2 Haziran 2010 Çarşamba

Ortaçağ Karanlığına Çarpıp Aydınlık Saçan Kuyruklu Yıldızlar!..

H.GÜRER
Haziran, 2010

Bilimsel devrimler de, sosyal devrimler gibi, uzunca bir süreci kapsayan, kimi zaman sancılı geçen ve kimin zaman da ağır bedelleri zorunlu ve kaçınılmaz kılan devrimlerden biridir. Hele bahsi geçen devrimler, insanlık tarihinin karanlık sayfaları olarak bilinen Ortaçağ karanlığı döneminde ise, çok daha güç, ağır ve sancılı bedeller verilerek ilerletilmiştir. Çünkü ortaçağ dönemi, insanlık açısından her yönüyle dünyanın üstüne çöken gri, sisli bir kabustur. Ve tarih sayfalarında öyle de kalacaktır!.. 
Ortaçağın yerleşik düşünce sistemi, özünde hiç bir kişisel görüşe, araştırma-incelemeye, tartışmaya, kuşku ve kurcalamaya izin vermeyen bağnaz bir inanca dönüşmüştür. Yeniye ve gelişime, özellikle de bilime karşı son derece katı, tavizssiz ve affetmeyen bir tutumu vardır. En küçük kişisel bir çıkışa cesaret eden, ya aforoz edilir yada ölüm cezası verilerek türlü işkencelerden geçirilip öldürülürdü. Ortaçağ sisteminin bu yönleri, özünde skolastik felsefesiyle bütünleşmiştir. Öyle ki, skolastik felsefe Ortaçağ da neredeyse resmi bir kimlik dahi kazanmıştır. Skolastik, ortaçağ Hristiyan felsefesidir ve bütün ortaçağı kapsar. En temel özelliği ise doğmatik oluşudur.
Hristiyan felsefesinin Skolastik dönemi IX. yüzyıldan XVI.yüzyıla kadar sürmüştür. Bu süre boyunca, tanrısal düzen içinde insanı küçümseyen ve tümüyle baskı altına alan skolastik dönemde, insanlar kendilerini oldukça güçsüz ve küçük görmektedir.[1] Kendilerini bu aşşağılama komleksi içinde bulan insan, aynı zamanda gizemciliğe (mistisizm)e de yönelerek içine kapanmıştır.
İnsanlığın bu içine kapanışı, felsefenin ve bilimin de skolastiğin o kalın ve ölü yorganı altında yüzyıllarca kıvrılarak uyumasına neden olmuştur. Ortaçağ karanlığında, yalnızca skolastik tartışmalarının horlamaları duyuluyordu. Aykırı farklı bir ses yoktu. Adeta hayat donmuş, yaşam durdurulmuş, hareket-değişim-dönüşüm ise ’yok’ edilmişti!..
Ortaçağ düşünce geleneğini felsefe alanında kıran ilk düşünür, şüphesiz ki 17. yüzyılda tarih sahnesine çıkan Descartes oldu. O, felsefeyi ortaçağın karanlığından ve skolastik düşüncenin yorganı altında ki uykusundan çekip çıkararak bu derin ve ’ölü uykudan’ uyandırdı. Bu uyandırılış, aynı zamanda uyuyan bilginleride uyandırmıştı. İngiliz empristlerin kimi çıkışlarıyla (bilgi birikiminin akla değil, deneyime dayandığı iddiaları) felsefe tekrardan sonsuz bir uykuya dalma tehlikesiyle yüz-yüze kaldıysa da, 18.Yüzyılda Kant’ın‚ doğmatizme karşı başlayan uyanışı buna engel oldu. Hegel’in gayretli çalışmaları ise, felsefeye farklı bir boyut kazandırdı. Felsefe, yavaş ve vakur adımlarla ortaçağın karanlığının esaretinden çıkmaya başlamıştı.
Tüm bu çabalara karşın, felsefe bir bütün olarak insanlığın düşünsel ve sosyal alanda özgürleşmesi için bilimsel bir yol göstericiliğe kavuşturulamamıştı. İnsanlığın felsefe alanında ve düşünsel evrim sürecinde, nitelik sıçraması yaptığı noktaya ulaşması hiç şüphesiz ki Karl Marks ve yakın dostu ve mücadele arkadaşı olan Friedrich Engels’le birlikte oldu.  Marks ve Engels, felsefeyi Hegel’in inşa ettiği dev yatağı bulutlardan oluşan gök kubbeden, baş aşağı dururken ayakları üzerine diktiler. Felsefeyi filozofların labaratuarlarından çıkarıp insanlığın elinde, kurtuluşları için bilimsel bir yol-yöntem ve araca, ve yönlerini karanlıkta aydınlatacak güçlü bir fenere dönüştürdüler. Bununla birlikte başlayan sosyal devrimler, tarih tekerleğinin ileriye doğru dönmesine neden oldu. Ortaçağ karanlığından felsefenin sökülüp alınması ve günümüzde ki haline kavuşması işte böyle gelişti.
