İZ belgesel film hakkında, Mücadele gazetesi ile Röportaj
Mücadele Gazetesi Yazı Kurulu
Merhaba, Öncelikle kendinizi okurlarımıza
tanıtır mısınız?
Bilirsiniz bizim ülkemizde kırk yaşında gibi
doğarsınız. Hızlı büyürsünüz. Devletle, DGM ile, E-Tipi, Özel tip, F-Tipi zindanlarıyla,
Açlık grevleri ve ölüm oruçlarıyla, işkencenin en vahşi halleriyle tanışmanız
için 15-16 yaşlarında olmanız yeterli bir yaş grubudur. Ben böylesi bir ağır
süreci yaşamış, 20’li yaşlarına kadar hapiste kalmış, “12 Aralık hayata dönüş
operasyonu” denilen katliama zindan da direniş cephesinin bir öznesi olarak tanıklık etmiş, 50 günleri aşkın açlık
grevi direnişinde yer almış, ardından ülkeyi terk etmek zorunda bırakılmış, gittiği
ülkede de bir süre sonra İnterpol ile tutuklanıp uzun sayılmayacak ama kısa da
diyemeyeceğimiz bir zaman dilimi Avrupa da tutuklu kalmış, toplam da 11 yıl
sürgünde yaşamış bir arkadaşınızım.
Beyaz perdeye yansıtılması gereken bir çok
güncel konu varken, niye Diyarbakır 5 Nolu?
Biliyorsunuz, 12 eylül 1980 yılında Türkiye de askeri bir
darbe oldu. Bu darbenin mimarı generaller, 1980-1988 yılları boyunca
Türkiye’nin yönetimini ellerinde tuttu. Bu yıllarda Türkiye genelinde ki tüm
cezaevlerinde yoğun işkence ve cinayetler yaşandı. Ancak içlerinde üç cezaevi
ön plana çıktı. Bunlar, İstanbul’da bulunan Metris, Ankara’da Mamak ve
Diyarbakır da ise “Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi”ydi!..
Bu cezaevleri içerisinde ise, uygulamalarından en çok
skandallar yaratan “Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi” oldu! Bu cezaevinde, dünyada
eşi-benzeri görülmemiş işkence yöntemleri uygulandı. Onlarca insan işkencelerle
öldürüldü ve açlık grevlerinde ve çeşitli direnişlerde yaşamlarını yitirdi.
Diyarbakır 5 No'lu cezaevi, 29 Nisan 2008 tarihinde The Times dergisi tarafından
dünya genelinde yapılan araştırma sonucu, “dünyanın en kötü 10 ceza evi”
arasında yer aldı.
Dünya genelinde bu kadar kötü şöhretli bir cezaevi
gerçekliğini işlememek olmazdı. Bu şüphesiz işin bir yanı. Asıl yanı ise,
Türkiye halklarının bugün içinde bulunduğu durumu, siyasal iktidarın geçmişini,
devrimci güçlerin durumunu tayin eden askeri darbelerden 12 Eylül darbesinin
rolünü, Siyasal-İslam’ın inşası ve Kürt ulusu üzerindeki etkilerine değinmekti.
Zira, bugün yaşanmakta olan hiçbir şey dünden bağımsız ve salt bugünden ibaret değil. Bunun bir
geçmişi, devlet nezdinde sürekliliği söz konusu. Bugünden yarına uygulanan bir
politika söz konusu değil. Siyasi iktidarı hangi parti veya askeri klik alırsa
alsın, ezilenlere, azınlıklara ve diğer uluslara (özellikle de Kürt ulusuna) yönelik
uygulamalarında değişen bir şey söz konusu değildir. İşte “5 Nolu cezaevi” bugün
olup bitenlerin çok açık bir ifadesidir. George Santayana “Tarihi
öğrenmeyenler, onu tekrar yaşamak zorunda kalırlar.” Der. Bu aynı zamanda ülkemizin
içinden geçtiği süreçleri ve tarihsel kesitleri öğrenmek için de önemli.
Diyarbakır 5 No’lu cezaevinde yaşanan olaylar, uygulanan
işkence ve cinayetler hakkında bir çok kitap yazıldı. Şairler şiirle,
müzisyenler ezgileriyle, ressamlar ise kara kalem ve fırçaları ile anlatmaya
çalıştılar. ‘İZ’ belgeseli ise, tüm bunları yaşayan ve tanıklık eden kişilerin
kendileri tarafından izleyiciye aktarıyor. Bu aktarım, dönemin video, fotoğraf,
gazete ve resmi belge arşivlerinden,
izleyenlere sunuluyor…
Çekimlere başlamadan önce ne gibi çalışmalar
yaptınız?
