H.GÜRER
Haziran, 2010
Bilimsel devrimler de, sosyal devrimler
gibi, uzunca bir süreci kapsayan, kimi zaman sancılı geçen ve kimin zaman da
ağır bedelleri zorunlu ve kaçınılmaz kılan devrimlerden biridir. Hele bahsi
geçen devrimler, insanlık tarihinin karanlık sayfaları olarak bilinen Ortaçağ
karanlığı döneminde ise, çok daha güç, ağır ve sancılı bedeller verilerek
ilerletilmiştir. Çünkü ortaçağ dönemi, insanlık açısından her yönüyle dünyanın üstüne çöken gri, sisli bir kabustur. Ve tarih sayfalarında öyle de kalacaktır!..
Ortaçağın yerleşik düşünce
sistemi, özünde hiç bir kişisel görüşe, araştırma-incelemeye, tartışmaya, kuşku
ve kurcalamaya izin vermeyen bağnaz bir inanca dönüşmüştür. Yeniye ve gelişime,
özellikle de bilime karşı son derece katı, tavizssiz ve affetmeyen bir tutumu
vardır. En küçük kişisel bir çıkışa cesaret eden, ya aforoz edilir yada ölüm
cezası verilerek türlü işkencelerden geçirilip öldürülürdü. Ortaçağ sisteminin bu
yönleri, özünde skolastik felsefesiyle bütünleşmiştir. Öyle ki, skolastik
felsefe Ortaçağ da neredeyse resmi bir kimlik dahi kazanmıştır. Skolastik, ortaçağ
Hristiyan felsefesidir ve bütün ortaçağı kapsar. En temel özelliği ise doğmatik
oluşudur.
Hristiyan felsefesinin Skolastik dönemi IX. yüzyıldan XVI.yüzyıla kadar sürmüştür. Bu
süre boyunca, tanrısal düzen içinde insanı küçümseyen ve tümüyle baskı altına
alan skolastik dönemde, insanlar kendilerini oldukça güçsüz ve küçük görmektedir.[1] Kendilerini bu aşşağılama komleksi içinde bulan insan,
aynı zamanda gizemciliğe (mistisizm)e de yönelerek içine kapanmıştır.
İnsanlığın bu içine
kapanışı, felsefenin ve bilimin de skolastiğin o kalın ve ölü yorganı altında
yüzyıllarca kıvrılarak uyumasına neden olmuştur. Ortaçağ karanlığında, yalnızca
skolastik tartışmalarının horlamaları duyuluyordu. Aykırı farklı bir ses yoktu.
Adeta hayat donmuş, yaşam durdurulmuş, hareket-değişim-dönüşüm ise ’yok’
edilmişti!..
Ortaçağ düşünce geleneğini
felsefe alanında kıran ilk düşünür, şüphesiz ki 17. yüzyılda tarih sahnesine
çıkan Descartes oldu. O, felsefeyi ortaçağın karanlığından ve skolastik
düşüncenin yorganı altında ki uykusundan çekip çıkararak bu derin ve ’ölü uykudan’
uyandırdı. Bu uyandırılış, aynı zamanda uyuyan bilginleride uyandırmıştı. İngiliz
empristlerin kimi çıkışlarıyla (bilgi birikiminin akla değil, deneyime
dayandığı iddiaları) felsefe tekrardan sonsuz bir uykuya dalma tehlikesiyle
yüz-yüze kaldıysa da, 18.Yüzyılda Kant’ın‚ doğmatizme karşı başlayan uyanışı buna
engel oldu. Hegel’in gayretli çalışmaları ise, felsefeye farklı bir boyut
kazandırdı. Felsefe, yavaş ve vakur adımlarla ortaçağın karanlığının
esaretinden çıkmaya başlamıştı.
Tüm bu çabalara karşın, felsefe
bir bütün olarak insanlığın düşünsel ve sosyal alanda özgürleşmesi için
bilimsel bir yol göstericiliğe kavuşturulamamıştı. İnsanlığın felsefe alanında
ve düşünsel evrim sürecinde, nitelik sıçraması yaptığı noktaya ulaşması hiç
şüphesiz ki Karl Marks ve yakın dostu ve mücadele arkadaşı olan Friedrich Engels’le
birlikte oldu. Marks ve Engels,
felsefeyi Hegel’in inşa ettiği dev yatağı bulutlardan oluşan gök kubbeden, baş
aşağı dururken ayakları üzerine diktiler. Felsefeyi filozofların labaratuarlarından
çıkarıp insanlığın elinde, kurtuluşları için bilimsel bir yol-yöntem ve araca, ve
yönlerini karanlıkta aydınlatacak güçlü bir fenere dönüştürdüler. Bununla
birlikte başlayan sosyal devrimler, tarih tekerleğinin ileriye doğru dönmesine
neden oldu. Ortaçağ karanlığından felsefenin sökülüp alınması ve günümüzde ki haline
kavuşması işte böyle gelişti.