Bilimin, felsefe kadar Ortaçağ karanlığından kurtulması ’kolay’ olmadı. Ağır bedelleri gerektirdi. Bu bedeller ise kimileri katledilerek, kimileri ise bildikleri doğrulara karşı ’ihanet’ ettirilerek ödetildi. Bunun için, “ortaçağ dönemi“ denilince, benim aklıma sürekli Kopernik (Copernicus), Bruno ve Galileo gelmiştir. Bilimsel araştırmalarıyla, ortaçağ karanlığının tam orta yerinde insanlığa aydınlık saçan bu üç büyük düşünür, “Kazanacağımız aydınlık bize, bilgimiz vasıtasıyla verilecektir!“ dediler. Bu inançlada bilimsel inceleme ve araştırmalarını engizasyona ve türlü baskılarına karşın sürdürdüler.
Bunların başını çeken şüphesiz ki Kopernik’tir! O, Ortaçağ karanlığının o en derin, o en karanlık ve o en zifiri yerinde parlayan kuyruklu yıldızlardan biriydi. Yaşamı buyunca, gök atlasında yıldızlar ve gezegenler üzerine sürekli olarak yaptığı bilimsel araştırmaları ve bunların sonuçlarını açıklamakta Kiliseden korkmuş ve çekinmişti. Dönemin Hıristiyan din adamları, “İsa Mesih”in “dünya’ya sabit durması için emir verdiği”ni ve dünyanın da sabit durmakta olduğunu iddia etmesi, yine genel bir inanca göre de dünyanın “düz bir tepsi” gibi olması söz konusuydu. Aksini düşünen veya söyleyenler ise cehennemlikti. Aksini düşünmek ve söylemek, kiliseye ve öğretilerine karşı çıkmaktı. Karşı çıkmak ise, engizisyon tarafından en ağır işkencelerden geçirilmek, en köhne hücrelerde yıllarca tutulmak ve ateşte yakılmak için kiliseye karşı yapılmış yeterli bir “suç”tu!..
Tüm bu “suçları”ın en ağırını ise şüphesiz ki Kopernik işlemişti. Öyle ki, Kopernik’in bu ağır “suçlarını” birde rivayetlere dönüştürenlerde olmuştur. Bunlardan biri, Kardinal Ignatius’un satirik adlı eserinden Kopernik ile ilgili bir öyküdür. Öyküye göre, öteki dünyanın ileri gelenleri bir toplantıdadır ve cehenneme bir yönetici seçmek isterler. Adaylarda aranan tek koşul, ‘ölmeden önce dünyanın başına çok büyük dertler açmış olmaları’dır.
Herkes söz alır ve hayatta iken yaptığı kötülükleri anlatır. Bu arada Kopernik de aday olur. Bunu duyan Ignatius, bir astronomun cehennemde işi olmadığını söyleyerek Kopernik' e karşı çıkar.
Kopernik, ise şöyle der:
“Şimdiye dek konuşanlar, dünyada yapmış oldukları kötülükleri anlattılar. Oysa ben, tüm evrenin altını üstüne getirdim, bundan daha kötü ne olabilir?”
            Ignatius’un yanıtı şöyledir:
"Sen sadece bir varsayım açıkladın. Bunda bir kötülük yok, zira varsayımların insanlara bir zararı dokunmaz. Ama eğer varsayımın Papa tarafından lanetlendiyse, artık varsayım olmaktan çıkmış ve doğruluğu kanıtlanmış demektir! İşte o zaman sen de cehenneme gidebilirsin, seni lanetleyen Papa'da..."
Evet, Kopernik gerçekten de tüm evrenin altını üstüne getirmişti.. Çünkü O, kendi dönemine kadar yaygın olan ‘dünya merkezli’ görüşü yıkmıştı. Kopernik, kilisenin ve “kutsal kitap”ın öğretileri olan “Dünya merkezdedir. Sabit durur. Başta güneş olmak üzere diğer gezegenlerin hepsi dünyanın etrafında döner!” Teorisine, ‘Güneş merkezlilik’ kuramını açıklayarak karşı çıkar. Kopernik güneşin merkezde olduğunu ve dünya ile diğer gezegenlerin güneşin etrafında döndüğünü ileri sürer. Güneşi merkeze alan teorisini kiliseden çekindiği için ancak ömrünün sonlarına doğru açıklayabilir. Ama sonuçta açıklar!