Çekimler öncesi 12 Eylül Askeri darbesi hakkında yazılmış
5-6 kitap okudum. Ardından Diyarbakır 5 Nolu cezaevi hakkında yazılmış 1
röportaj içerikli olmak üzere, Ağırlıklı olarak Kürt ulusal hareketinden
tutukluları tarafından yazılan “Anı/Anlatı-Roman” içeriğinde 8-10 kitap okudum.
Türkiye devrimci hareketinden kimse o ana dek 5 nolu hakkında kitap yazmamıştı.
Yalnızca “mahkeme savunmaları” mevcuttu. Sadece 5 No’lu mu? Metris ve Mamak
hapishanelerine dair de hiçbir siyasi yapının ‘kolektifin iradesi’ ile çıkarılmış
bir kitaba da rastlamadım.
Bugün, Diyarbakır Hapishane sürecini Kaypakkaya
geleneği cephesinden anlatan iki kitap çalışması mevcut yalnızca. Biri Hasan
Hayri Aslan’ın “Diyarbakır 5 No’lu cehenneminde Ölümden de öte” diğeri Kamber
Akbalık’ın “Kutsal wc”dir. Ben belgesel çalışması için bu kişilerle çekim
yaptığımda Kamber Akbalık kitaba henüz başlamıştı. Bu geleneğin o cehennemde
kalmış taraftarlarına bu yönlü “Neden yazmıyorsunuz, büyük bir eksiklik?” diye
eleştirilerimi de yapmıştım. Bu eleştiriler içerisinde “Bir roman çalışmasından
çok kolektif bir yaklaşım
daha doğru olur, diğer türlü kişi kendini merkeze koyan bir yaklaşıma
kayabilir, objektif olmaz. Böylesi tarihsel süreçler anlatılırken, dersler
çıkarılmalı, kolektif bir çalışmayla ‘belge’ niteliğinde yapılmalı” diye bir
çoklarıyla sohbetim olmuştu. Hala da aynı fikirdeyim. O zaman bana
“Diyarbakırlılar grubu oluşturulduğu, bu yönlü bir kitap çalışmanın ele
alınacağı” söylendi. Fakat çıkan iki kitap da “Anı/Anlatı-Roman” içeriğine,
yazarların kendi tanıklık ettiği, anılarını paylaştığı, doğallığıyla da kolektifin
düşüncelerini, çıkarsadığı dersleri vs. kapsama gücünden yoksun, sübjektif,
yanlı ve olup bitenleri oldukça sınırlı içeren çalışmalar. Keza bununla ilgili Özellikle
H.Hayri Aslan’ın kitabı çıktığında hayli polemiklerde yaşandı.
Tüm bu okumalardan, bir şeylerin üzerinden atlandığını
fark ettim. Türkiye de devrim iddiası taşıyan hiçbir kesimin ülkede olup biten,
toplumun dokusunu, ekonomik ve sosyal yapısını alt üst edip değiştiren askeri
darbelerin gelişimi, toplumsal ve bölgesel önemi, etkileri ve sonuçları üzerine
hiçbir çalışma yapılmadığını fark ettim. Bu korkunç, ürkütücü bir durumdu. “Tarih, muazzam bir erken uyarma
sistemidir.” der Norman Cousins ve onu adeta tamamlamak için sözü alır John Sheran; "Gelecekte bizi nelerin beklediğinin en iyi falcısı,
geçmişte başımıza gelenlerdir.” Der… Tarihi ve onu bilmenin hayati önemine
vurgu yapar her iki düşünür de. Türkiye halkları ne yazık ki yaşadıklarından ne "erken uyarma” sinyalini alabildi, ne de gelecekte kendisini bekleyen felaketleri okuyabildi… Bunun nedeni olup biten hiçbir şeyden yeterli
ders ve sonuçlar çıkarmamaktan ileri geldiğini düşünüyorum.
12 Eylül 1980 Askeri darbesi diğer
darbeler gibi yalnızca kıydığı canlarla, işkencelerle, sonuçlarıyla ele alındı.