Bilimin, felsefe kadar Ortaçağ
karanlığından kurtulması ’kolay’ olmadı. Ağır bedelleri gerektirdi. Bu bedeller
ise kimileri katledilerek, kimileri ise bildikleri doğrulara karşı ’ihanet’
ettirilerek ödetildi. Bunun için, “ortaçağ dönemi“ denilince, benim aklıma
sürekli Kopernik (Copernicus), Bruno ve
Galileo gelmiştir. Bilimsel araştırmalarıyla, ortaçağ karanlığının tam orta
yerinde insanlığa aydınlık saçan bu üç büyük düşünür, “Kazanacağımız aydınlık
bize, bilgimiz vasıtasıyla verilecektir!“ dediler. Bu inançlada bilimsel
inceleme ve araştırmalarını engizasyona ve türlü baskılarına karşın
sürdürdüler.
Bunların başını çeken şüphesiz
ki Kopernik’tir! O, Ortaçağ
karanlığının o en derin, o en karanlık ve o en zifiri yerinde parlayan kuyruklu
yıldızlardan biriydi. Yaşamı buyunca, gök atlasında yıldızlar ve gezegenler
üzerine sürekli olarak yaptığı bilimsel araştırmaları ve bunların sonuçlarını
açıklamakta Kiliseden korkmuş ve çekinmişti. Dönemin Hıristiyan
din adamları, “İsa Mesih”in “dünya’ya sabit durması için emir verdiği”ni
ve dünyanın da sabit durmakta olduğunu iddia etmesi, yine genel bir inanca göre
de dünyanın “düz bir tepsi” gibi olması söz konusuydu. Aksini düşünen veya
söyleyenler ise cehennemlikti. Aksini düşünmek ve söylemek, kiliseye ve
öğretilerine karşı çıkmaktı. Karşı çıkmak ise, engizisyon tarafından en ağır
işkencelerden geçirilmek, en köhne hücrelerde yıllarca tutulmak ve ateşte
yakılmak için kiliseye karşı yapılmış yeterli bir “suç”tu!..
Tüm bu “suçları”ın en ağırını
ise şüphesiz ki Kopernik işlemişti. Öyle ki, Kopernik’in bu ağır “suçlarını” birde
rivayetlere dönüştürenlerde olmuştur. Bunlardan biri, Kardinal Ignatius’un
satirik adlı eserinden Kopernik ile ilgili bir öyküdür. Öyküye göre, öteki
dünyanın ileri gelenleri bir toplantıdadır ve cehenneme bir yönetici seçmek
isterler. Adaylarda aranan tek koşul, ‘ölmeden önce dünyanın başına çok büyük
dertler açmış olmaları’dır.
Herkes söz alır ve hayatta iken
yaptığı kötülükleri anlatır. Bu arada Kopernik de aday olur. Bunu duyan
Ignatius, bir astronomun cehennemde işi olmadığını söyleyerek Kopernik' e karşı
çıkar.
Kopernik, ise şöyle der:
“Şimdiye dek konuşanlar, dünyada yapmış oldukları
kötülükleri anlattılar. Oysa ben, tüm evrenin altını üstüne getirdim, bundan
daha kötü ne olabilir?”
Ignatius’un
yanıtı şöyledir:
"Sen sadece bir varsayım açıkladın. Bunda bir
kötülük yok, zira varsayımların insanlara bir zararı dokunmaz. Ama eğer
varsayımın Papa tarafından lanetlendiyse, artık varsayım olmaktan çıkmış ve
doğruluğu kanıtlanmış demektir! İşte o zaman sen de cehenneme gidebilirsin, seni lanetleyen Papa'da..."
Evet, Kopernik gerçekten de tüm
evrenin altını üstüne getirmişti.. Çünkü O, kendi dönemine kadar yaygın olan ‘dünya
merkezli’ görüşü yıkmıştı. Kopernik, kilisenin ve “kutsal kitap”ın öğretileri
olan “Dünya merkezdedir. Sabit durur. Başta güneş olmak üzere diğer
gezegenlerin hepsi dünyanın etrafında döner!” Teorisine, ‘Güneş merkezlilik’
kuramını açıklayarak karşı çıkar. Kopernik güneşin merkezde olduğunu ve dünya
ile diğer gezegenlerin güneşin etrafında döndüğünü ileri sürer. Güneşi merkeze
alan teorisini kiliseden çekindiği için ancak ömrünün sonlarına doğru
açıklayabilir. Ama sonuçta açıklar!
