’na
göre, başta Afrika ve Asya kıtalarında yaşayanlar olmak üzere, dünyada 1,1
milyar insan güvenli içme suyu, 2,4 milyar insan ise güvenli arıtma
hizmetlerinden yoksundur.
2002 yılında düzenlenen “Dünya Sürdürülebilir
Kalkınma Zirvesi“nde ise, son 10 yılda temiz suya erişim ve atık suların
arıtımında karşılaşılan yetersizliklerin sebep olduğu çocuk ölümlerinin, 2. Emperyalist
paylaşım savaşından sonra yaşanan silahlı çatışmalarda kaybedilen insan
sayısından fazla olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir!..
5- KÜRESEL ISINMA VE SONUÇLARI
“Koca selleri meydana getirenler,
Tarımın başlangıcından
beri iklim son derece istikrarlıydı. Oysa şimdi, sera gazı etkisiyle ısı
giderek artıyor. Isınmaya, atmosferde başta karbondioksit (CO2) olmak üzere
sıcağı tutan gazların yoğunluğunun artmasına neden oluyor. CO2 yoğunluğunda ki
artışın iki kaynağının olduğunu ifade ediyor uzmanlar: Birincisi; fosil
yakıtlarının (Petro-kimya endrüstrisi) yanması
ve ikincisi; ormansızlaşma!... Her yıl fosil yakıtlarının yakılması sonucu
atmosfere 6 milyar ton karbon salınıyor. Ormansızlaşmadan kaynaklanan net
karbon salınımı ise kesin olarak bilinmemekle birlikte, yıllık 1,5 milyar ton
civarında olduğu düşünülmektedir. Her iki kaynağın da neden olduğu CO2
salınımları doğanın karbondioksit kaldırma kapasitesini zorluyor.
1760 yılında Endüstri
Devrimi başladığında, fosil yakıtlarının yarattığı karbon salınımları çok azdı.
Ancak, 1950’ye gelindiğinde, atmosferdeki CO2 seviyesini sarsan bir miktar olan
yıllık 16 milyon tona ulaşmıştı. 2000’de ise 6,3 milyar tonu bulmuştu. Dünya’yı
ısıtan sera gazı etkisinin temeli 1950’den itibaren görülen bu 4 misli artışa
dayanıyor.
Buzların erimesi
küresel ısınmanın en görünür sonuçlarından biridir. 1991’de dağcılar güneybatı
Alplerinin İtalya-Avusturya sınırında bir buzuldan dışarı çıkmış bozulmamış bir
erkek cesedi buldular. Cesedin 5.000 yıl önce bir fırtanaya tutulan kişi olduğu,
hemen kar ve buzla kaplandığı icin hiç bozulmadığı anlaşılmıştı. 1999’da batı
Kanada’nın Yukon Bölgesinde eriyen buzulda yine başka bir ceset daha bulunmuştu.
O zamanda dile getirildiği gibi, atalarımız bize bir mesaj getirerek buzdan
çıkıyorlar: dünya giderek ısınıyor denilerek ironi yapmıştı bilim insanları!..
Antartika
yarımadası da buz kaybına uğruyor. Arktik Denizi ile kaplı Kuzey Kutbu’nun aksine,
Güney Kutbu aşağı yukarı ABD’nin yüz ölçümüne eşit olan Antartika Kıtası ile kaplıdır.
Kıta büyüklüğündeki ve 2,3 kilometre
(1,5 mil) kalınlığındaki bu buz kütlesi sağlamdır. Ancak, komşu bölgelere
uzanan ve buz kütlesinin parçaları olan buz şelfleri hızla yok oluyor.