Şüphesiz,
12 eylül askeri darbesi yüzbinlerce insanı işkenceden geçirip, binlerce insanı
kaybetti. Onlarca insanı astı, on-binlerce insanı zindanlarda çürüttü. Çok ağır
toplumsal, kültürel travmalara neden oldu. Ancak bu yalnızca bir sonuçtur ve
sonuçtan yola çıktığımızda, kıydığı canlarla, yaptığı zulüm ve işkencelerle
darbeyi açıklamaya çalışırsak, darbenin amacını, hedeflerini yanlış anlarız.
Çünkü bütün bunlar 12 eylül askeri darbesinin yapılış amacı ve nedenleri
değildi. Böyle algılandığında, meselenin uluslararası yönü görülemez, darbenin
ve darbecilerin asıl amaçları açığa çıkarılamaz, işin asayiş meselesiymiş gibi
görülmesine, sınıfsal yönünün ise egemenlerin tamda istediği gibi saklanmasına
hizmet eder. Tüm bunlar darbecilerin temsil ettikleri sermaye gruplarının,
uluslararası sermaye ortaklarının amaçlarına ulaşabilmek için önlerinde duran
zorunlu engelleri aşmanın kaçınılmazlığıydı! Yani bu bir amaç değil,
zorunluluktu!
‘İZ’ Belgeseli, 37 yılı aşkın bir süreyi kapsayan, ancak
hala travması toplumda sürmekte olan, bu cezaevinde ki uygulamaları 2011
yılında araştırmakla yola çıktı. Bu cezaevin de uzun yıllar kalan ve işkence
mağduru olan 88 kişi ile görüşüldü ve bunlardan 34 kişinin öyküleri kayıt
altına alınarak hazırlandı… Kayıt altına alınan 34 kişinin öyküleri aynı
zamanda kitaplaştırıldı...
Düşünün, bugün 12 Eylül zaman aşımına uğratıldı. Onu
yargılayacağını söyleyen siyasi iktidar bir çok “sol” kesimin “yetmez ama evet”
oylarını alarak kendisini güçlendirdi. Bugün de zaman aşımına uğratarak
yargılanma sürecini tümden bitirdi. Sivas katliamı da bunun bir örneğidir. Oysa
insanlık suçları zaman aşımına uğrayamaz. Hiçbir hukuk devletinde bu mümkün
olamaz. Bir çok Latin Amerika ülkesi darbesini yapmış generaller gibi kanlı Şili
darbesinin generali Pinochet dahi göstermelikte olsa on-yıllar sonra
yargılandı. Bizim ülkemizde hiçbir askeri darbenin mimarı yargılanmadı. Çünkü yargı
mekanizması tamamen iflas etmiş durumda. Ama asıl yargı biliriz ki insanların
aklı ve vicdanında mahkum ettiği yargıdır. Bir gün, halkların büyük Senfoni
Orkestrası kurulur, sanki zamanın ötesinden bize cevap verir gibi, Beethoven’ın
Dokuzuncu Senfonisi’nden Schiller’in “Neşeye Övgü’sünü çalarak, ‘bütün
insanların yeniden kardeş olacağı’ kehanetini gerçekleştirir…
Çekimler ne kadar sürdü, nasıl ele alındı?
Çekimler 1
yıldan fazla sürdü. Bu çekim yapacağım kişilerin ve benim zamanımın
örtüşmemesinden ve keza imkan ve olanakların yoksunluğundan kaynaklı bu kadar
uzadı. Çünkü çekim yaptığım bir çok kişi Avrupa’nın farklı ülke ve şehirlerinde
yaşayan insanlardı. Onlara ulaşmak, ulaşıp derdimi ve projeyi anlatmak,
çekimleri kabul ettirmek, çekim mekanları ve aletlerini hazırlamak kolay
olmadı.
Ardından toparlanan
yüzlerce sayfalık gazete, fotoğraf, mahkeme, dilekçe, mektup vb. belgenin, onlarca
saatlik döneme dair arşiv videoların elde dilmesi, taranması, montaj/kurgu
aşaması için düzenlenmesi de hayli uzadı. Görüştüğüm kişilerle toplamda 117
saatlik bir kayıt yapmıştım. Bu kayıtlar defalarca gözden geçirildi. Kesilip, kategorize
edildi. Kadın koğuşundan, çocuk koğuşuna, Din derslerinden, işkence
çeşitlerine, yemekten, uyumaya kadar, kronolojik sıralamasıyla açlık grevleri
ve ölüm oruçlarından aynı şekilde katledilen insanlara dek, 35 farklı konu
başlıkları altında düzenlendi. Yani belgesel filmi izleyenler 35 farklı konuya
değindiğimizi görecekler.
