27 Ağustos 2016 Cumartesi

Koku!..


H.GÜRER
27 Ağustos, 2016


Evin her köşesinde sebebini anlamadığı bir koku vardı. Ağır ve ölgün. Evin içinde, yaşam adına anahtar deliğinden sızan çok ama çok az  ‘temiz’ bir hava var. Çürüyen herhangi bir nesne gibi değil, rutubet değil, irin değil, ceset değil, dışkı değil, bilinmeyen bir koku… Ağır ve dayanılmaz… Yakıcı ve keskin kokudan direği kırılan burnunun, zonklayan beyninin, boğulan ciğerlerinin basıncıyla dayanamayarak sokağa attı kendisini.


Sokağa sinmiş evin kokusu. Yoksa tam tersi miydi, sokağın kokusu muydu eve sinen?! Tek farkı daha hafif, daha ‘az’ rahatsız edici. Ama aynı sersemletici, bezdirici, dayanılması güç, çekilmez koku.
Temiz ve duru havayı bulma umuduyla, bilinçsiz ve yönsüz bir şekilde daldı sokağa. İnsan kalabalığı arasında yerde yüzüstü yatan ayakkabısının altı delik birisi ilişti gözüne. Etrafında birkaç dostu, bilmediği bir dilde ağıtlar yakıyorlardı. Ağıtları anlamaya çalıştı. Çocukluğunda aynı sokakta yaşadığı Ermeni komşularından bildiği tanıdık birkaç cümleyi ancak anlayabildi. Hüzünlendi. Bu coğrafyada katledilmiş, soykırıma uğramış, yerlerinden sürülmüş, şimdi ise bilinmeyen diliyle yüz yıl önce yaşanan katliamlardaki ağıtlarını yeniden yükseltiyordu. İrkildi, ürktü ve korktu. Sendeleyen adımlarıyla yatan adama doğru ilerledi. Bakışları adamın delik ayakkabısına dokundu. Gözleri, etrafında onu görmeden yürüyen insanların aldırışsızca geçip gitmelerini izledi. Herkes umarsızdı, yerde yatmakta olana ve havadaki kokuya karşı. Hiçbir şey yok gibiydi! Daha çok irkildi, daha çok ürktü ve daha çok korktu. İrkilen, korkan ve ürken adımlarla o ‘insan kalabalığı’ sokaktan, kulağında yüz yıl gerilerde gelen Ermenice ağıtlarla kaçtı.

Temiz ve duru havayı arıyordu. Bir yandan da ‘kokunun nedeni yerde ki adam mıydı?’ diye düşündü. Çok uzaklaşmıştı o sokaktan. Ama koku aynı ağırlığıyla hükmünü sürdürüyordu. Fazla sürmedi, adımları başka bir şehirde bir sahil kenarına getirmişti kendisini. Nasıl oldu anlamadı. Yoksa rüyada mıydı? Bir düş gibiydi adeta. Ölgün ve zayıf dalgaların sırtında taşıdığını umut ettiği temiz ve duru havayı çekmek istedi ciğerlerine. Ama yapamadı, ansızın deniz, uykuya çekilmiş dalgalarını uykunun en derinliklerinde sessiz ve sakinliğe gömmüştü adeta. Yürüdü denize ve yiten dalgalara doğru. Martı, vapur ve dalgaların kaybolduğu ıssız bir çöle döndü deniz. Oysa denizin rüyalarının soluğuydu martılar. Ve deniz, martıların seslerinin ninnisiyle uyurdu. Tüm bunlar neden böyle oluyordu, anlamadı.

Sahilde o ağır koku sağanağı altında amaçsızca yürüdü. Gövdesinin bir kısmı sahilde, bir kısmı vuran dalgalar arasında kalan, elleri yanına düşmüş, yüzüstü yatan, küçük bir çocuk gördü. Yine bilmediği dilde acı ağıtlar yankılanıyordu. Ağıtlar Arapçaydı. İrkildi, ürktü ve yine korktu. Martıların terk ettiği, dalgaların yittiği, çöle dönen denizin bu hale gelmesinin nedenini anladı. Ama sahilde oturan, çöle dönmüş denize bakan, piknik yapan, yüzen, eğlenen ve ağır kokuyu duyumsamayan, sahile vurmuş çocuğun küçük bedenine karşı ilgisiz ve hiçliği yaşayan ‘insan kalabalığına’ ürkerek baktı. Yüzüstü yatan çocuğu kimse görmüyordu. Korktu, yaklaşmadı çocuğa. Korkuyla kaçtı ardına bakmadan. Kaçarken ‘kokunun nedeni sahilde yatan bu çocuk  muydu, yoksa tüm bunlara hiçleşerek bakan o insan kalabalığı mıydı?’ diye düşünceler gelip gidiyordu kafasında. Deniz utanmıştı. Martılar bu suça ve utanca dayanamayıp terk etmişti denizi. “Ya peki insan?” dedi kendine. Ardına bakmadan utanarak-kahrolarak kaçıp gitti…

Adımları başka bir kente taşımıştı kendisini. Bu kentte beton-duvar, tuğla yoktu. Bu kent, ince bezlerden-çadırlardan-naylonlardan yapılmıştı. Açlığın ve soğuğun koynunda uyuyan, dilini bilmediği binlerce insanla karşılaştı. Çadırlar arasında çamurla oynayan çocukların hepsi birbirine, yüzleri sahilde yüzüstü yatan çocuğa benziyordu. Acı, aynılaştırıyordu insanı. İnsanlar ise yaşamak zorunda bırakıldıkları yere benziyorlardı. Bezler kadar yorgun, çadırlar kadar yıpranmış, naylon kadar değersizleştirilmişti hayatlar...

