(Sinan GÜRER anısına…)
H.GÜRER
Yaşanmamış günler bırakarak, bir rüzgâr gibi geçmekteydi Ağustos. Sıkıntıyla
dolu yüreğinin yorgunluğu, uyumasına izin vermedi o gece. Akrep yelkovanı
yutmuş, zaman durmuştu… Sıkıntılı ve uykusuz uzun bir geceydi. Nihayet gece seher
vaktine evrildiğinde bostanına atmıştı kendisini. Sıkıntısına en iyi ilaçtı
toprak. İpil-ipil usulca dökülen yağmur, kuruyan toprağı öpüyordu. Ektiği
sebze, meyve ve çiçeklerle uğraşıyor, yumuşamış toprağı, incitmeyen elleriyle
işliyordu. Toprak, derinliklerindeki
hayatın serinliğini üfürüyordu yüzüne. Binbir ot, çiçek, meyve ve sebzenin
kokusundan sarhoş olmuş bir güne uyanıyordu doğa. Bedenine sığmayan rahatsız
edici sıkıntıdan eser kalmamıştı. Uykusuz ve yorgundu ama huzurluydu.
Ektiği bu bereketli bostandan mahallede faydalanmayan yoktu. Dalında
henüz tam kararmamış kara dut’tan alıp tadına baktı. Böğürtlen tadındaydı, ekşi
ama suluydu. Kara dut’u sevmeyen yoktu. En çok da oğlu Sinan, “en güzel meyvedir dut,
dalındayken yemezsen intihar ederler” der, kelebek
larvası misali dut ağacında yaşam bulurcasına etrafında dolaşır, sonra parmaklarını
ve dudaklarını yalayarak doyumsuzca yerdi.
Sabahın serinliği terleyen alnını ince dilli bir kırbaç gibi
yalıyordu. Öten cırcır böceklerinin sesi, doğanın sessizliğini bölen yegane
sesti. Gün gecenin üzerine yürümüştü. Zamanın akışını, güneşin doğuşundan ve
bedenindeki yorgunluktan fark etti. İnce ve düzensizce serpiştiren yağmurun
altında, ayaklarında yorgunluğun ağır külçeleri ile zorlukla atıyordu
adımlarını. Öyle ki ‘yer çekiminin en yoğun olduğu yerdeyim’ diye yorgun ve yavaş bir
düşünce geçti aklının alyuvarlarından. Dinlenmek ve doğayı dinlemek için kapı
önündeki balkonda oturdu. Yağmurun ufak dokunuşlarına esen nazlı rüzgâr eşlik ediyor, al ve dolgun yanaklarına düşen yağmuru içiyordu gamzeleri.
Yanaklarına çarpıp, yüz çizgilerinden yol bulup süzülen yağmur iç gıcıklıyordu.
Yağmurun sesi, esen ılık rüzgâr,
hışırdayan yaprak sesleri, doğal bir senfoniyle, yorgun bedeninden esirgediği
uykularda, kerpiç rüyalar görmeye çekti ruhunu. Doğanın dingin hafifliği ve
yanılsaması içinde uyumuştu. Rüyaların labirentinde ne kadar dolaştı, zamanın
sonsuzluğunda ne kadar gezinmişti bilemedi. Üşümüş nasırlı ve topraklı
ellerinde duyumsadığı sıcaklıkla açtı gözlerini. Sinan, oturup yanında üşüyen ellerinden
tutmuş, annesi uyurken, bilinmeyen bir coğrafyayı inceler gibi yüz hatlarını
inceliyordu. “Tombulum, niye bu
kadar erken kalkmışsın? Yorma kendini bu kadar. Kalk, üşümüşsün” diyerek,
serçelerin su içtiği gamzelerine dolan yağmur
tanelerini öptü. Oğlunun öpücüğü veda öpücüğü gibiydi. Çığlık çığlığa öten
kuşların tedirgin seslerini duyurmuştu kendisine. Kendisini, hala içinde
kaybolduğu rüyalarda sandı. Yanağında patlayan buseye uykulu ve sevecen
gülümseyişle karşılık verdi.
“Yormuyorum, aksine
dinlendiriyor beni toprak”
“Tabi tabi… Bu yüzden
uykuya dalmışsın” diyerek annesinin elini sıktı.
“Sen nereye
gidiyorsun sabahın bu saatinde?”
“İşlerim var,
arkadaşları göreceğim” deyip ayağa kalkarak kara duta uzandı yine.
“Birkaç güne rengi de
tadı da tam olgunlaşır” dedi annesi, dut’u işaret ederek.
Yüksek dallara uzanıp kopardığı birkaç dut
tanesini attı ağzına. Yukarılarda nispeten rengi daha da kızarmış dutlar vardı.