Titiz ve sabırlı,
sıkıcı ve kahredici uzun bir çalışma oldu. Bu çalışma sonucunda 5 Nolu hapishanesinde 1980-1984 yılları içinde devletin açıklamasına
göre 34, tutsakların iddiasına göre 100’e yakın tutuklu katledilmiştir. Benim bu
kısıtlı ve sınırlı imkanlarla yaptığım araştırmalar da ise 49 kişinin
katledildiğine ulaşabildim.
Çekim yapmak
istemediler mi?
Evet
kimileri çekim yapmak istemedi. O anların yeniden yaşamak, yaşadığı hoş olmayan
uygulamalardan bahsetmek istemediler. Bu çok anlaşılır bir durum. Şimdi bir
çoğunun ailesi var, çocuğu hatta torunu. Herkes yaşadıklarını ailesinin
bilmesini istemeyebilir. Jop ile tecavüze uğramak, dışkı yedirilmek, fare
yedirilmek, işkence yapılmış kardeşinin, arkadaşının kollarında ölmesi gibi
insanın aklı almayan, duyduğunda nefesi kesilen uygulamalara maruz kaldığını
söylemek kolay iş değil. Çekimlerde tüm bunları bir çoğu anlatırken göz
yaşlarını tutamadı. Nasıl tutsun ki? Yaşadıkları hiç de kolay şeyler değil. Ama
ben montajda işin bu kısmını çok ön plana çıkarmak istemedim. Biz çekim ekibi
olarak da o atmosferden çok etkilendik. Öyle ki yemek yerken anlatımların
etkisinden kaynaklı defalarca yemek yemeyi yarıda bırakmışımdır.
Kişi olarak
ben de bir çok defa tutuklandım. Uzun günler gözaltında, MİT, JİTEM ve Terörle
mücadele ekipleri tarafından farklı işkence uygulamalarına maruz kaldım. Ama 5
No’lu hakkında dinlediğim işkence yöntemleri çok daha kötü ve kabaydı. Bize
sistematik ve profesyonel işkenceler yapılıyordu. Dışarıdan iz bırakmayan,
içeriden çürüten ve tahribatları büyük işkencelerdi. Dinlediklerim ise çok ayrı
şeylerdi. Belgesel filmi izleyenler ne demek istediğimi daha iyi görecektir.
Çekimler süresince “bu kadar da olmaz” dedirten
yada en çok etkileyen anlatım hangisi?
O kadar çok
“bu kadar da olmaz” dediğim şey var ki… Ama 5 No’lu da yaşatılanları
dinlediğinizde askıya alınmanın, elektriğe verilmenin, buzlu battaniyelere
sarılmanın, hayalarınızın burkulmasının, tekerleğin içine koyulmanın vs.
ötesinde şeyler görüyorsunuz. İnsan yaşadığı işkencelere “vay be biz ne
yaşamışız ki” der mi? 5 No’luyu dinleyince öyle diyorsunuz…
Mesela, iki
arkadaşın birbirine tecavüz etmesi için zorlanması. Veya bir birlerine jop
sokmaları için zorlanıp sonra o jopların yalatılması. Birbirine dışkılarını
kaşıkla yedirtmeleri. Fare yedirilmesi. İnsanların havalandırmada sıraya
dizilip, fosseptik çukurunun açılıp bardakla pislik yedirilmesi. Yani her
uygulama size “bu kadar da olmaz” dedirtiyor. Çünkü her biri insanlık suçu. İnsanın
insana yapamayacağı şeyler… Dinlerken akıl tutulması yaşıyorsunuz adeta…
Diyarbakır da ki vahşeti diğer zindanlarda ki
işkencelerden farklı kılan nedir?
Yöntem
zenginliği! Uzun yıllara yayılan sürekliliği ve Kürt ulusuna özgü ve özel
olması, yok edip, sindirme amaçlı uygulamalarıdır. Yani bu hapishanede öyle
işkence yöntemleri icat edilmiş ve yıllarca uygulanmış ki, şeytanın aklına
gelmeyecek yöntemler her biri. Tutsaklar 200-250 çeşit işkence metodundan
bahsediyor. Her şeyin işkence haline getirildiği bir mekan. Güneş, oksijen, su,
elbise, din, yemek, tuvalet, uyku yani her şey ama her şey bir işkence aracı
olarak kullanılmış insanlara. Tüm bunları pratik sonucu olarak 4 yıl içinde
tutsakların iddiasına göre 100’e yakın tutuklu katledilmiş. Bu, yılda 25
insanın, ayda ise 2 insanın katledilmesi demektir. Bu korkunç bir durum.