1999’da İngiliz ve
ABD’li bilim insanlarının ekibi Antartika yarımadasının etrafındaki buz şelflerinin
geri çekildiklerini bildirmişlerdi. Yüzyılın ortalarından 1997’ye kadar, buz kütlesi
bozuldukça bu bölgeler 7.000 metrekare yitirmişti. Ancak daha sonra neredeyse
bir yıl içinde 3.000 kilometre daha yitirdiler. Çok büyük boyutlarda
kırılan aysbergler bölgedeki gemilere tehdit teşkil etmektedir. Bilim
adamları buzun hızla erimesini o bölgedeki sıcaklığın 1940 yılından bu yana 2,5
santigrat derece (4,5 fahrenheit derece) artmış olmasına bağlıyor. Avrupa’nın
Alplerinde, 1850’den beri yarıdan fazla küçülen buzul hacimlerinin küçülmeye
devam etmesi, ve gelecek yüzyılın ortalarına doğru bu buzulların büyük oranda
yok olması bekleniyor.
Araştırmacılar, dağlık
bögelerde sıcaklıktaki 1-2 santigrat derecelik çok küçük bir artışın bile
yağışlarda ciddi değişimlere yol açtığını ortaya çıkarıyorlar. Öyle ki yağmur
oranı artıyor ve kar oranı azalıyor. Bunun sonucunda, yağmurlu mevsimlerde daha
fazla sel ve kar/buz kütlesi düşüşü yaşanırken, kurak mevsimlerde ise nehirleri
besleyen kar erimelerinde azalma yaşanıyor.
Doğanın yazın kar
eridikçe kullanılmak üzere tatlı su depoladığı bu “gökteki rezervuarlar”,
sulama başladığından beri mevcuttu ve binlerce yıldır çiftçilerin su gereksinimini
karşılıyordu. Şimdi birden, yıllar sonra bazıları küçülüyor, bazıları tamamen
yok oluyor, dolayısıyla sulama ve şehirler için su arzının önemli oranda azalmasına
yol açıyor. Eğer Himalayalardaki kar/buz kütlesi – ki Antartika ve Greenland bu
kütlelerinden sonra üçüncü büyük buz kütlesidir – erimeye devam ederse,
Asya’nın su arzını etkileyecektir. Bölgenin önemli nehirlerinin hepsi – Indus,
Ganj, Mekong, Yangtze ve Sarı Nehir – Himalayalardan doğmaktadır. Bu bölgedeki
erime içlerinde Pakistan, Hindistan, Bangladeş, Tayland, Vietnam ve Çin’in de
bulunduğu birçok Asya ülkesinin hidrolojisini (Su sistemini) değiştirebilir.
Deniz seviyesi hem
termal genleşme, hem de buzulların erimesinden etkilendiğinden küresel
ısınmanın hassas bir göstergesidir. Termal genleşmenin ve buz erimesinin deniz
seviyesinin yükselmesine etkileri aşağı yukarı aynıdır.
Yirminci yüzyıl boyunca
deniz seviyesi daha önceki 2.000 yıldakine oranla yüzde 50 daha fazla artış
göstererek 10-20 santimetre (4-8 inç) artmıştı. Sıcaklık artmaya devam ettikçe
bu artış hızlanıyor. 2001 yılında yapılan “Hükümetler arası İklim Değişikliği
Paneli“ Değerlendirmesi (Intergovernmental Panel on Climate Change 2001
Assessment) yirmibirinci yüzyılda deniz seviyesinin 1 metre civarında
artabileceğini öngörüyor. Deniz seviyesi yükselmesinin sayısız sonucu vardır.
En belirgini okyanuslar kıtalara doğru genişledikçe meydana gelecek sel
baskınlarıdır. Bir başka sonuç, tuzlu su istilâsıdır. Deniz seviyesi
yükselince, tuzlu su kıyı tatlı su kaynaklarını istilâ eder. Bu istilâ şu anda
birçok ülkenin kıyı bölgelerinde sorun yaratan taban suyu seviyelerinin düşüşü
ile daha da kötü hale geliyor. İsrail, Pakistan, Hindistan ve Çin bu ülkeler arasında
yer alıyor. Üçüncü bir etki kıyı erozyonudur: dalgalar karaya doğru çarptıkça,
kıyıyı aşındırır ve deniz seviyesi yükselmesinin etkisini daha da artırır.