Yaşamının sonlarına doğru, ne kiliseden, nede onun engizisyonundan korkusu kalmayan Kopernik, yaptığı bilimsel araştırma ve incelemelerinin sonuçlarını ve genel olarak fikirlerini açıklayarak, gizlice yazdığı kitabını da ortaya çıkarmaya karar verir. Bu kararını ise, yazdığı kitabını Papa'ya göndererek ve içerisine de şu mektubu yazıp koyarak, hem kiliseye hem de engizisyona karşı bilimi ve doğruları yaşamının sonuna doğruda olsa ifade edeceğini ve savunacağını ilan eder:
"Aziz peder, şunu çok iyi biliyorum ki, kimileri Yer'in devinimleri hakkındaki kitabımı onaylayacak, kimileri de onu yazdığım için, aslında dikkate almamam gereken gürültüleri edecek (Kopernik kendinden emin). Ama ben, her şeye rağmen gerçeğe uymayan görüşlerin bir yana bırakılması gereğine inanıyorum (Ve hücuma başlıyor) Fakat, uzun zaman önce, insanlara çağlar boyu anlatılan saçma bir peri masalını, yani yer’in göğün ortasında onun merkeziymiş gibi hareket etmeden durduğunu okuduğum sıralarda, tam tersine hareket ettiğini savunmaktan çekinmiştim... (…) Kazara, matematikten bütün habersiz insanlara ek olarak üzerlerine bu konularda karar verme sorumluluğu alanlar çıkar, Kutsal metinlerde “kendi amaçlarına uygun olarak haince çarpıttıkları” bazı bölümlere dayanarak kitabımı şiddetle eleştirmeye cüret ederlerse, bunun benim için hiç önemi yok… (…)"
Kopernik bu satırlarla papaya düşüncelerini ilan eder. Astronominin kurucusu kabul edilen Kopernik, Astronom olduğu gibi doktor ve Papaz’dır da aynı zamanda. Kopernik’in teorisi iki temel varsayım içermektedir: Birincisi; “Gezegenleri taşıyan göksel küreler dünyanın değil, güneşin çevresinde dönmektedir” der. İkincisi ise; “Dünya merkezde sabit değil, kendi ekseni çevresinde günlük, güneşin çevresinde ise yıllık dönüşler içinde” olduğunu söyler.
Yani, dünyanın ve diğer gezegenlerin güneşin etrafında döndükleri kuralını açıklar.  Kopernik’in “Heliosentrik” (helios=gr. güneş) teorisi ismini verdiği bu teori, bugün Kopernik teorisi olarak da adlandırılır. Ama öylede olsa kilisenin resmi öğretiye ters düşen bir görüşü hoş karşılaması beklenemezdi! Bu teoriye karşı ilk tepkiler, Protestan kiliselerinin liderlerinden Kopernik’i kınama ve aşağılayarak küçük düşürme ile başlanır. ”Bu budala” der Luther, ”astronomi bilimini altüst etme sevdasındadır. Oysa kutsal kitap arzın değil, güneşin döndüğünü bize bildirmiştir... Bir yeni yetme astrologa halk kulak versin, olacak iş mi?” der, ve Kopernik tüm bunlara karşı “Eğer güneşe akıllıca bakmazsanız, karanlık içinde kalırsınız.” diyerek cevap verir ve ekler “Bilgi sonsuza dek cehaleti yönetecektir!”[2] der ve artık Kopernik, Kilise tarafından cehenneme aday bir kişi olarak gösterilmeye başlanır.
Kopernik tehditlerin hiç birine aldırmaz. Onlarla dalga geçer. Yıllarca içinde beslediği korkuları alt-üst ederek, yaşamı pahasına insanlığa bilimsel gerçekleri açıklamaya kararlıdır. Engizisyonun tehditlerine karşı kitabını bastırmakla cevabını verir ve tehditlere baş eğmez. Tüm baskılar karşısında dik durur.
Kopernik, şüphesiz ki Bilim tarihi bakımından insan aklının yakın zamanlardaki en büyük devrimi olarak görülmek ve kabul edilmek zorundadır. Çünkü o’nun “Dünya’nın değil Güneş’in merkez olduğu” bilimsel teorisi, gerçekten “sağ duyu” denen alışılmış, “herkesçe açıkça kabul edilen” ve hiç sorgulamadan inanılan “kutsal kitaba ve öğretilerine” karşı insan aklının ilk ve en büyük eleştirisi, başkaldırısı ve cepheden bayrak açması olarak görülmelidir. Bu aynı zamanda, “Din ile Bilim arasındaki ilk, kimi yönlerden de en önemli kavga, bugün Güneş Sistemi adını verdiğimiz düzenin merkezinin Güneş mi yoksa Dünya mı olduğu konusundaki gökbilimsel tartışma”[3] olarak da görmek gerekmektedir.