Böylesi bir çalışmanın geniş kesimlere
ulaşması için neler yapıyorsunuz?
Çeşitli film
festivalleri aracılığıyla bunu yapmaya çalışıyorum. Her film festivali zaten bu
formatta bir filmi yayınlamıyor. Sansür oralara dek kendisini gösteriyor. Bilirsiniz,
toplumları yönetme işinin,
bilinen üç temel yöntemi vardır. Biri; yıldırma-korkutma ve sindirmedir.
İkincisi; kandırma ve manipüle etmektir. Üçüncüsü ise inandırmaktır. Yıldırma,
korkutma, kandırma ve manipüle etme kısa sürelidir. Ama inandırmak uzun süre
boyunca etkindir. Tabi korkutmak, yıldırmak, kandırıp manipüle etmek kolay,
inandırmak ise zor iştir. Bunun için de Egemenlerin kitlelere kendi
düşüncelerini yayabilecek, benimsetip inandıracak güçlü ideolojik aygıtları
vardır. Bu, yargı-yasama ve yürütme aygıtlarının daha üstünde bir güç, dördüncü
güç denilen Medyadır!
Egemenler cephesinde önemli olan bu alan,
ezilenler cephesinde de son derece önemlidir. Ancak onlar kadar etkin
kullanılmadığı gibi, bu alanın önemi teorik olarak bilinse de pratik uygulama
bakımından oldukça zayıf durumdadır. Bu yetersizliğe karşın, Ezilenler bu
alanlarda etkinliğini arttırdıkça “sansür”le karşılaşmaktadır. Tv’ler, gazeteler,
İnternet sayfaları, kapatılıyor, film ve belgeseller yasaklanıp Sansür’e
uğrarken yönetmenleri tutuklanıyor. En son bunun somut örneği Gazeteci ve
Yönetmen Kazım Kızıl’dır. Bunun nedeni, toplumsal mücadelenin değişik
alanlarını sinematografik bir şekilde anlatma eğiliminin güçlenmesidir.
Belgesel sinema bir tarihtir, hafızadır, bir
bellektir. Derdi olanların derdini anlattığı bir çalışmadır. Bizim de, bu toprakların insanlarının da
dertleri var, belgesel sinema aracılığıyla onu anlatmaya çalıştık sizlere.
Umarız başarabilmişizdir…
İZ belgesel film çalışması ile, Tarihi bir
hafıza oluştururken, aynı zamanda ülkemizin demokrasi, insan hakları ve eşitlik
kavgasının ne yazık ki önemli mevzileri haline gelmiş hapishaneler cephesinde
süren mücadelelere, yaratılan değerlere, yitirilen ve ödenen ağır bedellere
dikkat çekmek istedik. Keza ülkemiz de demokrasi ve eşitlik mücadelesi
yürütenlerin sıklıkla karşılaştığı mekanlar olan hapishaneler, ülkemiz sınıfsal
ve ulusal hareketinin tarihinin yazıldığı yerler konumundadır. O halde,
egemenlere Tarihin yazıldığı yerden en güçlü mesajı vermek doğru olacaktı. İşte bu yüzden
direnen ve tarih yazan insanların filmini yaptım. Hafızalarında, bedenlerinde,
düşlerinde ve ruhlarında kalan İZ’leri beyaz perdeye taşıdım…
Sosyal medya
üzerinden yaygınlaştırmaya, devrimci-demokrat-sivil toplum örgütlerinin,
kurumların sahiplenip etkin oldukları bölgelerde gösterimlerinin yapılması için
uğraşıyorum. Mesela, Avrupa gösterimlerini büyük bir duyarlılık göstererek ATİK
üstlendi. Filmi sahiplendi. Avrupa gösterimleri sonbahara doğru yapılacak bunun
için hazırlıklar yapılıyor. Haziran da adeta filmin galası niteliğini taşıyacak
büyük bir gösterimin hazırlıkları, İstanbul Kartal belediyesi işçileri ve kimi
sivil toplum örgütlerinin organizesiyle hazırlanıyor. Benzer bir çalışma Fransa’nın
Strasburg şehrinde her yıl yapılan film gösterimleri haftası kapsamında
girişimler sürüyor. Bunun gibi çeşitli şehirlerde kurumsal ve kişisel düzeyde
girişimler mevcut.
Şuana kadar hangi festivallerde ve nerelerde
gösterimleri yapıldı?