Deniz seviyesindeki bir
metrelik yükseliş ile Şangay’ın üçte biri sular altında kalacaktır. Çin
genelinde, 70 milyon kişi 100 yıllık fırtına dalgasına maruz kalacaktır. Özellikle
Asya’nın pirinç yetişen taşkın yatakları ve deltaları çok zarar görecektir. Dünya
Bankası’nın bir analizine göre, Bangladeş pirinç üretiminin – 140 milyon insanının
temel gıda maddesi – yarısını kaybederek en ağır darbeyi alacaktır. Şu andaki
pirinç fiyatlarına göre, bu Bangladeş’e 3,2 milyar $’a mal olacaktır. Asya’nın yoğun
nüfuslu nehir vadilerinde yaşayan sakinler zaten kalabalık olan iç bölgelere gitmeye
zorlanacaklardır. Yükselen deniz seviyeleri Bangladeş, Çin, Hindistan, Endonezya,
Filipinler ve Vietnam’da milyonlarca kişinin iklim mültecisi olmasına yol açacaktır.
Sıcaklık artışı ve
fırtınaların gücü birbirine doğrudan bağlıdır. Deniz yüzeyi sıcaklığı özellikle
tropikal ve astropikal bölgelerde artarken, atmosfere yayılan ek sıcaklık daha yıkıcı
fırtınalara neden oluyor. Daha yüksek sıcaklıklar, daha yüksek buharlaşma anlamına
gelir. Atmosfere çıkan su yeryüzüne gelmelidir. Belli olmayan şey bu ek suyun
nereye düşeceğidir. (En son Myanmar´a düstü,sonuclari ortada!..) Kış
fırtınaları kuzey yarı kürede daha yıkıcı bir hal alıyor. Journal of
Geophysical Research’de yazan S.J.Lambert, son yüzyılda bu yarı küredeki
şiddetli kış fırtınalarının sıklığını analiz etti. 1920’den 1970’e kadar yılda
40 civarında fırtınaya rastlanmış. Ancak daha sonra sıcaklık yükselmeye
başladıkça, fırtınaların sıklığı da artmış.
1985’den
beri kuzey yarıkürede yılda 80 fırtına yaşandı – bir nesilden kısa bir sürede
iki katına ulaştı. Geçtiğimiz on yılda, Batı Avrupa’da rekor tahribata yol açan
birçok fırtına yaşandı. 1987’de İngiltere ve Fransa 17 hayata mal olan 3,7
milyar $’lık zarara neden olan bir kış fırtınasının acısını çektiler. 1999’da,
Batı Avrupa üç alışılmadık şiddette kış fırtınasına maruz kalmıştı: Bunlar Anatole,
Martin ve Lothar olarak uzmanlar tarafından isimlendirildiler. Bu fırtınaların
sonuçlarını “Avrupa Çevre
Ajansı/Çevre sorunları raporu No:35” isimli broşürün “Avrupa’da yakın tarihlerdeyaşanan
doğal felaketlerin ve teknolojik kazaların etkilerinin incelenmesi“ bölümünde
şu şekilde aktarılmaktadır:
“26 ve 28 Aralık 1999
günleri arasında, iki ekstra tropik siklon (RSM, 2000), Lothar ve Martin,
sırasıyla kuzeybatı Fransa’dan Almanya’ya ve güney Fransa ile İsviçre boyunca
ilerledi. Rüzgar hızı,
birincisinde 180 km/s ve ikincisinde de 160 km/s değerlerinin üzerine çıktı.
