H.GÜRER
5 Mart, 2015
Kayısı, dut ve ceviz yapraklarının dallarında büyüdüm, sert alizelerin
keman çalışıyla. Uzak rüzgârlar yıldız taşırdı bahçemize. Kuşlarım vardı miski,
renkli, paçalı, kunkulları olan. Dünyası onlar olan, onların gözüyle dünyaya
bakan bir çocuktum... Sapanımla yıldız çekerdim yeryüzüne! Ay dede gülümserdi haşarı
çocukluğuma. Gök yüzüne dik ve usanmadan bakmam bundan. Çocukluğumuz defne
sabunu kokardı. Annemiz hayatımızın söküğünü dikerdi. ‘Zengindik’! Ancak kışlarımızı
ısıtmazdı güneş. Ve biz ısınmak için sarılırdık birbirimize. Anlardık, kışın
sevmişiz birbirimizi...
Bir kış geldi evimize, hiç gitmedi. Ağustos’tu, ve çocukluğumun evi soğuk
bir geceydi artık. Kayısı, dut, ceviz, bahçemizde ne varsa, onların gölgesinde ve
binlerce insanla uğurladık kardeşimizi. İki omuzunda melekler ağladı. O günden
sonra, bedenimizi annemizin göz yaşlarıyla yıkadık... Ayazda çatlayan acımız,
öylece kaldı bahçemizde... Bir sancı olmuştu artık büyümek...
Pencerenin ardında, yüzünde kır çiçeği tedirginliğiyle bekleyen anneme
rağmen, çocuk ellerimle kazımıştım bahçemizin toprağını. Sızlayan tırnaklarımın
acısıyla, okumuştum ondan geriye kalan yaralı/yasaklı kitapları. Ve ünlem
işaretini hayatın önüne öyle ekledim.
On yedimde yargılandım on sekiz yıl ile. Kendimden ağır gölgem olduğunu o
zaman hissettim. On yedimde yazdım bu dizeleri, aklımın en ak sayfalarına. O
zaman hapistim. 19 aralıktı, ve kar aç bedenlerimize kefen biçiyordu
hücrelerde. Yalnızdım. Taş bir beton hücrede, bir başına. Azrail’i yalnızlığıma
dost bilecek kadar yalnız... Parmaklıkların arasından gün görmüş bir rüzgar,
kanatlarında kavga şiirleri taşıyordu duvarlara çarpa-çarpa... Ve ben,
hücrelerde, nar ağacı göremeden öleceğim diye üzülürdüm. Sonra, yolunu
yitirerek bulan su gibi yaşadım hayatı...
Mum alevi ile büyüyen gecelerde, okurduk yasaklı kitapları. Harfleri
toplardı sessizliğimiz. Yasaklı düşüncelerimiz, saklı öznelerle cümleye dönüşürdü.
Kelimelere yürümesini öğretirdik ve günler yürümeye başlardı. Dumansız ateşler
yakardık, doğmayan ve batmayan güneşlerle öpüşürdü geniş alınlarımız.
Zindanda, kirli yataklarda kendi uykusunda vurulurdu rüyalarımız. Kan
kaybederek can verirdi düşlerimiz. Biz yürürdük geceyi, delik deşik kurşun sağanağında.
Şehirlerin kirpiklerine katran sisi çökerdi. Ve anlardık, yürümediğimiz tüm
yollar içimizdeki saklı kentlerin sokakları olduğunu...
Senin geçmişinim ben, mavilikleri zincire vurulmuş insanlık. Uykularımı
öpme, tutuşur dudakların. Ömrüm, kaç mezara tanık olduğunu bilmez. Kırık ayaklı
atların güz bakışıyım şimdi. Vursanda yeniden canlanırım. Durma artık öyle
sessiz, bak cemre düştü taşın yüreğine bile. Ayağa kalk, başını kaldır, alnını
yıldızlar öpsün.