“Gerçeklik,
etkide bulunduğunuzda size tepki veren şeydir.“[4]
Engizisyon tarafından cehenneme aday gösterilen ancak kınanmakla kalan Kopernik, şüphesiz ki Giordano Bruno’ya göre çok ‘şanslı’ydı. Çünkü, Kopernik’in tezlerini savunduğu için Katolik Kilisesi tarafından sapkın ilan edilerek diri-diri yakılan filozof, gökbilimci ve teolog Giordano Bruno, diyebiliriz ki ortaçağ karanlığına karşı, bilimin aydınlığını savunan, ve bunun içinde en ağır cezalara çarptırılarak, işkencelerden geçirilip yakılan, tarifsiz acılar çektirilen kişilerden biridir!
            Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden birisi olarak anılan Giordano Bruno, aynı zamanda ”Doğacı coşkunluğun düşünürü” olarak  da adlandırılan düşünürlerden biridir. Yaşadığı ortaçağ’da Kopernik’in düşünceleriyle tanıştıktan sonra Engizisyon tarafından “Kiliseye karşı bir sistem içinde yer aldığı” söylenerek  “din sapkınlığı” ile suçlanır. Dinsizlik ile suçlandığı için hiçbir yerde uzun süre kalamaz ve sürekli yer değiştirmek zorunda kalır. Ülke-ülke gezer, gezdiği her yerde düşüncelerinden taviz vermeden tartışır. Yazdığı kitapları bastırır. Ve bir gün tekrardan İtalya’nın Venedik şehrine bir davet üzerine gider. Burada Mocenigo adlı bir aristokratla tartışır ve bu kişi tarafından Engizisyon'a teslim edilir.

“İnançta inanmak isteyenler için yeterince ışık;
istemeyenler için ise onları kör etmeye
yetecek kadar gölge vardır.“[5]
Engizisyon tarafından Bruno’ya düşüncelerinden vaz geçmesi ve özür dilemesi halinde, bu düşüncelerin bir ‘din sapkınlığı’ olduğunu kabul etmesi sonucunda ‘affedilebileceği’ söylense de, Bruno bunu kesin bir dille ret eder. 1593 Şubat’ında Bruno, Roma’ya yollanır ve tam altı yıl boyunca engizisyonun karanlık hücrelerinde durmak bilmeyen işkenceli bir hapishane süreci başlar. Tam altı yıl sonra 1599 yılının baharında mahkeme başlar. 1600 yılının Ocak ayında engizisyon tarafından Bruno ‘suçlu’ bulunur ve 1600 yılının yine Şubat ayında, Roma’nın tarihi bölgesindeki Campo di Fiori’de, halkın önünde, kazığa bağlanır. Yakılarak katledileceği anda, kendisine salibi[6] uzatırlar, eliyle iter haçı (putu) ve hâkimlere bağırır: “Ben ölmekten korkmuyorum, siz bana bu cezayı verirken benden daha büyük bir korku içindesiniz!”der.
Bruno hapiste tutulduğu 6 yıl boyunca, gördüğü bütün işkencelere karşın, görüşlerinden taviz vermez, doğruları ve gerçekleri savunmaya devam eder. Bruno’nun bu asil ve bilime karşı bu sarsılmaz inancı karşısında engizisyon kendisini ölüme mahkum etmiştir.
Bugün Giordano Bruno’nun kazığa bağlanıp bedeni ateşe verilerek katledildiği yerde, onun için bir anıt bulunuyor. Ama gerçek anıt, şüphesiz ki Bruno’nun ve Bruno gibi cesur, asil ve gerçeğe bağlı kişilerin kurduğu yıkılmaz Doğruluk Anıtı’dır.
            Uluslararası çapta tanınan bir fizikçi olan Cabibbo, Giordano Bruno’nun kuramının bugün, yörüngedeki teleskoplarla gözlenerek güneş sisteminin dışındaki gezegenlerin varlığının kanıtlandığını açıklamıştır.  
Bilimsel araştırmaları ve tezleri bugün doğrulanan, düşüncüleri yüzünden dinsizlikle suçlanan Bruno, “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.” Diyerek son sözlerini söylemiştir. Bruno, evrenin sonsuz ve eş-dağılımlı olduğunu ve evrende dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söylediği için Roma Katolik Kilisesi’nin engizisyon mahkemesinde yargılanıp “sapkın” ilan edilmiş ve Roma'da Campo dei Fiori meydanında engizisyoncu şeriatçılar tarafından 1600 yılının şubat ayında diri-diri yakılarak katledilmişti. Ortaçağ karanlığını aklının bilgeliğiyle ve bedeninin ateşiyle aydınlatan o büyük filozof, Bruno’ydu!
2 Temmuz Sivas katliamının yıl dönümünün yaklaştığı şu günlerde, diyebiliriz ki Bruno’yu Roma’da bir meydanda yakan engizisyon ile, 2 Temmuz 1993 yılında Madımak otelini yakarak otuz beş insanı katleden bu suç ortakları ne kadar benziyorlardı birbirlerine; arada 393 yıl olsa da!