Kasırgalar, büyük yıkıma neden oldu, 125 kişi öldü, evler zarar gördü, elektrik
şebekeleri, taşıma ve iletişim hatları gibi altyapı öğeleri kullanılamaz hale
geldi. O zamana kadar Avrupa’nın gördüğü en korkunç doğal felaketin bilançosu
çok ağırdı: Yalnızca sigorta kapsamındaki rakam, çoğu sanayi ve devlet
sektöründe olmak üzere 6,7 milyar euro”dur şeklinde raprda yer verilmektedir.
1999 Lothar ve Martin kasırgalarında olduğu gibi kasırga zararlarının
giderilmesi ortalama olarak 10 yıl sürmektedir. Ve bu zararların en ağırını ve
acısını da hiç şüphesiz ki yine insanlık çekmektedir.
Yapılan tahminlere
göre, bugünkü gidiş durdurulamazsa önümüzde ki on yıllar içinde ekilebilir
topraklar yaklaşık % 20-30 oranında azalacaktır. Bu arada belirtilmesi gereken
bir konu da, mega projeler olarak görülen sulama projeleridir. Bu projeler süreç
içinde doğru yönlendirilmezse topraktaki tuz oranı artacaktır. Bir araştırmaya
göre, her yıl bu tür olumsuzluklar yüzünden verimsizleşip terk edilen alanın
yaklaşık 10 milyon hektar olduğu tahmin edilmektedir. İnsanlığın geleceğini ve
yaşamını tehlikeye atan bu olumsuz gidiş çölleşme olarak adlandırılmaktadır.
6- KAPİTALİZMİN ÇÖPLÜĞÜ!
“Uçaklar atlardan
daha hızlı gider diye,
Kapitalist ülkelerde, daha özlü ifadesiyle
kapitalistlerin yaşanmakta olan ekolojik problemleri gelişmekte olan teknolojik
imkanlarla çözülmesi yönünde ki uğraşları sürmektedir. Fakat bu sorunları sözde
teknolojik gelişmişlikle sorunu “çözme” yönünde “uğraş” içerisinde olduğunu
ifade eden global sermaye devleri, bunu yaptığını söylerken diğer yandan da yaratılan
tüketim toplumu ve bu topluma sunulan ürünlerin yarattığı sorunlardan biri de
atık ve çöp sorunu olarak ortaya çıkmıştır.
Tüketim
alışkanlıklarının değişmesi ile yaygınlaşan ambalajlı ürün kullanımı ve “kullan
at” türünden malzemeler, bugün dev boyutlara ulaşan çöp sorununun başlangıç
noktası olmuştur. Tüketim çılgınlığı
dünyamızı dev bir çöplük haline getiriyor. Örneğin, yapılan bir
araştırmada, ABD’de NewYork kenti çöp toplama merkezi “Fresh Hills”e haftada
100 bin tondan fazla çöp atılmaktadır. Bu miktar, örneğin, Mısır’daki
piramitlerden 10 kat daha büyük bir kütleye eşittir. Yine yapılan bir diğer
araştırmada, çöplerin %25’inin hazır yemek ambalajı, %30’unun polistirin köpük,
%25’inin kağıt, geri kalanının ise ağırlıklı olarak plastik, çocuk bezi türü
atıklar olduğu görülmüştür. Öte yandan, plastik atıkların ya da plastik türevi
atıkların çöp dağlarını oluşturan atıklar içinde, zehirli radyoaktif atıklardan
sonra en tehlikeli atık türü olduğu bilinmektedir. Sonuç olarak, kola
kutularından pet şişelere, hastane atıklarından radyoaktif atıklara kadar çöpün
içeriğini oluşturan malzemeler çeşitlilik ve çokluk göstermektedir. Böylece,
dünya kapitalizmin çöplüğü olmuş ve insanlık çöp sorunu, çöp dağları ile
karşılaşmıştır…
Kapitalizmin kâr hırsı, dünyanın doğal kaynaklarının, sermayenin
hoyratça kullanması sonucu tükenmeye yüz tuttuğu ve aşırı-gereksiz tüketim
sonucu dünyanın atık ve çöplerle boğulmaya başladığı gerçeği karşımızda
duruyor. Tüm bu aşırı tüketimin sonucu olarak dünyamız çöpe boğulmuş durumda.