Bu düş sağanağıyla farkında olmadan akmıştı başka bir kente. Yorulmuştu, kaçmaktan ve aklını kurcalayan yüzüstü yatan insanların düşlerinden. Bu ‘düş sağanağından’ kurtulduğunda, nerede olduğunu anlayamadı. Adeta, izlediği II. Dünya savaşında, faşizmi anlatan ‘Piyanist’ filminin kahramanı Adrien Brody’in yerinde, çaresiz, yıkılmış kentlerin ortasındaydı. Ama üşüdüğü yer Varşova sokakları değildi, kulaklarında Chopin Nocturne’nin notaları değil, Kürtçe ağıtlar çınlıyordu. Kaldı orda öylece aylarca. Yıkılan evlere, koca kentlere, taşlar ile düşlerin, geçmiş ile geleceğin iç içe geçtiği, kaç bin yıllık surların altında kalan insanlara tanık oldu.

Ölüm sessizliğinde aylar geçti. Yaz geldi. Susuz kaldı. Yıkıntılar arasında su aradı. Gözüne çarpan dolabın, su bulmak umuduyla kapağını açtı. Kokmasın diye dolaba koyulan insan cesediyle karşılaştı. Korktu. Düşe kalka çıktı yıkıntılar arasından, kaçtı. Kaçarken gözü yıkıntılar içinde oynayan çocuğa ilişti. Garipsedi. Oysa garipsenecek bir şey yoktu. Onun için her yer oyun alanıydı. Bunca yaşananlar arasında, o rahatsız edici ağır kokudan kurtulamamıştı. Nereye gitse o koku, bitmek, tükenmek, geçmek bilmeyen…

Kokunun rahatsız ediciliği arasında, oynayan çocuğun ensesinde patlayan sniperın mermisine tanık oldu. Yüzüstü yere yattı. Tüm bedeni ve ruhu titredi. Kafasını avuçlarının arasına alıp kulaklarını kapattı. Kurşun seslerini, insan çığlıklarını, yıkılan kaç bin yıllık surların ağlayan sesini duymak istemedi. Ensesinden vurulan çocuğun yüzünü görmemek için gözlerini kapadı. Çaresizliğinden ve korkusundan toprağı ısırdı. Dişlerini kırdı. Gökyüzü daha da nefessizdi şimdi. Koku her taraftaydı. Toprak da kokuyordu. Kimisi toprakta çürürdü. Kimisi ayakta. Ayakta çürüyen kokardı! Bu koku kendi kokusu muydu yoksa? Ya da kendisi gibi olan milyonlarcasının kokusu muydu?! TV başlarında aylarca bu manzarayı izleyenlerin, izlerken hiçleşenlerin, duyarsızlığın, körlüğün, korkaklığın, sinikliğin, titremenin, ürkmenin kokusu muydu?

Patrick Süskind’in ‘Koku’ adlı romanı aklına geldi. Tüm bunları yapanlar, kitaptaki insani duygulardan yoksun Jean-Baptiste Grenouille türünden katil kimseler miydi? Her şeyin ve herkesin kokularını, hayatlarını ellerinden almaya mı çalışıyorlardı? Bu dayanılmaz, keskin ve ağır, ölümcül kokuyu onlar mı yayıyordu? İnsana mı benziyorlardı? Usulca fısıldayarak kendisine; “Eğer öyleyse…” dedi, yutkundu. Söylemek istediğini tamamlayamadı ve utandı insanlığından. Kinle tükürdü kırılan dişlerini hayatın yüzüne.

Bu alegorik düşünceler arasında, korkup yattığı ve titrediği yerden baktı kendisine, bir kez daha utandı. "Bütün büyük zulümler, biz arkamızı dönüp susmayı tercih ettiğimiz için yaşanıyor..." dedi. Korkmadan, kurşun ve yıkıntılar arasından, bir insana yakışır gibi, usulca ayağa kalktı. Vakurca kurşun sağanağı arasında yürüdü. Kaçmadan, titremeyen, ürkmeyen adımlarla ülkenin her kentini gezmeye başladı. Olanları anlamaya, daha önce hiç duyumsamadığı bu kokunun kaynağını bulmaya çalıştı.

Dört ayaklı Minare’nin altında yüzüstü yatan birisini gördü bu defa. Oysa daha az önce seslenmişti insanlara, duyuramamıştı sesini. Bu defa ‘yerdeki bazalt taşlara fısıldıyordu’ ülkesindeki insanlık sorununu. Sesini taş duydu, insan duymadı.

Ülkedeki her kenti ışık hızıyla gezdi. Her kentte, farklı mevsimlerde tanık olduğu şeylerden farklı bir şeyle karşılaşmadı. Olup bitenleri görmeyen-duymayan ‘insan kalabalıkları’yla doluydu her yer. Anladı, dirinin ölüye, ayaktakinin düşene, insanın geleceğe ve zamana saygısının olmadığını…
Anladı, çürüyen bir şeyler değildi. Çok fazla şeydi.
Anladı, çürüyen insandı.

Ve kokan, çürüyen insanın gölgesindeki zamandı!..