Ceren Ayfer Karatepe’nin anısına…
H.GÜRER
“Hafif acılar konuşabilir; ama derin acılar dilsizdir. ”
Bir insan ne zaman Ölür?
Şüphesiz, onu hatırlayan son insan öldüğünde! Ve sizi en son hatırlayacak insanın
ölmesine daha çok var…
Yitimler yaşar insan, büyük
acılar yaşar. Hayat kavramsızlaşır, duygular dilini yitirir. İnsan da!
Anlatamaz hissettiklerini. Tüm yitimler sessizdir aslında ve yitimi yaşayanlar,
kendi acı çığlığında boğulurlar. Yaşamayanlar sağır ve kördür. Çünkü yitimlerin
o ağır boşluğunu gönül gözüyle bakmayan göremez. Gönül kulağıyla dinlemeyen
duyamaz. Yüreğinin derinliğinde yaşamayan hissedemez. Göremediği şeyler insanın
‘körlüğüdür’. Hissedemediği şeyler duygusuzluğu. Yitimler duyguların dilini de
alır götürür beraberinde, bunun karşısında gönülden körleşenlere, yitimleri ve
acısını anlatamazsın.
Bir yıl geçti; Irmakların
akışı gibi, kuş kanadından süzülen maviliğin gün-gün yittiği gibi. Bir yıl
geçti; itiraf edeyim, ben seni ve babanı düşünmek istemedim. Eskimeyesiniz, sizi
her düşündüğümde ilk tanıdığımda ki aynı heyecanı duyabileyim diye. Ama nafile.
Belki herşeye engel olur insan ama düşüncelere asla.
Bir yıl geçti; ve siz hiç
olmadık yerde ve zamanda gelip saplandınız defalarca düşüncelerimin kalbine. Çok
istedim, bu düşünce selinin arasında bir kuytu bulup oraya kıvrılıp bozulmasına
izin vermeden izlemeyi o düşleri. Belki, düşlerimi yaşadığımda beni sarmalayan
acı, dışında kalıp izlersem daha az acıtır diye. Olmadı! Bundandır ki düşlerim henüz
mavi bulutlara bindirip sonsuzluğa uğurlayamadı sizi…
Geçen gün seni ve ardından
anneni ziyaret ettik. Sen ve babanla başlayıp yine sizinle biten sohbetler ve
anıları konuştuk. Oysa ne çok şey kalmış sizden geriye. Ne çok şey yarım, ne
çok şey eksik ve ne çok şey hiç başlanmamış, yaşanmamış… Yaptığın poşalıkları
anımsayıp güldük, mahsumlukların karşısında hüzünlendik. Ne çok özledik sizi
kara kız, bunu fark ettik. Her sabah nehirlerin coşkusuyla dalgalanan saçlarını
soluğuyla tarayan annen, sana dair düşlerini buzul dondurucuda saklıyor. Biz
ise, Ağustos’u sevmiyoruz. Üşütüyor yüreğimizi.
Başkalarını bilmem, fakat ben her
Ağustos’ta bolca hüzün bulurum ruhumda. Öyle ki bu hüzün taşar yüreğimden,
aklımdan. Damlası depremler yaratır bilirim. Bundandır kırılmış fay hatlarından
ibaret yaşamımız… Ki, yüreğimizdeki depremlerde hükümsüz kalır rihter
ölçeği... Ve ben, en çok
Ağustos’ta üşürüm. Parmak uçlarım veya yüzüm değil, ruhum üşür. Çünkü yüreğimizde kocaman yeri
olanları yitirdik bu ayda. Bu yüzden güneş de üşür bilirim.
Yitenlerimiz için üç çiçek büyütmek
istedim hep. Biri, fesleğen. Gürültülü kokusuyla sarsın her yanı diye. Diğeri
doğaya ve hayata haykıran moruyla menekşe. Ona baktıkça hayata ve size bakmak
için. Öteki, yitirdiğimiz sizlerle yüreğimize ölüm düşüren şu hayatın, bütün
topraklarında ölüme inat açsın diye, bin renkli inatçı sesiyle açelya. Her
çiçekte sizi koklayarak, soluğunuzu solumak için.
Hatıraları anımsamak, kabuk tutmuş yaraları
okşamaktır. Hatırladıkça açılır yaralarımızın kabukları, akar kan… Ama olsun, biz,
kurutmaya çalışmadan akan kanı sürekli sizleri hatırlayacağız… Yokluğunuzdan belki
toprak çatlayacak, gök yüzü yorulacak sevgisizliğinizden, ama yağmur
yılmayacak, tohum yine doğacak. Sizinle dolu anılarımızın sarayları deprem görmeyecek,
sarsılmayacak size dair hiç bir an. O korkunç ayrılıklar olmayacak dilimizde.
Soframıza oturmayacak unutmak!..
Bazen diyorum, yer yüzüne üfürse bir kasırga,
herşeyi silse hafızamızdan. Unutsak herşeyi/acılarımızı. Sonra diyorum,
acılarımız sevdiklerimizin bizde kalan bir parçası. Onlar yoksa,
sevdiklerimiz de yok! Sonra vazgeçiyorum bu garip, kötü düşünceden. O halde
devam edeceğiz acı çekmeye. Usanmadan birlikte yürüdüğümüz sokaklarda yeniden geçeceğiz.
Göz bebeklerimizi maviyle doldurmayı ihmal etmeyeceğiz. Yeniden seveceğiz
dalında yaprağı, uçan kuşu. Acıyla dolu olsa da hatıralarımız, dünyanın tüm
çocuklarına yetecek kadar sevgi olacak yüreğimizde… Ve çocuk, biz seni böyle
sevmeye devam edeceğiz…