Dünyanın
içinde bulunduğu durumla ilgili çeşitli araştırmalar yapan Worldwatch
Institute”nün 2004 yılı durum raporu tüketim konusuna ayrılmış bulunuyor. Bu
rapora göre;
“2005
yılında 500 milyon civarında cep telefonunun atılması sonucunda, yüzbinlerce
litrelik atık oluşturacağı tahmin ediliyor. 1998-2002 yılları arasında ABD’de
kişisel bilgisayar kullanımı da tam 5 kat artmış durumda. Herbir bilgisayarda
6.3 kiloluk plastik bulunuyor ve PVC’nin dönüşümü de son derece zor.” Yine
rapordan birkaç çarpıcı örnekle devam edelim. “1970-2001 yılları arasında
ABD’de kolalı içecek tüketimi iki katına çıkarak kişi başına 180 litreye
ulaştı. Süt tüketimi %30 oranında azalırken, obez nüfusun oranı da üç kat
arttı. Yalnızca 2001 yılında dünya çapında 159 milyar plastik şişe, 112 milyar
teneke kutu, 70 milyar cam şişe çöpe atıldı. Yine yirminci yüzyılın ikinci
yarısında kağıt tüketimi de altı kat arttı. Dünya kağıt tüketiminin %93’ü
ağaçlardan sağlanıyor.” denilmekte. Bu da dünyada ki ormanlardan elde edilen
malzemenin beşte birine eşit demek oluyor.
Devam edelim, Milliyet Gazetesi’nin, 25 Nisan 2004 tarihli yapmış
olduğu araştırmaya göre, Dünya genelinde ki Yıllık harcamaların dolar olarak bir istatiğine göre
ise genel harcamalar şu şekilde ortaya çıkıyor. Yıllık Kozmetik Parfüm için
yapılan harcama 18 milyar dolar, Evcil hayvan maması için 15 ile 17 milyar
dolar arası, Dondurma Tüketimi için 11 milyar dolar, Atlantik ötesi seyahatler
için yapılan gezilere ise 14 milyar dolar civarında devasa harcamalar
yapılmaktadır. Bunların yanısıra yapılan diğer bir araştırma ise, İnsanların
temel ihtiyaçlar için yıllık gerekli bütçe dolar bazında incelenmiştir ve
sonuçları şu şekildedir; Kötü beslenmenin ortadan kalkması için yıllık 19
milyar dolar yeterli gelmekte. Dünyada herkes için okuma-yazma sorunun ortadan
kalkması için 5 milyar dolar gerekli, Dünya çocuklarının açlık sorununun
ortadan kalkması için 10 milyar dolar, ve yine dünya çocuklarının içecek su
bulunması ve hastalıklardan korunması için aşılanmasına gerekli olan para 1.3
milyar dolar düzeyinde olduğu verileri verilmekte. Dünya genelinde ki keyfiyet
için yapılan harcamalar ile İnsanların temel ihtiyaçlar düzeyinde ki
gereksinimleri olan miktarla krşılaştırıldığında aradaki devasa farklar ürperti
verici bir durumda olduğu görülecektir.
Bu
bölüme ilişkin son söz olarak diyebiliriz ki; Ya dünyamız dev bir çöplüğe
dönüşecek, ya da kapitalizm tarihin çöplüğüne gömülecek!