“Dünyada en korkunç şey,
bilgisizliğin egemenliğidir.“[7]   
Tarihin tekerleği ileriye doğru dönmeye devam ederken, Engizisyonun baskı, işkence ve katliamları da sürmektedir. Ancak gerçekleri söylemeye, bilimi savunmaya, ortaçağ karanlığını en zifiri ve en köhne yerinden yırtmak isteyen insanlarda çıkmaya devam eder. Bunlardan biride Galileo Galilei'dir.
Galileo Galilei, görüşlerini engizisyonun baskı ve tehditlerinden dolayı korkup inkar ettiği halde, bilimsel gerçekleri sürekli adlandıran, kimileri tarafından ‘tuhaf’, kimilerince ‘sözünün eri olmayan’ şeklinde değerlendirilen, Martin Luther tarafından ise “Ün kazanma aşkına tüm astronomi bilimini altüst etmeye hazır bir deli” olarak nitelendirilen, ama ‘kutsal kitaba’ ve kiliselere “Yaşua, yanılmıştır dünyaya değil, güneş durmaktadır.” Diyebilen bir bilim insanıdır.
Galileo, Kopernik`in bilimsel araştırmalarını ve tezlerini, yaptığı inceleme ve araştırmalarla, keza bulduğu bilimsel buluşlarla da bir adım daha aşarak daha da ileri gitmiştir. O dönemler de Hollanda`da teleskop yapılmışdıysa da, bu araç henüz gökyüzü gözlemlerinde kullanılmazken, bunu, Galileo keşfetti! Ve ilk defa bundan tam 400 yıl önce (1609’da), bu aracı gök cisimlerine evinin balkonundan doğrulttu. 1609 yılında teleskopun bir versiyonunu yapan ve ilk olarak astronomi gözlemleri için kullanan Galileo olmuştur. Galileo’nun bu keşfi, bize modern astronominin kapılarını pratik olarak açtığı ise yalın bir gerçektir. Onun teleskop sayesinde yaptığı ayrıntılı gözlemleri bugüne ışık tutmaktadır.
1613 yılında “Güneş Lekeleri“ üzerine olan kitabını yayınlayan Galileo, bu kitabında Kopernik sistemini savunmaktadır. Bu kitap yüzünden Galileo kilisenin ve papazların hışmına uğrar. İki bin yıldır doğru olarak kabul edilen düşünceler sarsılmaktadır çünkü. İki yıl sonra Galileo 1615 yılında Roma`da engizisyona karşı savunmasını yapmak için çağrılır. Galileo`nun kitapları 1616 yılında Papa 5. Paul`ün kurdurduğu bir komisyon tarafından tetkik edilir. Aynı yıl bunun üzerine Vatikan`a tekrardan çağrılır. Galileo’ya Kopernik’in ’güneş merkezli evren kuramı’nı ve dünyanın döndüğünü’ savunmaması, yazmaması ve dillendirmemesi“ tehdidinde bulunulurak gözdağı verilir. Galileo çalışmalarından vaz geçmez. Elde ettiği bilimsel verileri ve gerçekleri de söylemeyi sürdürür. 1625 yılında tekrardan yargılanır ve bu defa da aklanır.
Galileo, Kopernik`in ‘heliosentirik’ yani “güneş merkezlilik” kuramını savunmaya ve geliştirmeye devam eder. Bu durum, Aristoteles'ci profesörlerin hoşuna gitmez, bu hoşnutsuzluk Galileo’ya karşı sert tavırların gelişmesine, onu karalayıp yıpratmaya ve engizisyona tekrardan ihbar edilmesine kadar vardırılmıştır. Galileo’nun uzun yılları kapsayan ve ancak 1632 yılında sonuçlandırıp bastırma şansını yakaladığı “İki Kainat Sistemi Üzerine Konuşmalar” isimli kitabı yine Aristoteles’ci profesörler tarafından papaya “Copernik sisteminin güçlü ve pervasız bir savunusu” olduğu söylenerek kitabın yasaklanması sağlanır. “Kutsal Engizisyon” yalnızca bununla da sınırla kalmaz, kitabın yakılmasına ve Galileo’nun diğer tüm eserlerinin de yasaklanmasına karar verir. Engizisyon İtalya’da bulunan tüm yayınlar aracılığıyla da Galileo’nu ilerde yeni bir kitap yazması durumunda basımın yasak olduğunu açıklar.