Yaşamının sonlarına doğru, ne
kiliseden, nede onun engizisyonundan korkusu kalmayan Kopernik, yaptığı
bilimsel araştırma ve incelemelerinin sonuçlarını ve genel olarak fikirlerini
açıklayarak, gizlice yazdığı kitabını da ortaya çıkarmaya karar verir. Bu
kararını ise, yazdığı kitabını Papa'ya göndererek ve içerisine de şu mektubu yazıp koyarak, hem
kiliseye hem de engizisyona karşı bilimi ve doğruları yaşamının sonuna doğruda
olsa ifade edeceğini ve savunacağını ilan eder:
"Aziz peder, şunu çok iyi
biliyorum ki, kimileri Yer'in devinimleri hakkındaki kitabımı onaylayacak,
kimileri de onu yazdığım için, aslında dikkate almamam gereken gürültüleri
edecek (Kopernik kendinden emin). Ama ben, her şeye rağmen gerçeğe uymayan
görüşlerin bir yana bırakılması gereğine inanıyorum (Ve hücuma başlıyor) Fakat,
uzun zaman önce, insanlara çağlar boyu anlatılan saçma bir peri masalını, yani
yer’in göğün ortasında onun merkeziymiş gibi hareket etmeden durduğunu okuduğum
sıralarda, tam tersine hareket ettiğini savunmaktan çekinmiştim... (…) Kazara,
matematikten bütün habersiz insanlara ek olarak üzerlerine bu konularda karar
verme sorumluluğu alanlar çıkar, Kutsal metinlerde “kendi amaçlarına uygun
olarak haince çarpıttıkları” bazı bölümlere dayanarak kitabımı şiddetle
eleştirmeye cüret ederlerse, bunun benim için hiç önemi yok… (…)"
Kopernik bu satırlarla papaya
düşüncelerini ilan eder. Astronominin kurucusu kabul edilen Kopernik, Astronom
olduğu gibi doktor ve Papaz’dır
da aynı zamanda. Kopernik’in teorisi iki temel varsayım içermektedir: Birincisi;
“Gezegenleri taşıyan göksel küreler dünyanın değil, güneşin çevresinde
dönmektedir” der. İkincisi ise; “Dünya merkezde sabit değil, kendi ekseni
çevresinde günlük, güneşin çevresinde ise yıllık dönüşler içinde” olduğunu
söyler.
Yani, dünyanın ve diğer gezegenlerin güneşin
etrafında döndükleri kuralını açıklar. Kopernik’in “Heliosentrik” (helios=gr. güneş)
teorisi ismini verdiği bu teori, bugün Kopernik teorisi olarak da adlandırılır.
Ama öylede olsa kilisenin resmi öğretiye ters düşen bir görüşü hoş karşılaması
beklenemezdi! Bu teoriye karşı ilk tepkiler, Protestan kiliselerinin
liderlerinden Kopernik’i kınama ve aşağılayarak küçük düşürme ile başlanır. ”Bu
budala” der Luther, ”astronomi bilimini altüst etme sevdasındadır. Oysa kutsal
kitap arzın değil, güneşin döndüğünü bize bildirmiştir... Bir yeni yetme astrologa
halk kulak versin, olacak iş mi?” der, ve Kopernik tüm bunlara karşı “Eğer
güneşe akıllıca bakmazsanız, karanlık içinde kalırsınız.” diyerek cevap verir
ve ekler “Bilgi sonsuza dek cehaleti yönetecektir!”[2]
der ve artık Kopernik, Kilise tarafından cehenneme aday bir kişi olarak gösterilmeye
başlanır.
Kopernik tehditlerin hiç birine
aldırmaz. Onlarla dalga geçer. Yıllarca içinde beslediği korkuları alt-üst ederek,
yaşamı pahasına insanlığa bilimsel gerçekleri açıklamaya kararlıdır.
Engizisyonun tehditlerine karşı kitabını bastırmakla cevabını verir ve tehditlere
baş eğmez. Tüm baskılar karşısında dik durur.
Kopernik, şüphesiz ki Bilim
tarihi bakımından insan aklının yakın zamanlardaki en büyük devrimi olarak
görülmek ve kabul edilmek zorundadır. Çünkü o’nun “Dünya’nın değil Güneş’in
merkez olduğu” bilimsel teorisi, gerçekten “sağ duyu” denen alışılmış,
“herkesçe açıkça kabul edilen” ve hiç sorgulamadan inanılan “kutsal kitaba ve
öğretilerine” karşı insan aklının ilk ve en büyük eleştirisi, başkaldırısı ve
cepheden bayrak açması olarak görülmelidir. Bu aynı zamanda, “Din ile Bilim arasındaki
ilk, kimi yönlerden de en önemli kavga, bugün Güneş Sistemi adını verdiğimiz
düzenin merkezinin Güneş mi yoksa Dünya mı olduğu konusundaki gökbilimsel
tartışma”[3]
olarak da görmek gerekmektedir.