7- DÜNYANIN EN KİRLİ 10 KENTİ
“İnsanca şeyler
bana
Yaşamakta olduğumuz dünya, kapitalizmin daha fazla kar ve daha fazla
sömürü hırsıyla havasından suyuna, yiyeceğinden içeceğine dek kirletiliyor ve
yaşanmaz hale getiriliyor. Örneğin Amerika’daki çevre kuruluşu Blacksmith
Institute’in ingilizce yayınladığı “Dünyanın En
Kirli 10 Kenti”[[16]], başlığıyla verilen istatistiklerin Türkçeye çevirilerek aktarımına
baktığımızda görülecektir ki dünyanın en kirli 10 kentinin listesine göre, dünyada
12 milyon kişi çevre kirliliğinden ciddi boyutlarda etkileniyor ve milyonlarca insanın yaşamı bir bütün olarak tehlike
içinde!..
KENT
(ÜLKE) NÜFUS
SUMGAYIT (AZERBAYCAN) 275 bin kişi
LİNFEN (ÇİN) 3 milyon
kişi
TİANYİNG (ÇİN) 140 bin kişi
SUKİNDA (HİNDİSTAN) 2.6
milyon kişi
VAPİ (HİNDİSTAN) 71 bin
kişi
LA OROYA (PERU) 35
bin kişi
DZERZHİNSK (RUSYA) 300
bin kişi
NORİLSK (RUSYA) 134
bin kişi
ÇERNOBİL (UKRAYNA) 5.5 milyon kişi
KABWE (ZAMBİA) 255 bin kişi
Yukarıda ki
istatistik veriler durumun vahametini de ortaya koyuyor. Yine “İngiltere
‘Avrupa’nın Çöplüğü’...”, başlığıyla Cumhuriyet gazetesinin , 8 Ocak 2007,
tarihli sayısında yayınlanan yazıya göre ise, “İngiltere’de her yıl 27 milyon
ton civarında çöp toplandığı, bunun diğer Avrupa ülkelerinden en az 7 milyon
ton fazla olduğu ve bu durumun ülkeyi “Avrupa’nın çöplüğü” hâline getirdiği“ ifade
ediliyordu. Yine bu yazıda “İngiltere’yi
20 milyon ton çöple İtalya, 17 milyon tonla İspanya, 13 milyon tonla Fransa ve
10 milyon tonla Almanya izliyor.“ Denilerek çöplük atıklarının sıralamsını da
ortaya koyuyordu.
Bunların
yanında Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilâtı’nın (OECD) ‘Temel Çevresel
Göstergeler 2007’ raporunda yapılan açıklamada ise, Türkiye’nin çöp, hava
kirliliği, su temizliği gibi konulardaki durumuna dikkat çekilmiş, ve şu şekilde
açıklanmıştı: “Çöp üretiminde en yakın ülke olan Macaristan’a fark atan
Türkiye, hava kirliliğinde ise Avustralya’nın hemen ardından ikinciliği aldığı“nı
açıklamıştı.
Türker
Alkan, 9 Kasım 2006 yılında Radikal gazetesinde vermiş olduğu demeçte “Kirliliğin
Küreselleşmesi”, başlığı altında “İyi de bu vahim tabloda kirliler,
kirletenler, kirlenenler kimler” diyerek “Sanayileşmiş ülkeler, özellikle de
ABD, sorumsuzca üretiyor ve tüketiyor. ‘Maliyeti artıracak,’ diye önlem
almıyor... Sonuç olarak bunun cezasını bütün dünya çekiyor,
[[17]] (Türker
Alkan, “Kirliliğin Küreselleşmesi”, Radikal, 9 Kasım 2006, s.5.) vurgusunun
altını çizmişti.
8- “ZAMANIN ÇAĞRISINA KAYITSIZ KALAMAYIZ!” [[18]]
“Bir varlık etki
ettiği ölçüde vardır
Chomsky isimli yazar
“Hegemonya yada Hayatta Kalmak” (Hegemony or Survival) adlı kitabında “İnsanlar
bu yıkma ve yok etme kapasitelerini bütün tarihleri boyunca kullanmışlar.”diyor
ve ekliyor; “Özellikle de son bir kaç yüzyıl içinde bu kapasitelerini dramatik
biçimde ortaya koymuşlar, İnsanlığa ve çevreye muazzam bir yıkım getirmişler.
