H.GÜRER
8 Ağustos, 2015
6 Ağustos Perşembe günü İsviçre
YDG sorumlularından genç bir yoldaşın “bana ulaşır mısın?” diye gelen e-maili
ile, kendisini aradığımda trafik kazasında senin yaşamını yitirdiğini, babanın
komada olduğunu, 3 yoldaşımızın ise yaralandığı haberini öğrendim. O vakit yer
çekiminin hacmi daha çok hissedilir oldu bedenimde. Sonra Atina’yı, ardından Kavala’yı
aradığımda, günün şahdamarı kesilmişti artık. Zaman kendi gölgesinde yaşlandı. Gün,
çocuklarına ay emziren annelerin acısıyla sarsılmıştı. Bu acı, Ortadoğu’da bir
tank, Suruç’ta gençleri katleden adi bir bombaydı patladı yüreğimizde. Tüm bu
acılar yetmedi ki, buna sen de dahil oldun. Acıyan yaralarımızı, daha büyük
acılarla sarmak yine bizim payımıza düştü. Senin açtığın yeni yara, eski
yaraları da kanattı be güzelim... Şimdi senden geriye birbiriyle yer değiştiren
hüzünler kaldı.
Biz çocuklarımızı,
istiridyenin içinde ki kıymetli inciler gibi büyütürüz. Ceren’de böyle
büyütülmüştü. İsviçre’ye geldiğimde henüz 2-3 yaşlarındaydın. Zayıf, kömür
karası kaşın, gözün ve saç rengine, La Chaux de Fonds şehrinin sert ayazıyla
yanmış esmer tenin ayrı bir karakter katmıştı. “Kara kız” derdim, gülüp anne ve
babana kaçardın. İsmini Ayfer Celep yoldaştan aldığını anlatmıştı baban. “Ceren
Ayfer” olması bundan!
Sıklıkla yolumuz düşerdi
size. Abin ve senin odanı işgal ederdik. Sabah erkenden kalkıp kapı aralığında
meraklı gözlerle odanızdakileri süzerdiniz. Kahvaltı boyu keşfeden gözlerinizi
dikip bizlere, çocuk dünyanızda ‘kahramanlar’ yaratırdınız. Her gelişimizde,
babanızı da beraberimizde götürürdük. Bazen birkaç gün, bazen daha uzun günler.
Bir süre sonra baktık ki siz de gelmek istiyorsunuz. Ama ağlama sızlamalarınıza
karşın götüremiyorduk sizi. Babanıza “Yoldaş,
bundan böyle biz aynı anda çıkmayalım evden. Bizden 5-10 dakika sonra çık.
Yoksa çocuklar bize tepkiselleşecekler ‘babamızı götürüyorlar bizi
götürmüyorlar’ diye” demiştik ve öyle bir aldatmacayla geleceğin
YDG’lilerinin tepkilerinden ‘kurtulmuştuk’ kısmen.
Baban “Nazlım, beni seviyor musun?” derdi. Sen
“Evet” derdin. Ama bu onu tatmin
etmezdi. “Ne kadar” dediğinde,
kollarını açıp ufuklara, gererek kendini “bu
kadar” derdin. Buda yetmezdi babana. “Hadi
sarıl da bakayım ne kadar çok seviyormuşsun” derdi. Sımsıkı sarılır, olanca
gücünle sıkardın küçük, güçsüz, zayıf kollarınla. O ince dudaklarınla sesli bir
öpücük kondurduğunda, Mazlum yoldaşın dünyası değişirdi. Baban, kendisinden
yorgun gölgesi ve nasırlı elleriyle severdi seni. Ve, “Xalo nazlım beni böyle sevince ben ölür müyüm?” derdi. Şimdi o
sonu meçhul derin bir uykuda... Sen ise çıkıp gittin. Bilse bunu, sence yaşar
mı?
Anne ve Babana her “sizi seviyoruz” dediğinizde, “Biliyor musunuz, bir çok anne ve baba
çocuklarının bu cümleyi kendilerine söylemediklerinin farkında bile değiller.
Oysa ne kadar gizil, korkunç, örtük ve büyük bir tehlike. Çocuklarına maddi şeyler
bırakarak anne ve baba olma sorumluluklarını yerine getirdiklerini sananlar, çocukluklarının
mutlu büyümesini önemsemiyorlar. Mutsuz büyüyen çocuklar, mutsuz bir aile ve
bir toplumu oluşturacaklar. Bunun için lütfen ailesel ilişkilerde daha hassas
davranın.” Derdim Annen ve babana. Bu önerme pratikte pek etkili olmadı
belki, ama mutlu bir çocukluk yaşamanız için kendi kavradıkları ve
algıladıkları ölçüde çabaladılar.
Gençlik örgütlenmesi
çalışmalarında, sen ve yaşıtın diğerlerinin bize katılma çabalarınızdan örnek
verirdim hep. “YDG değil, YDÇ (Yeni
Demokrat Çocuk) çalışması yürütmeli. Çocuklar daha istekli çünkü. Çocuklar için
ayrı bir eğitim planı oluşturmalı. Geleceği hedefleyenler, onu şimdiden planlar!