Bu yasaklama Vatikan’ın 400 yıl boyunca aydınlanma filozoflarından, edebiyatçılara, bilim insanlarına ve siyasetçilerine dek 4 bin başlık halinde Batı uygarlığının düşünsel, kültürel birikimini temsil eden tüm yazar ve kitaplarına karşı uyguladığı bir uygulama/yasaklamadır!..Öyle ki bu yasaklılar listesinde Montaigne Denemeler'iyle, La Fontaine öykü ve romanlarıyla, Montesguieu Kanunların Ruhu ve İran Mektupları'yla, Kant’ın Salt Aklın Eleştirisi'yle, Pierre Larousse Büyük Ansiklopedi'siyle, Victor Hugo’nun Sefiller, Gustave Flaubert Madame Bovary ve Salommbo ile yasaklar listesi uzayıp gitmektedir.
Bu yasaklamaların ardından, Galileo’yu müebbet hapse mahkum edilir.
“Ömür boyu hapis cezası”nı duyan Galileo, güçlü dostlarının yardımıyla Engizisyon karşısına çıkarak ‘hatalarını’ resmi bir törenle ‘itiraf’ eder ve çaresiz bir şekilde verilen metni diz çökerek okur: “Ben Galileo Galilei, geçmişteki tüm yanlış ve aykırı düşüncelerimden ötürü, huzurunuzda kendimi lanetliyor, bir daha öyle saçmalıklara düşmeyeceğime, kutsal öğretiye aykırı hiç bir fikir taşımayacağıma yemin ediyorum.Dünya sabit duruyor ve dönmüyor.” Der. Ama gerçekler, Galileo böyle dedi diye değişmez! Çünkü ‘Gerçeklik, ona inanmaktan vazgeçtiğinizde ortadan kaybolmayan şeydir!’ Bu törenin ardından yine Güçlü dostlarının yardımıyla hapis cezası “ömür boyu ev hapsi”ne çevrilir. Hakkında bu karar verildiğinde Galileo yetmiş yaşındadır.

“Zamanı gelen bir fikrin gücüne 
hiçbir ordu karşı koyamaz.“[8]
Galileo, Engizisyon mahkemesini terk ederken, tam mahkeme kapısında çıkmak üzeredir. İşte bu anda o ünlü sözünü söylediği rivayet edilir. “Ben dönmüyor desem de, Dünya yine de dönüyor!”[9] Tarihte bundan daha yıkıcı ve devrimci bir slogan var mıdır? “ ‘Dünya dönüyor’, belki de Tanrılara en büyük meydan okuyuş. İnsanlık, hem derin bir tarih bilincini, hem bilimin isyanını, hem de doyumsuz bir yaşam sevincini içeren bu sözü, bilimsel devrimin simgesine, Galilei’ye yakıştırmıştır... Ey tanrılar ve temsilcisi egemenler, hükmünüz bir yere kadar, dünya yine de dönüyor…  ‘Dünya dönüyor’, sadece bir insanlık sözü değil, bir doğa sözü. Bu sözle aşık atabilecek tek bir deyiş var. Onu da yine Anadolulu bir bilge, Herakleitos söylemiş: ‘Her şey akar.’ Bu da bir doğa sözü. Tanrıların bile ulaşamadığı evrenselliği yansıtıyor. Her şey akıyorsa eğer, artık bilim konuşur. Tanrı susar; Herakleitos, Galileo, Newton, Darwin, Marx, yani insanlık konuşur. İnsanlığın sözleri, insanın mücadelesinin koçbaşıdır. Büyük tarihsel dönüşümlerin, yani devrimlerin müjdecisidir. Bir nevi erken öten horozdur. Başı tanrılar tarafından kesilir; ama herkesi uyandırmıştır bir kere…”[10] Çünkü, ‘Doğmanın yanıtları vardır, soruları yoktur. Bilimin ise soruları vardır, yanıtları yoktur. Onları insanlar arayıp bulacaklardır.’[11]
Galileo, “ömür boyu ev hapsi” cezasını Floransa yakınlarındaki Arcetri’de bulunan evinde çekmeye başlar. Burada son kitabı olan “İki Yeni Bilimle İlgili Söyleşiler ve Matematiksel Deneyler”i kaleme alır. Bu kitabı her okuyanın göreceği üzere, Galileo, bu çalışmasında astronomi alanında uzak durmuş, daha çok “dinamik ile statik bilimleri” üzerinde çalışmıştır. Galileo yazdığı bu kitabın basımını göremez. Çünkü kitabın taslağı, onun ölümünden (1642) sonra dostları tarafından gizlice İtalya dışına çıkartılarak ancak 1668 yılında Leiden’de yayınlanabilir. Galileo, yaşamı boyunca, insanlığın gelişimi ve bilim dünyasına eşsiz düzeyde katkılar sağlayan, büyük bir düşünce gücünün temsilcisidir.