“Gerçeklik,
etkide bulunduğunuzda size tepki veren şeydir.“[4]
Engizisyon tarafından cehenneme
aday gösterilen ancak kınanmakla kalan Kopernik, şüphesiz ki Giordano Bruno’ya
göre çok ‘şanslı’ydı. Çünkü, Kopernik’in tezlerini savunduğu için Katolik
Kilisesi tarafından sapkın ilan edilerek diri-diri yakılan filozof, gökbilimci
ve teolog Giordano Bruno, diyebiliriz ki ortaçağ karanlığına karşı, bilimin
aydınlığını savunan, ve bunun içinde en ağır cezalara çarptırılarak,
işkencelerden geçirilip yakılan, tarifsiz acılar çektirilen kişilerden biridir!
Rönesans
felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden birisi olarak anılan
Giordano Bruno, aynı zamanda ”Doğacı coşkunluğun düşünürü” olarak da adlandırılan düşünürlerden biridir.
Yaşadığı ortaçağ’da Kopernik’in düşünceleriyle tanıştıktan sonra Engizisyon
tarafından “Kiliseye karşı bir sistem içinde yer aldığı” söylenerek “din sapkınlığı” ile suçlanır. Dinsizlik ile
suçlandığı için hiçbir yerde uzun süre kalamaz ve sürekli yer değiştirmek
zorunda kalır. Ülke-ülke gezer, gezdiği her yerde düşüncelerinden taviz
vermeden tartışır. Yazdığı kitapları bastırır. Ve bir gün tekrardan İtalya’nın
Venedik şehrine bir davet üzerine gider. Burada Mocenigo adlı bir aristokratla
tartışır ve bu kişi tarafından Engizisyon'a teslim edilir.
“İnançta inanmak isteyenler için yeterince ışık;
istemeyenler için ise onları kör etmeye
Engizisyon tarafından Bruno’ya
düşüncelerinden vaz geçmesi ve özür dilemesi halinde, bu düşüncelerin bir ‘din
sapkınlığı’ olduğunu kabul etmesi sonucunda ‘affedilebileceği’ söylense de,
Bruno bunu kesin bir dille ret eder. 1593 Şubat’ında Bruno, Roma’ya yollanır ve
tam altı yıl boyunca engizisyonun karanlık hücrelerinde durmak bilmeyen
işkenceli bir hapishane süreci başlar. Tam altı yıl sonra 1599 yılının baharında
mahkeme başlar. 1600 yılının Ocak ayında engizisyon tarafından Bruno ‘suçlu’
bulunur ve 1600 yılının yine Şubat ayında, Roma’nın tarihi bölgesindeki Campo
di Fiori’de, halkın önünde, kazığa bağlanır. Yakılarak katledileceği anda,
kendisine salibi[6] uzatırlar,
eliyle iter haçı (putu) ve hâkimlere bağırır: “Ben ölmekten korkmuyorum, siz
bana bu cezayı verirken benden daha büyük bir korku içindesiniz!”der.
Bruno hapiste tutulduğu 6 yıl
boyunca, gördüğü bütün işkencelere karşın, görüşlerinden taviz vermez, doğruları
ve gerçekleri savunmaya devam eder. Bruno’nun bu asil ve bilime karşı bu
sarsılmaz inancı karşısında engizisyon kendisini ölüme mahkum etmiştir.
Bugün Giordano Bruno’nun kazığa
bağlanıp bedeni ateşe verilerek katledildiği yerde, onun için bir anıt bulunuyor.
Ama gerçek anıt, şüphesiz ki Bruno’nun ve Bruno gibi cesur, asil ve gerçeğe bağlı
kişilerin kurduğu yıkılmaz Doğruluk Anıtı’dır.
Uluslararası
çapta tanınan bir fizikçi olan Cabibbo, Giordano Bruno’nun kuramının bugün,
yörüngedeki teleskoplarla gözlenerek güneş sisteminin dışındaki gezegenlerin
varlığının kanıtlandığını açıklamıştır.
Bilimsel araştırmaları ve
tezleri bugün doğrulanan, düşüncüleri yüzünden dinsizlikle suçlanan Bruno, “Ne
gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten
korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa
her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin
babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde
hedef olarak yaşadım.” Diyerek son sözlerini söylemiştir. Bruno, evrenin sonsuz
ve eş-dağılımlı olduğunu ve evrende dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu
söylediği için Roma Katolik Kilisesi’nin engizisyon mahkemesinde yargılanıp “sapkın”
ilan edilmiş ve Roma'da Campo dei Fiori meydanında engizisyoncu şeriatçılar
tarafından 1600 yılının şubat ayında diri-diri yakılarak katledilmişti. Ortaçağ
karanlığını aklının bilgeliğiyle ve bedeninin ateşiyle aydınlatan o büyük
filozof, Bruno’ydu!
2 Temmuz Sivas katliamının yıl
dönümünün yaklaştığı şu günlerde, diyebiliriz ki Bruno’yu Roma’da bir meydanda
yakan engizisyon ile, 2 Temmuz 1993 yılında Madımak otelini yakarak otuz beş
insanı katleden bu suç ortakları ne kadar benziyorlardı birbirlerine; arada 393
yıl olsa da!