Daha karışık organizmaların çeşitliliğine tasallut etmişler ve bunu da soğuk
kanlı, hesaplanmış bir vahşetle, kendi türlerine yönelik olarak da
uygulamışlar. Burada önemli olan şu: Herşey bitmeden önce bu karabasandan
uyanabilecek miyiz?” Chomsky’in vurguları son derece önemli... İnsanlık
tarihinin bir ‘yıkma’ ve ‘yok etme’ tarihi olduğunu ve insanlığın kapasitesinin
yüz yıllardır bu eylemler için kullanıldığını açık bir şekilde ortaya
koymaktadır. Tüm bunları ifade ederken “Burada önemli olan şu: Herşey bitmeden
önce bu karabasandan uyanabilecek miyiz?” vurgusunu yaparak insanlığın bu
‘yıkma’ ve ‘yok etme’ eylemlerinin gelmiş olduğu ve gelebileceği tehlikeli
boyutlara dikkatkleri çekerek, tüm insanlığın daha henüz herşey bitmeden sistemlerin
bu derin hipnozlarından kurtulmaları gerektiğine dikkat çekmektedir.
Marksizmin kurucusu ve kuramcısı Karl Marx ve Engels, doğa
sorunlarından söz ederken, Stoffwechser’in ya da Liebig’in kapitalist toplum
ile doğanın ekolojik çelişkisini anlatan ve “etkileşim içinde olan sosyal
metabolizma sürecinde tamiri imkânsız bir çatlak oluşturan” metabolizma
kavramını benimsiyordu. Marx, “kapitalist üretimin, sosyal üretim sürecini ve
tekniğini, zenginliğin temel kaynakları olan işçiyi ve toprağı zayıflatarak
geçtirdiğini” ifade etmişti ve insanlık ile doğa arasındaki metabolik
ilişkideki bu çatlağın, ancak sistematik bir biçimde, “sosyal organizasyonu
yöneten bir kural” olarak iyileştirilebileceğini öne sürüyordu. Bu kural
ise, emek sürecinin (ki bu sürecin kendisi de insanlar ve doğa arasında
metabolik bir süreç olarak tanımlanıyordu), ulusal yönetmeliklerle, gelecek
nesillerin de ihtiyaçları göz önünde tutularak düzenlenmesiyle mümkün
olabilecekti. “Bütün bir toplum, ulus, ya da aynı anda var olan bütün toplumlar
dünyanın sahipleri değiller,” diyordu Marx. “Yalnızca dünyadan yararlananlar,
dünyayı şimdilik kullananlar olarak, iyi aile reisleri gibi, dünyayı gelecek
nesillere daha da iyi bir durumda bırakmaları gerekir.” demişti.[[20]]
Bugün hepimiz,
Marx ve Engels’in benimsediği, doğa ve toplumun birbiriyle diyalektik
etkileşiminden kaynaklanan ve küresel ısınmanın simgelediği, gitgide hızlanan
ekolojik krizle karşı karşıyayız. Çevre sosyolojisinde son zamanlarda yapılan
çalışmalar Marx’ın metabolik ayrım teorisini, ölen okyanuslar, iklim
değişikliği ve gübre döngüsü gibi sorunlara uygulamaya başladı. Bugün karşı
karşıya olduğumuz, fosil yakıtların hızlıca yakılmasından kaynaklanan “karbon
ayrımı” konusunda yazan Brett Clark ve Richard York, bu problemin çözümünün temel
toplumsal ilişkilerin değişmesi dışında olamayacağını söylüyorlar.