“Özgürlük duvarı yıkacak güçte değil,
etrafından dolaşacak akılda gizlidir.“[12]
Galileo’nun, doğru bildiği şeyleri Kilisenin baskısı altında yadsıması Bertholt Brecht’in tanımladığı gibi, “kınanacak bir durum” mudur? Bence kesinlikle değil. Bertholt Brecht bu konuda yanılgılı bir değerlendirme içerisindedir. Düşünelim, tüm evrenin merkezinin arz olduğunu kilise ve din adamlarının yüzyıllar boyunca insanların beynine‚ şüphe kalmayacak şekilde yerleştirmişlerdi. Ve Galileo’da tıpkı öncüleri olan Kopernik ve Bruno gibi, bu resmi düşünceyi, ve keza ’kutsal kitap’ın öğretilerini alt-üst eden, bundan dolayı da ölümlerden ölümler beğenilmesi istenilen kişidir. Korkularının ve kaygılarının olması da çok doğaldır. Keza, doğru bildiği şeyleri engizisyon karşısında yadsımış olsa da, aslında doğru bildiği yolda ölmeyi seçmiştir! Bu, onun yaşlamı boyunca sosyal pratiğine bakıldığında da görülecektir. Galileo Sosyal pratatiğinde, İncil’deki evren-bilim öğretisiyle çelişen, ve bu öğretiyi yadsıyan Kopernikçi görüşleri, ve “Kopernik evren görüşü“nü yaygınlaştırma çabaları sürdürdüğü için engizisyonun hedefi olmuştur. Keza Galileo, dostları ve yakınları tarafından daha fazla gözlem ve keşif yapması, bilimsel sonuçlar elde etmesi, ve insanlığa daha önemli katkılar sağlayabileceği önemli bir düşünce gücü olduğu için yaşamayı seçmesi yönünde ikna edilmiştir. Keza, hayatı ve buluşları, Dogmalar ile bilimin ne ilk çatışmasıdır, ne de son. Ve birkez daha düşünelim, Galileo bu yönlü bir ‘geri adım’ atmamış olsaydı, şüphesiz ki Bruno gibi bir sonuçla noktalanacaktı yaşamı. Haliyle de bilime ve insanlığa bıraktığı önemli buluşları yapamamış olacaktı. Yani, icat ettiği teleskopla birçok astronomik gözlem gerçekleştiremeyecekti. Bunların arasında Ay'ın yüzeyindeki kraterlerin ilk kez tespit edilmesi de vardı. Jüpiter'in Uydularının Keşfinden, teleskoptan daha küçük ölçülerde bir silindire yine mercekler yerleştirerek "occhialino" adını verdiği mikroskopu yapmasına, sıcağı ve soğuğu ölçmek için icat ettiği Termoskop’tan, sarkaçlar üzerinde yaptığı incelemelerle modern saatin ortaya çıkmasından tutalım da, Su Pompalama Makinasının icadına kadar, yığınla astronomik bilimsel sonuçlara dek önemli katkılar sağlamış olamayacaktı!.. Öyle ise, bildiği doğruları baskı ve zor altında korktuğu için yadsımış olması, tek başına kriter olarak ele alınmamalı. Aslolan teslim olmaması. Bildiği doğrulardan vaz geçmemiş olmasıdır!
Bir örnek verecek olursak, uluslararası devrimci ve komünist hareketlerin tarihine baktığımızda, genel olarak bir devrimcinin başarısı, salt ’teslim olmama’ konusunda ki direnciyle ölçülür hale getirilmiştir. Oysa, içerisinde bulunduğu bilimsel, sanatsal, sosyal veya ulusal vs. mücadelenin devinimini hızlandıracak doğru kararları vermesiyle ölçülebilinir. Çünkü, gerek bilim dünyasının, gerekse devrimler tarihi sadece ve tek başına, her ne koşulda olursa olsun teslim olmayan kahramanların yarattığı şanlı direnişlerden değil, geri çekilmelerden ve hatta yenilgilerden de oluşmuştur. Sadece direnişlerden söz edenler resmi tarihlerdir! Geri çekilmeleri, atılan geri adımları ve daha neleri-neleri öğrenmek için gerçek tarihe bakmak gerekir. Tıpkı bu yazımızda ele aldığımız Galileo’nun Kilisenin baskısı altında korkarak doğruları ret ettiği gibi!..
Sonuç olarak, İnsanlığa dünyanın değil, güneş'in merkezde olduğunu gösteren (Kopernik), hareket bilmecesine el atarak hareketin göreliliğini açıklayan (Galile), gezegenlerin yasalarını keşfeden (Kepler), Işıktan yerçekimine kadar bir dizi olayın yasalarını bulan (Newton), vb gibi insanlar, hiç kuşku yok ki modern bilimin mimarlarıdırlar!..