“Dünyada en korkunç şey,
bilgisizliğin egemenliğidir.“[7]
Tarihin tekerleği ileriye doğru
dönmeye devam ederken, Engizisyonun baskı, işkence ve katliamları da
sürmektedir. Ancak gerçekleri söylemeye, bilimi savunmaya, ortaçağ karanlığını
en zifiri ve en köhne yerinden yırtmak isteyen insanlarda çıkmaya devam eder.
Bunlardan biride Galileo Galilei'dir.
Galileo Galilei, görüşlerini engizisyonun baskı ve tehditlerinden dolayı
korkup inkar ettiği halde, bilimsel gerçekleri sürekli adlandıran, kimileri
tarafından ‘tuhaf’, kimilerince ‘sözünün eri olmayan’ şeklinde değerlendirilen,
Martin Luther tarafından ise “Ün kazanma aşkına tüm astronomi bilimini altüst
etmeye hazır bir deli” olarak nitelendirilen, ama ‘kutsal kitaba’ ve kiliselere
“Yaşua, yanılmıştır dünyaya değil, güneş durmaktadır.” Diyebilen bir bilim
insanıdır.
Galileo, Kopernik`in bilimsel
araştırmalarını ve tezlerini, yaptığı inceleme ve araştırmalarla, keza bulduğu
bilimsel buluşlarla da bir adım daha aşarak daha da ileri gitmiştir. O dönemler
de Hollanda`da teleskop yapılmışdıysa da,
bu araç henüz gökyüzü gözlemlerinde kullanılmazken, bunu, Galileo keşfetti! Ve ilk defa bundan tam 400
yıl önce (1609’da), bu aracı gök cisimlerine evinin balkonundan doğrulttu. 1609 yılında
teleskopun bir versiyonunu yapan ve ilk olarak astronomi gözlemleri için
kullanan Galileo olmuştur. Galileo’nun bu keşfi, bize modern astronominin kapılarını pratik olarak
açtığı ise yalın bir gerçektir. Onun teleskop sayesinde yaptığı ayrıntılı gözlemleri
bugüne ışık tutmaktadır.
1613 yılında “Güneş Lekeleri“
üzerine olan kitabını yayınlayan Galileo, bu kitabında Kopernik sistemini
savunmaktadır. Bu kitap yüzünden Galileo kilisenin ve papazların hışmına uğrar.
İki bin yıldır doğru olarak kabul edilen düşünceler
sarsılmaktadır çünkü. İki yıl sonra Galileo 1615 yılında Roma`da engizisyona karşı
savunmasını yapmak için çağrılır. Galileo`nun kitapları 1616 yılında Papa 5. Paul`ün kurdurduğu bir komisyon
tarafından tetkik edilir. Aynı yıl bunun üzerine Vatikan`a tekrardan çağrılır. Galileo’ya
Kopernik’in ’güneş merkezli evren kuramı’nı ve dünyanın döndüğünü’ savunmaması,
yazmaması ve dillendirmemesi“ tehdidinde bulunulurak gözdağı verilir. Galileo
çalışmalarından vaz geçmez. Elde ettiği bilimsel verileri ve gerçekleri de
söylemeyi sürdürür. 1625 yılında tekrardan yargılanır ve bu defa da aklanır.
Galileo, Kopernik`in ‘heliosentirik’
yani “güneş merkezlilik” kuramını savunmaya ve geliştirmeye devam eder. Bu
durum, Aristoteles'ci profesörlerin hoşuna gitmez, bu hoşnutsuzluk Galileo’ya karşı
sert tavırların gelişmesine, onu karalayıp yıpratmaya ve engizisyona tekrardan ihbar
edilmesine kadar vardırılmıştır. Galileo’nun uzun yılları kapsayan ve ancak
1632 yılında sonuçlandırıp bastırma şansını yakaladığı “İki
Kainat Sistemi Üzerine Konuşmalar” isimli kitabı yine Aristoteles’ci
profesörler tarafından papaya “Copernik sisteminin güçlü ve
pervasız bir savunusu” olduğu söylenerek kitabın yasaklanması sağlanır. “Kutsal
Engizisyon” yalnızca bununla da sınırla kalmaz, kitabın yakılmasına ve Galileo’nun diğer tüm eserlerinin de
yasaklanmasına karar verir. Engizisyon İtalya’da bulunan tüm yayınlar
aracılığıyla da Galileo’nu ilerde yeni bir kitap yazması durumunda basımın
yasak olduğunu açıklar.