Teknoloji bu sorunlara bir çare bulamayacak gibi görünüyor, çünkü “Jevons
Paradox” diye tanınan bir dinamik var. Şöyle ki: kapitalizmde, verimliliğin
artması, kaçınılmaz olarak üretimin de genişlemesine yol açıyor ve bu da doğal
kaynak ve enerji kullanımım çoğaltarak biyosfere daha fazla yüklenilmesine
neden oluyor. İşte bu nedenle, Clark ve York, “Teknolojik gelişmeler, kapital
ilişkilerinin baskılarından özgürleşmedikçe, karbon ayrımı sorununu çözemez”
sonucuna varıyorlar.
Gerek insanlığın
sömrüsüz ve eşit bir şekilde huzurluca yaşaması ve gerekse Küresel çevre
sorunlarına gerçek, yani sürdürülebilir, tek çözüm, Marx’ın sözleriyle, “Kör
bir gücün emrindeymişçesine üretimi sürdürmek-tense, üreticilerin, insan
metabolizması ve doğa ilişkisini rasyonel bir biçimde, işbirliğiyle, insan
doğasına en uyumlu ve en az enerji harcayan yöntemlerle yönetmeleridir.”[[21]] (Johjn Bellamy Foster, “Marx ve Küresel Çevre Tartışması”,
Monthly Review, No:17, Ocak 2008) Dünyada sürdürülebilir bir yaşam
imkanının/koşullarının sağlanması, yani dünyanın yaşanır kılınması ve İnsanların
özgürlüğü gibi amaçlar birbirinden ayrılamaz. Bu amaçlar ancak günümüz
yüzyılında (XXI. yüzyılda) sosyalizmin yapılandırılmasıyla gerçekleşebilir.
Uluslararası kuruluşlar, yukarıda sözünü
ettiğimiz bir kısım sorunlara çözüm arayışları çerçevesinde insan sağlığı, gıda
güvenliği, endüstriyel gelişme ve eko-sistemlerin korunması için su
kaynaklarının daha etkin bir biçimde kullanılması ve yönetilmesinin
gerekliliğine ve küresel ısınmaya yönelik açıklamlarla dikkat çekmeye çalışılmasına
karşın, bu yönlü çabalarla yapılan toplantılar su kaynaklarının tekeller tarafından
bölüşüm-paylaşım esaslarının belirlendiği zeminler olmaktan öteye
gidememektedir. Dünya’yı kirletenler (Kapitalisler), onu temizlemeyi bir görev
olarak önlerine koymuyorlar/ koy(a)mazlar!.. Onu ancak bu dünya’da insanca
yaşama hedefinde olanlar yapabilir… Bunu yapmak zorundayız çünkü kendimize, hayatımıza,
bizi var eden suya, toprağa, ateşe ve havaya borcumuz var, bizi insan yapan budur!..
İnsanlıkla ve dünyayla ilgili her sorun, biz insanların doğal varlıklarının bir
sorunu olarak görülmek durumundadır. Bu yönüyle de, doğal varlıklarımızın
korunması ve gelecek kuşaklara taşınması, bir insanlık sorunu olarak karşımıza
çıkmaktadır. O halde, çözüm yolunda da son sözü insanlığın söyleyeceği
açıktır. Çözüm, hiç şüphe yok ki, her
zamanki gibi ”Başka Bir Dünya Mümkün ve
Zorunludur!” diyenlerce ve bu yönlü bir sosyal pratik çaba ve örgütlü
mücadele içerisine girenlerce geliştirile bilecektir...
Fred Pearce “Son Nesil“
adlı kitabında “İklim sistemin eşik noktasında, insanlık olarak uçurumun
kenarında duruyoruz. Bu eşiğin ötesinde kurtuluş yoktur.“ demektedir. Bunun
seçimi tamamen kendi ellerimizde...
Son söz yerine; “Bütün Ülkelerin
Proleterleri ve Ezilen Halkları, Emperyalizme Karşı Birleşiniz” yoksa dünya yok
olacak!..