İlk olarak 3-12 mart tarihlerinde
19. Selanik Belgesel film Festivalinde gösterildi.
Ardından Uluslararası İşçi
Filmleri Festivali tarafından Türkiye de 25 şehirde, bir çok farklı mekanda
gösterimleri hazırlanıyor.
Uluslararası İşçi Filmleri
Festivali tarafından Türkiye de Mayıs ayında şuana kadar İstanbul-Ankara-İzmir
ve Diyarbakır olmak üzere 4 şehirde 13 farklı mekanda gösterimleri yapıldı.
Şuana kadar yaptığınız projeler nelerdir?
2005 yılında 1917 Ekim devriminin yıl dönümü vesilesiyle
dokümanter bir film yaptım,
2007-2008 yılında Sovyetlerin ve Çin devrimi yıllarını konu
alan aynı içerikte iki farklı dokümanter film çalışması oldu.
2009 yılında “Ambrosi” isimli proje ile Kaypakkaya
geleneğinden başlayarak, devrimci hareketin, bir dizi halinde tarihini
belgeselleştirmeyi düşündüm. Projenin senaryosunu vs. hazırladım. Fakat bütçesi
oldukça yüksekti onu finanse edemediğim için proje olarak kaldı. Bu proje, kimi tarihsel dönemlere
tanıklık eden kişilerin, belleğine dayalı anlatılarının görsel ve işitsel
araçlar ile kayıt altına alınması ile oluşturulacak olan ‘toplumsal bir hafıza’
ve ‘sözlü tarih projesi’ şeklinde olacaktı. Hatta buna hizmet eden bir de vakıf
kurmayı dahi düşündüm. Fakat bunların hepsinin ekonomik alt yapısı olması
gerektiğinden ne yazık ki başaramadım. Vakıf yerine “İnsan Hakları için Görsel
ve İşitsel Dernek” kurdum.
2010 yılında İZ belgeselinin Sinopsis’ini yazdım. 2011
ortalarında da fiili olarak çekimlere başlandı. Bu çalışma henüz bitmeden,
“Armenak: Bir Ermeni Devrimcinin Portresi” belgesel çalışmasının çekimlerinin
önemli bir bölümünü belgeseli yapan kuruma destek için çektim ve iade ettim. Yani
tüm çalışmalar toplumsal temalı çalışmalar oldu.
Yeni projeniz var mı?
Esasen kafamda bir çok proje var. Bunlardan biri de
ekonomik finansmanını oluşturabilirsem, uzun metrajlı bir film projesi.
Senaryosunu yazdım. Çekim mekanlarını belirledim. Oyuncuların önemli bir
kesimini senaryoyu vererek okumalarını sağlayıp, konuşup ayarladım. Tek sorun
finansmanı kaldı. Belgesel film sektörü oldukça etkili bir alan olduğu gibi
aynı zamanda da hayli külfetli bir alan. Şuana kadar yaptığım hiçbir çalışmadan
ekonomik kazanç amaçlı bir çalışmam olmadı. Kimseden de sponsorluk veya yardım
almadım. Keza kimsenin de zaten bu yönlü destek olduğu yok. Ancak bu vb.
çalışmaların sistemli ve daha üretken hale dönüşmesi için ekonomik bir devinim
olması şart. Yani işin ekonomik kısmı oluşturulmak zorunda. Şuana kadar gerek
kendi yaptığım ve gerekse benzer şeyler yapan başka arkadaşlardan ve tanıdığım
yönetmenlerden biliyorum ki, hiç kimse işin ekonomik yönünü sormuyor. Bu vb.
çalışmaların yapılması gerekliliği ve zorunluluğuna en çok inananlar bile
“yapılmalı mutlaka” derken “yahu arkadaş bu işin yeme, içme, kalma ve emek
cephesini geçtik, zorunlu masrafları var. Mesela yol ücreti, stüdyo kiralama,
kamera, ses ve ışık araçları kiralamak, kurgu/montaj, müzik ücreti vb. gibi yığınla
gider var, bunu nasıl finanse ediyorsunuz?” dediğine rastlamadık!
Bu tür toplumsal meseleleri konu alan şeyler, bireylerin
imkanlarıyla yapılması yetersiz ve eksik bir çok nokta bırakabiliyor. Sihirli
perdenin etkisi ve gücünün farkına varılmalıdır diye düşünüyorum!
Bu uzun söyleşi için teşekkür ederiz
Ben teşekkür ederim. Başarılar diliyorum…