Çocuklarımıza ‘çocuk gibi davranmaktan’ vazgeçelim, onlara özel programlarla ve
gecikmeden şimdiden yoğunlaşmalıyız” derdim. Sen, Uygar, Çağlarsan, Alişer, Rosa, Fatoş,
Özlem İsyan, Ares, Kıvanç, ve daha ismini sayamadığım bir çoğunuz, şimdinin
YDG’lileri... Çoğu yaşıtlarınız gibi parklarda oynamak yerine, toplantı,
yürüyüş, gece ve etkinlikler içinde büyüdünüz... Yaşıtlarınızdan farklı bir
algınız oluştu doğaya dünyaya ve hayata dair. Küçük bedenlerinizle koca dünyayı
temellerinden sarsacak düşüncelerle tanıştınız. İlk adımlarınız belki... Ama
olsun, pratiğin içinde atılan adımlar her biri...
Babanın da dosyamızda
yargılandığı bir davada tutuklanmıştık. Çıktığımda görüştüğümüzde sarılmıştın.
Çocuk gövden, çocuk kolların ve çocuk ruhunla kucaklamıştı beni. “Kaç aydır niye bırakmadılar seni. Sen güçlü
değil misin niye dövmedin o polisleri. Ben polisleri sevmiyorum artık. Sizi
götürdüler. Evimizi aradılar. Babamı hep rahatsız ettiler. Niye izin verdin
seni tutuklamalarına?” demiştin. “Silahları
vardı kızım o yüzden dövemedi” demişti baban, bana göz kırparak. “Niye sizin
yok?” dedin bana. “Bizimde var” dedim. “Hani nerde?” dedin. Görmek istedin.
Kafamı işaret ederek “Kafamızın içinde. Dünya
gericiliğine kan kusturan, güzele düşman olan herkesin korktuğu görünmez
silahlar hem” dedim. İnce dudaklarını uzattın, kaşlarını çattın, kömür
karası gözlerinle karanlık-karanlık baktın bana. Anlamadığını ifade ederek
dudaklarını büktün. Güldüm. Kelebeklerin su içtiği gamzeli yanağından bir makas
aldım. Serçe kanadı cılız ellerinden tuttum, yürüdük. Daha basit ifadelerle
anlatmaya çalıştım, ne kadar başarılı oldum bilmiyorum. Ama sen o gün çok şey
anlattın bana. Ve ben hepsini anladım!
Dönüp gerilere, açtım
arşivi. 2005 yılında çektiğimiz fotoğraflarınla karşımdasın şimdi. Oysa daha
geçen hafta, ATİK kampına gidiş için Ancona’dan gemiye biniş saatleri,
ücretleri vb planlamalar için görüşmüştük. Ne çabuk geçmiş yıllar?! Yağmur tanesinin bahane olduğu filiz gibi
hızla büyüdün ve gittin bile demek? Böyle ışık hızıyla, böyle apansız… Böyle
yaralı zamanlar bıraktın bize. Olmadı be güzelim, olmadı böyle… Bazıları yıldız
gibi girer insanın yaşamına, kayarken karanlığın gök kubbesinde, insanlığın
yüreğine akar… Sende öyle yaktın bizim yüreğimizi, küçük yoldaşım… Şimdi Ağustos’un
güneş sağanağı altında alevler arasında yüreğimiz buz tutar… Acıların
delik-deşik ettiği yürekler taşıyoruz ardınızdan. Ama olsun, yüreksiz olmaktan
iyidir.
Şüphesiz, herkesin bir zamanı var. Doğduğu, büyüdüğü ve yaşadığı zaman
gibi, öleceği zamanda! Korkulacak şey ölüm değil şüphesiz, “yaşadım” diyebilecek
kadar yaşayamamış olmak! Ve sen, ne yazık ki, bu korkulan şeyle karşılaştın be
kara kız...
Acılarımız zamanın
ötesine uzanıyor şimdi. Yaralarımıza ilaç bulduğumuz adresler yok. Acılarımız,
dünyayı bizden ayıran kıyılara taşıyor bizi. Yalnızız! Aynı acıları taşıyan
on-binlerle birlikte, ama yalnız!
Taş kesildiğimiz acın
karşısında, kendi çocuğunu bile çarmıhta bırakan “tanrıyı” kim kurtaracak
gazabımızdan?! O küçük yüreğin karşısında cüceleşti tanrı! Ve şimdi gölgesinde
büyüdüğün o yüzyıllık koca ağaçlar, alıp gitmek ister gölgelerini. Odanda
öylece bıraktığın eşyaların geri dönmeni bekler. Henüz gelmedin ama, yokluğun
buralarda, acı harfler toplayan koca bir sessizlik oldu şimdi. Rüyaların
kırılan kapısı oldun küçük yoldaşım...
Biliyorum, herkes bir
gün öldürür çocukluğunu, büyümenin elleriyle. Ya sen? Sen daha büyümedin bile!
Kapanmamış bir parantez gibi kaldı hayatın. Seni sevenler ise o parantezin
içinde!.. Ve sen, en onulmaz çocuk yerinde düştün, gök yüzünün uykularına…
Ne çok yaşanmışlık var oysa, hangi birisini anlatsam, anlatmadıklarıma
haksızlık oluyor. Anlatmak isterim hepsini bir-bir. Ama yaralıyor be kara kız.
Şimdi rüzgarda sustu. Yaşanmamışlıklar, yaşanmışlıklara isyan etti.
Yaşanmışlıkların izleri kaldı toprakta... Ve giderken öğrettin, sevdiklerimizle
hangisi son görüşmemiz olduğunu bilmediğimizi!