Bu yasaklama Vatikan’ın 400 yıl
boyunca aydınlanma filozoflarından, edebiyatçılara, bilim insanlarına ve
siyasetçilerine dek 4 bin başlık halinde Batı uygarlığının düşünsel, kültürel
birikimini temsil eden tüm yazar ve kitaplarına karşı uyguladığı bir
uygulama/yasaklamadır!..Öyle ki bu yasaklılar listesinde Montaigne Denemeler'iyle, La Fontaine
öykü ve romanlarıyla, Montesguieu Kanunların Ruhu ve İran
Mektupları'yla, Kant’ın Salt Aklın Eleştirisi'yle, Pierre Larousse Büyük
Ansiklopedi'siyle, Victor Hugo’nun Sefiller, Gustave Flaubert Madame Bovary ve
Salommbo ile yasaklar listesi uzayıp gitmektedir.
Bu yasaklamaların
ardından, Galileo’yu müebbet hapse
mahkum edilir.
“Ömür boyu hapis cezası”nı duyan Galileo, güçlü
dostlarının yardımıyla Engizisyon karşısına çıkarak ‘hatalarını’ resmi bir
törenle ‘itiraf’ eder ve çaresiz bir şekilde verilen
metni diz çökerek okur: “Ben Galileo
Galilei, geçmişteki tüm yanlış ve aykırı düşüncelerimden ötürü, huzurunuzda
kendimi lanetliyor, bir daha öyle saçmalıklara düşmeyeceğime, kutsal öğretiye
aykırı hiç bir fikir taşımayacağıma yemin ediyorum.Dünya sabit duruyor ve
dönmüyor.” Der. Ama gerçekler, Galileo böyle dedi
diye değişmez! Çünkü ‘Gerçeklik, ona inanmaktan vazgeçtiğinizde ortadan
kaybolmayan şeydir!’ Bu törenin ardından yine Güçlü dostlarının yardımıyla hapis
cezası “ömür boyu ev hapsi”ne çevrilir. Hakkında bu karar
verildiğinde Galileo yetmiş yaşındadır.
“Zamanı gelen bir fikrin gücüne
Galileo, Engizisyon mahkemesini terk
ederken, tam mahkeme kapısında çıkmak üzeredir. İşte bu anda o ünlü sözünü söylediği
rivayet edilir. “Ben dönmüyor desem de, Dünya yine de dönüyor!”[9] Tarihte
bundan daha yıkıcı ve devrimci bir slogan var mıdır? “ ‘Dünya dönüyor’, belki
de Tanrılara en büyük meydan okuyuş. İnsanlık, hem derin bir tarih bilincini,
hem bilimin isyanını, hem de doyumsuz bir yaşam sevincini içeren bu sözü,
bilimsel devrimin simgesine, Galilei’ye yakıştırmıştır... Ey tanrılar ve
temsilcisi egemenler, hükmünüz bir yere kadar, dünya yine de dönüyor… ‘Dünya dönüyor’, sadece bir insanlık sözü
değil, bir doğa sözü. Bu sözle aşık atabilecek tek bir deyiş var. Onu da yine
Anadolulu bir bilge, Herakleitos söylemiş: ‘Her şey akar.’ Bu da bir doğa sözü.
Tanrıların bile ulaşamadığı evrenselliği yansıtıyor. Her şey akıyorsa eğer,
artık bilim konuşur. Tanrı susar; Herakleitos, Galileo, Newton, Darwin, Marx,
yani insanlık konuşur. İnsanlığın sözleri, insanın mücadelesinin koçbaşıdır.
Büyük tarihsel dönüşümlerin, yani devrimlerin müjdecisidir. Bir nevi erken öten
horozdur. Başı tanrılar tarafından kesilir; ama herkesi uyandırmıştır bir
kere…”[10] Çünkü, ‘Doğmanın
yanıtları vardır, soruları yoktur. Bilimin ise soruları vardır, yanıtları
yoktur. Onları insanlar arayıp bulacaklardır.’[11]
Galileo, “ömür boyu
ev hapsi” cezasını Floransa yakınlarındaki Arcetri’de bulunan evinde çekmeye
başlar. Burada son kitabı olan “İki Yeni Bilimle İlgili Söyleşiler ve
Matematiksel Deneyler”i kaleme alır. Bu kitabı her okuyanın göreceği üzere,
Galileo, bu çalışmasında astronomi alanında uzak durmuş, daha çok “dinamik ile
statik bilimleri” üzerinde çalışmıştır. Galileo yazdığı bu kitabın basımını
göremez. Çünkü kitabın taslağı, onun ölümünden (1642) sonra dostları tarafından
gizlice İtalya dışına çıkartılarak ancak 1668 yılında Leiden’de yayınlanabilir.
Galileo, yaşamı boyunca, insanlığın gelişimi ve bilim dünyasına eşsiz düzeyde
katkılar sağlayan, büyük bir düşünce gücünün temsilcisidir.