Ve pek tabi Nestor'enin dediği gibi; ”Gözlere uzak, göklere yakın bir tanrı yoktur. Çöllerden uçsuz, göllerden ıssız bir kader yoktur. Yaprak gibi sonsuz dalgalanan bir bayrak, ağaç kadar kaygısız  büyüyen bir kale yoktur. Bir ağacın dalından daha heybetli kale burçları vardır. Orada yapraklardan daha muzaffer bayraklar da vardır. Bütün bir insanlığı kobaya, tüm bir gezegeni laboratuara dönüştürülmesine izin mi vereceğiz? Yaratan ve üretenin hakkını, gücünü sonsuza kadar unuttunuz mu? Yaratan ve üreten; çığlıklardan çığlık yapan, çığlıklardan çığır açandır.”
Bazı insanlar yaşamak için ölürler ve bazıları da ölmek için. Kopernik, Bruno ve Galileo gibi kendilerini insanlığın gelişimine, gerçeklere ve bilime adayan kimseler ise, insanlığın bilincinde yaşamak için ‘öldüler’. Tıpkı şu an ve saatte hala onlarla ilgili bir şeyleri yazmakta olan benim ve tabi ki tüm insanlığın onları yaşattığı gibi!..
Son söz; Ne insanlığın ilk isyancısı Spartaküs'ü asan Romalı general, nede Bruno’nun bedenine ateşi veren cellatlar tarihte bilinmez. Ama Spartaküs, Bruno ve daha bir çokları isyanlarıyla, bilgelikleriyle, buluşlarıyla ve direnişleriyle tarihin yapraklarına düşmüştür. Bunun için, düşünürün dediği gibi, ‘Gömüldükten sonra hatırlanmak istiyorsanız; ya okunacak işler yapın, yada okumaya değer şeyler yazın!..’

Ve diyoruz ki, Kim Ne Derse Desin, “Dünya Dönüyor”!




* 2009 yılının bir çok farklı ve önemli yönü vardı. Bunlardan biri, şüphesiz ki ‘Evrim Teorisi' ile bilim ve düşünce dünyasında nitel sıçramalar yaratan İngiliz biyolog Charles Darwin’in 200’üncü doğum yılının olması, ve bir devrim niteliği taşıyan ‘Türlerin Kökeni’ adlı eserinin yayınlanışının 150'nci yıldönümü oluşuydu. Yine 2009 yılının, en önemli özelliklerinden biri de, Uluslararası Astronomi Birliği(IAU)’nin 2009 yılını, Galileo Galilei`nin teleskopla yaptığı ilk gökyüzü gözleminin 400. yıldönümü olmasıydı. Bu nedenle’de 2009 yılı “Dünya Astronomi Yılı” ilan edilmişti. UNESCO’nun da bu çağrıya ortak olmasıyla Birleşmiş Milletler, 2009 senesini Dünya Astronomi Yılı olarak kabul etti. Bir çok çevrenin Darwin ve onun eşsiz teorisi olan ‘Evrim Teorisi’ne yönelik yığınla yazdığı ve söylediği şey oldu. Ancak “Dünya Astronomi Yılı”na ilişkin pek az şey söylendi. Bende bunun için “Dünya Astronomi Yılı” ile ilgili bu ‘araştırma-inceleme’ karakterli yazıyı kaleme almayı uygun gördüm. Ancak kimi nedenlerden dolayı, yazıya henüz başlamışken tamamlama şansım olmadı. Dolayısıyla da 1 yıl gecikmeli de olsa, yıl dönümü vesilesiyle tamamlama şansım oldu.

[1] Orhan Hançerlioğlu. Felsefe Sözlüğü. Remzi Kitapevi Yayınları. Altıncı baskı. İstanbul, Mayıs 1982. Syf:374/375.
[2] John Milton
[3] Bertrand Russell (1872-1970)
[4] Victor J. Stenger
[5] Blaise Pascal
[6] Kaynak: Rehber Ansiklopedisi. Sözcük anlamı, Haç. (Bkz. Haçlı Seferleri)
[7] Goethe
[8] Victor Hugo
[10] Ender Helvacıoğlu. ‘Tarih bilincinden yaşama sevincine, İnsanlığın Sözleri’ isimli kitabından.
[11] Erdal Ataberk
[12] Burak Özdemir

Kaynakça:
1.Bernal, Jean Modern Çağ Öncesi Fizik,TÜBİTAK yayınları.
2.Einstein,Albert-İnfeld,Leopol,Fiziğin Evrimi,Onur yayınları
3.Serway,Raymond A.;Fen ve mühendislik İçin Fizik,çeviri Editörü: Kemal çolak-oğlu, Palme Yayıncılık(1995)
4. “Bilim ve Gelecek” dergisinin Şubat 2009 sayısında yer alan, “Vatikan’ın Yasak Listesi”. Baha Okar.