Yetişmesi mümkün değildi. Yerde duran çantayı attı sırtına, annesinin üşümüş
terli alnındaki çizgilere dokundu gözleri. “Hadi görüşürüz tombulum” diyerek veda etti.
Çantayı fark eden annesi, akşamdan buyana yüreğine sığmayan, kendisini rahatsız
eden sıkıntının nedenini anlar gibi, oturduğu yerden ayağa doğrularak ardından
seslendi:
“Oğlum nereye
gidiyorsun?” derken sesi anlamlandıramadığı bir şekilde titremişti.
“Arkadaşları
göreceğim, işlerim var dedim ya anne”
“Ne zaman
geleceksin?”
“Dutlar kızarmadan evvel dönerim …”
Yeni sorulara fırsat tanımadan hızlı adımlarla
uzaklaştı. Adımları, gitmenin ve kalmanın arasındaki o derin ve o tarifsiz ağırlıkla
hesaplaşan ritme uyarak ilerliyordu. O an, kalmanın daha zor olduğunu anladı.
Kalmak ve bakılan her yerde gidenin izlerini görerek, hissederek yaşamak! Bu,
kalanlara bırakılan büyük bir yüktü. Bundan kalanların dayanıklı, gidenlerin
ise cesur olduğunu düşündü. Çünkü gitmek, alışılmışlığın dışına çıkmaktı. Bilinmeyenleri
keşfetmekti. Keşfetmek, birazda bilinmeyene atılan cesur adımların ürünü değil
miydi? Gitmek gerekirdi zamanı geldiğinde. “Gideceğim” demeden, gitmesini
başarmak gerekirdi. Öyle tek başına gitmekte mümkün değildi. Giden, her şeyi ve herkesi beraberinde
götürürdü. Kalabalık giderdi giden. Döndüğünde ise, buldukları giderken ardında
bıraktıkları gibi olmayacaktı hiçbir zaman!.. Bunu biliyordu… İşte o gün, böyle
hızlı adımlarla gitti…
***
Karanlık gecenin derinliklerine diktiği gözleriyle, yıldızları
izledi bir süre. Kalbinden asfalta akan kanına sağ eliyle basınç yaptı, biraz
daha yaşamak istedi. Böyle yalnız ve bir başına ölmek istemiyordu.
Sevdiklerinden ne kadar uzakta olduğunu acı çekerek fark etti. “Bizi çağıran dağların mevsimidir şimdi, olmamalı böyle bir son” diyerek dişlerini sıkıp acıyla inledi. Çevresinde olup bitenleri
duymuyordu artık. İnce, sıcak ve acı vererek yüreğinden akan kanıyla yitiyordu
bilinci. “İstedim ki, ölürken kuş
ötüşleri olsun yanı başımda. Cırcır böceği keman çalsın, karıncalar bir kez olsun
bıraksın işi, yasımı tutsun…” derken zorlandı
dudakları. Gözü ipten yapılan bilekliğine ilişti. Bileğine çıkarmamak üzere
takıldığı o an’a gitti düşleri. Anıları dalgalandı. Acı çeken yüzüne dalgalanan
anılarının gülümseyişi yürüdü. Annesine sabah verdiği sözü aklına geldi. Sonra ardında
bıraktığı sevdiklerini ve son defa yürüdüğünü bilmediği sokaklar, sonra dutlar…
Her şehrin bir mevsimi olduğuna
inanırdı. Bu şehrin de artık tek mevsimi olduğunu anladı. Sonbahar… Derin bir nefes çekmek istedi. Sızladı hançerlenen yüreği. Yarım
kaldı nefesi. Kirpiklerinin gölgesinden küçük ve son kez bir bakış attı hayata...
Ve anladı, bir bakış kadar kısaydı hayat…
Hatıralarının kalanında onu hatırlayanlar
tarafından yaşayacağını biliyordu. Hatıralar… Onlar, yaralardan daha uzun
yaşarlardı!.. İnsan yaşamına gölge düşüren bir sistemin, gölgesiz, yüzsüz,
kalpsiz, karanlık elleri o gece vurdular onu. Kirli sakallı bir geceydi, soluğu
gecenin içinde ağır-ağır kesildi. Yüzündeki gülümseme öylece donup kaldı.
Yıldızlara diktiği gözlerini kapamadı. Kalbinin üzerindeki elini yana
düşürmedi. Eli, üzerinde kaldı sevdiklerinin…
İşte böyle kirli sakallı bir Ağustos
akşamıydı.
Yıldızların altında, bir sürü kuş öterken, vurdular
onu…
Uyu koca adam
Uyu,
Uykusu derin ve temiz dağ çocukları
Yoldaşların
Bulutsuz maviliğin gölge düşürdüğü
yamaçlarda,
yokluğunda üşürler şimdi…
yokluğunda üşürler şimdi…