“Özgürlük duvarı yıkacak güçte değil,
Galileo’nun, doğru
bildiği şeyleri Kilisenin baskısı altında yadsıması Bertholt Brecht’in
tanımladığı gibi, “kınanacak bir durum” mudur? Bence kesinlikle değil. Bertholt
Brecht bu konuda yanılgılı bir değerlendirme içerisindedir. Düşünelim, tüm
evrenin merkezinin arz olduğunu kilise ve din adamlarının yüzyıllar boyunca
insanların beynine‚ şüphe kalmayacak şekilde yerleştirmişlerdi. Ve Galileo’da
tıpkı öncüleri olan Kopernik ve Bruno gibi, bu resmi düşünceyi, ve keza ’kutsal
kitap’ın öğretilerini alt-üst eden, bundan dolayı da ölümlerden ölümler
beğenilmesi istenilen kişidir. Korkularının ve kaygılarının olması da çok
doğaldır. Keza, doğru bildiği şeyleri engizisyon karşısında yadsımış olsa da, aslında
doğru bildiği yolda ölmeyi seçmiştir! Bu, onun yaşlamı boyunca sosyal pratiğine
bakıldığında da görülecektir. Galileo Sosyal pratatiğinde, İncil’deki
evren-bilim öğretisiyle çelişen, ve bu öğretiyi yadsıyan Kopernikçi görüşleri,
ve “Kopernik evren görüşü“nü yaygınlaştırma çabaları sürdürdüğü için
engizisyonun hedefi olmuştur. Keza Galileo, dostları ve yakınları tarafından
daha fazla gözlem ve keşif yapması, bilimsel sonuçlar elde etmesi, ve insanlığa
daha önemli katkılar sağlayabileceği önemli bir düşünce gücü olduğu için
yaşamayı seçmesi yönünde ikna edilmiştir. Keza, hayatı ve buluşları, Dogmalar ile bilimin ne ilk
çatışmasıdır, ne de son. Ve birkez daha düşünelim, Galileo bu yönlü bir ‘geri adım’ atmamış olsaydı, şüphesiz ki
Bruno gibi bir sonuçla noktalanacaktı yaşamı. Haliyle de bilime ve insanlığa
bıraktığı önemli buluşları yapamamış olacaktı. Yani, icat ettiği teleskopla birçok astronomik
gözlem gerçekleştiremeyecekti. Bunların arasında Ay'ın yüzeyindeki kraterlerin
ilk kez tespit edilmesi de vardı. Jüpiter'in
Uydularının Keşfinden, teleskoptan daha küçük ölçülerde bir silindire
yine mercekler yerleştirerek "occhialino" adını verdiği mikroskopu
yapmasına, sıcağı ve soğuğu ölçmek için icat ettiği Termoskop’tan, sarkaçlar
üzerinde yaptığı incelemelerle modern saatin ortaya çıkmasından tutalım da, Su Pompalama Makinasının icadına kadar,
yığınla astronomik bilimsel
sonuçlara dek önemli katkılar sağlamış olamayacaktı!.. Öyle ise, bildiği
doğruları baskı ve zor altında korktuğu için yadsımış olması, tek başına kriter
olarak ele alınmamalı. Aslolan teslim olmaması. Bildiği doğrulardan vaz
geçmemiş olmasıdır!
Bir örnek verecek olursak, uluslararası
devrimci ve komünist hareketlerin tarihine baktığımızda, genel olarak bir
devrimcinin başarısı, salt ’teslim olmama’ konusunda ki direnciyle ölçülür hale
getirilmiştir. Oysa, içerisinde bulunduğu bilimsel, sanatsal, sosyal
veya ulusal vs. mücadelenin devinimini hızlandıracak doğru kararları vermesiyle
ölçülebilinir. Çünkü, gerek bilim dünyasının, gerekse devrimler tarihi sadece
ve tek başına, her ne koşulda olursa olsun teslim olmayan kahramanların
yarattığı şanlı direnişlerden değil, geri çekilmelerden ve hatta yenilgilerden
de oluşmuştur. Sadece direnişlerden söz edenler resmi tarihlerdir! Geri
çekilmeleri, atılan geri adımları ve daha neleri-neleri öğrenmek için gerçek
tarihe bakmak gerekir. Tıpkı bu yazımızda ele aldığımız Galileo’nun Kilisenin
baskısı altında korkarak doğruları ret ettiği gibi!..
Sonuç olarak, İnsanlığa
dünyanın değil, güneş'in merkezde olduğunu gösteren (Kopernik), hareket
bilmecesine el atarak hareketin göreliliğini açıklayan (Galile), gezegenlerin
yasalarını keşfeden (Kepler), Işıktan yerçekimine kadar bir dizi olayın
yasalarını bulan (Newton), vb gibi insanlar, hiç kuşku yok ki modern bilimin
mimarlarıdırlar!..
Ve pek tabi Nestor'enin dediği
gibi; ”Gözlere uzak, göklere yakın bir tanrı yoktur. Çöllerden uçsuz, göllerden
ıssız bir kader yoktur. Yaprak gibi sonsuz dalgalanan bir bayrak, ağaç kadar
kaygısız büyüyen bir kale yoktur. Bir ağacın dalından daha heybetli kale
burçları vardır. Orada yapraklardan daha muzaffer bayraklar da vardır. Bütün
bir insanlığı kobaya, tüm bir gezegeni laboratuara dönüştürülmesine izin mi
vereceğiz? Yaratan ve üretenin hakkını, gücünü sonsuza kadar unuttunuz mu?
Yaratan ve üreten; çığlıklardan çığlık yapan, çığlıklardan çığır açandır.”
Bazı insanlar yaşamak için ölürler ve bazıları da
ölmek için. Kopernik, Bruno ve Galileo gibi kendilerini insanlığın gelişimine,
gerçeklere ve bilime adayan kimseler ise, insanlığın bilincinde yaşamak için ‘öldüler’.
Tıpkı şu an ve saatte hala onlarla ilgili bir şeyleri yazmakta olan benim ve tabi
ki tüm insanlığın onları yaşattığı gibi!..
Son söz; Ne insanlığın ilk
isyancısı Spartaküs'ü asan Romalı general, nede Bruno’nun bedenine ateşi veren
cellatlar tarihte bilinmez. Ama Spartaküs, Bruno ve daha bir çokları isyanlarıyla,
bilgelikleriyle, buluşlarıyla ve direnişleriyle tarihin yapraklarına düşmüştür.
Bunun için, düşünürün dediği gibi, ‘Gömüldükten
sonra hatırlanmak istiyorsanız; ya okunacak işler yapın, yada okumaya değer
şeyler yazın!..’
Ve diyoruz ki, Kim Ne Derse Desin, “Dünya Dönüyor”!
* 2009 yılının
bir çok farklı ve önemli yönü vardı. Bunlardan biri, şüphesiz ki ‘Evrim
Teorisi' ile bilim ve düşünce
dünyasında nitel sıçramalar yaratan İngiliz biyolog Charles Darwin’in 200’üncü
doğum yılının olması, ve bir devrim niteliği taşıyan ‘Türlerin Kökeni’ adlı
eserinin yayınlanışının 150'nci yıldönümü oluşuydu. Yine 2009 yılının, en
önemli özelliklerinden biri de, Uluslararası Astronomi Birliği(IAU)’nin 2009
yılını, Galileo Galilei`nin teleskopla
yaptığı ilk gökyüzü gözleminin 400. yıldönümü olmasıydı. Bu nedenle’de 2009
yılı “Dünya Astronomi Yılı” ilan
edilmişti. UNESCO’nun da bu
çağrıya ortak olmasıyla Birleşmiş Milletler, 2009
senesini Dünya Astronomi Yılı olarak kabul etti. Bir çok çevrenin Darwin ve
onun eşsiz teorisi olan ‘Evrim Teorisi’ne yönelik yığınla yazdığı ve söylediği
şey oldu. Ancak “Dünya Astronomi Yılı”na ilişkin pek
az şey söylendi. Bende bunun için “Dünya Astronomi Yılı” ile ilgili bu
‘araştırma-inceleme’ karakterli yazıyı kaleme almayı uygun gördüm. Ancak kimi
nedenlerden dolayı, yazıya henüz başlamışken tamamlama şansım olmadı.
Dolayısıyla da 1 yıl gecikmeli de olsa, yıl dönümü vesilesiyle tamamlama şansım
oldu.
[1] Orhan
Hançerlioğlu. Felsefe Sözlüğü. Remzi Kitapevi Yayınları. Altıncı baskı.
İstanbul, Mayıs 1982. Syf:374/375.
[2] John
Milton
[3] Bertrand Russell (1872-1970)
[4] Victor
J. Stenger
[5] Blaise Pascal
[6] Kaynak: Rehber Ansiklopedisi. Sözcük
anlamı, Haç. (Bkz. Haçlı Seferleri)
[7] Goethe
[8] Victor
Hugo
[10] Ender
Helvacıoğlu. ‘Tarih bilincinden yaşama sevincine, İnsanlığın Sözleri’ isimli
kitabından.
[11] Erdal
Ataberk
[12] Burak Özdemir
Kaynakça:
1.Bernal, Jean Modern Çağ Öncesi Fizik,TÜBİTAK yayınları.
1.Bernal, Jean Modern Çağ Öncesi Fizik,TÜBİTAK yayınları.
2.Einstein,Albert-İnfeld,Leopol,Fiziğin Evrimi,Onur
yayınları
3.Serway,Raymond A.;Fen ve mühendislik İçin Fizik,çeviri Editörü: Kemal çolak-oğlu, Palme Yayıncılık(1995)
3.Serway,Raymond A.;Fen ve mühendislik İçin Fizik,çeviri Editörü: Kemal çolak-oğlu, Palme Yayıncılık(1995)
4. “Bilim ve Gelecek” dergisinin Şubat 2009 sayısında yer
alan, “Vatikan’ın Yasak Listesi”. Baha Okar.