1 Eylül 2017 Cuma

İZ belgesel film hakkında, Mücadele gazetesi ile röportaj...

İZ belgesel film hakkında, Mücadele gazetesi ile Röportaj

Mücadele Gazetesi Yazı Kurulu

Merhaba, Öncelikle kendinizi okurlarımıza tanıtır mısınız?
Bilirsiniz bizim ülkemizde kırk yaşında gibi doğarsınız. Hızlı büyürsünüz. Devletle, DGM ile, E-Tipi, Özel tip, F-Tipi zindanlarıyla, Açlık grevleri ve ölüm oruçlarıyla, işkencenin en vahşi halleriyle tanışmanız için 15-16 yaşlarında olmanız yeterli bir yaş grubudur. Ben böylesi bir ağır süreci yaşamış, 20’li yaşlarına kadar hapiste kalmış, “12 Aralık hayata dönüş operasyonu” denilen katliama zindan da direniş cephesinin bir öznesi  olarak tanıklık etmiş, 50 günleri aşkın açlık grevi direnişinde yer almış, ardından ülkeyi terk etmek zorunda bırakılmış, gittiği ülkede de bir süre sonra İnterpol ile tutuklanıp uzun sayılmayacak ama kısa da diyemeyeceğimiz bir zaman dilimi Avrupa da tutuklu kalmış, toplam da 11 yıl sürgünde yaşamış bir arkadaşınızım.



Beyaz perdeye yansıtılması gereken bir çok güncel konu varken, niye Diyarbakır 5 Nolu?
Biliyorsunuz, 12 eylül 1980 yılında Türkiye de askeri bir darbe oldu. Bu darbenin mimarı generaller, 1980-1988 yılları boyunca Türkiye’nin yönetimini ellerinde tuttu. Bu yıllarda Türkiye genelinde ki tüm cezaevlerinde yoğun işkence ve cinayetler yaşandı. Ancak içlerinde üç cezaevi ön plana çıktı. Bunlar, İstanbul’da bulunan Metris, Ankara’da Mamak ve Diyarbakır da ise “Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi”ydi!..

Bu cezaevleri içerisinde ise, uygulamalarından en çok skandallar yaratan “Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi” oldu! Bu cezaevinde, dünyada eşi-benzeri görülmemiş işkence yöntemleri uygulandı. Onlarca insan işkencelerle öldürüldü ve açlık grevlerinde ve çeşitli direnişlerde yaşamlarını yitirdi. Diyarbakır 5 No'lu cezaevi, 29 Nisan 2008 tarihinde The Times dergisi tarafından dünya genelinde yapılan araştırma sonucu, “dünyanın en kötü 10 ceza evi” arasında yer aldı.

Dünya genelinde bu kadar kötü şöhretli bir cezaevi gerçekliğini işlememek olmazdı. Bu şüphesiz işin bir yanı. Asıl yanı ise, Türkiye halklarının bugün içinde bulunduğu durumu, siyasal iktidarın geçmişini, devrimci güçlerin durumunu tayin eden askeri darbelerden 12 Eylül darbesinin rolünü, Siyasal-İslam’ın inşası ve Kürt ulusu üzerindeki etkilerine değinmekti. Zira, bugün yaşanmakta olan hiçbir şey dünden bağımsız ve salt bugünden ibaret değil. Bunun bir geçmişi, devlet nezdinde sürekliliği söz konusu. Bugünden yarına uygulanan bir politika söz konusu değil. Siyasi iktidarı hangi parti veya askeri klik alırsa alsın, ezilenlere, azınlıklara ve diğer uluslara (özellikle de Kürt ulusuna) yönelik uygulamalarında değişen bir şey söz konusu değildir. İşte “5 Nolu cezaevi” bugün olup bitenlerin çok açık bir ifadesidir. George Santayana  “Tarihi öğrenmeyenler, onu tekrar yaşamak zorunda kalırlar.” Der. Bu aynı zamanda ülkemizin içinden geçtiği süreçleri ve tarihsel kesitleri öğrenmek için de önemli.

Diyarbakır 5 No’lu cezaevinde yaşanan olaylar, uygulanan işkence ve cinayetler hakkında bir çok kitap yazıldı. Şairler şiirle, müzisyenler ezgileriyle, ressamlar ise kara kalem ve fırçaları ile anlatmaya çalıştılar. ‘İZ’ belgeseli ise, tüm bunları yaşayan ve tanıklık eden kişilerin kendileri tarafından izleyiciye aktarıyor. Bu aktarım, dönemin video, fotoğraf, gazete ve resmi belge arşivlerinden,  izleyenlere sunuluyor…

Çekimlere başlamadan önce ne gibi çalışmalar yaptınız?
Çekimler öncesi 12 Eylül Askeri darbesi hakkında yazılmış 5-6 kitap okudum. Ardından Diyarbakır 5 Nolu cezaevi hakkında yazılmış 1 röportaj içerikli olmak üzere, Ağırlıklı olarak Kürt ulusal hareketinden tutukluları tarafından yazılan “Anı/Anlatı-Roman” içeriğinde 8-10 kitap okudum. Türkiye devrimci hareketinden kimse o ana dek 5 nolu hakkında kitap yazmamıştı. Yalnızca “mahkeme savunmaları” mevcuttu. Sadece 5 No’lu mu? Metris ve Mamak hapishanelerine dair de hiçbir siyasi yapının ‘kolektifin iradesi’ ile çıkarılmış bir kitaba da rastlamadım.

Bugün, Diyarbakır Hapishane sürecini Kaypakkaya geleneği cephesinden anlatan iki kitap çalışması mevcut yalnızca. Biri Hasan Hayri Aslan’ın “Diyarbakır 5 No’lu cehenneminde Ölümden de öte” diğeri Kamber Akbalık’ın “Kutsal wc”dir. Ben belgesel çalışması için bu kişilerle çekim yaptığımda Kamber Akbalık kitaba henüz başlamıştı. Bu geleneğin o cehennemde kalmış taraftarlarına bu yönlü “Neden yazmıyorsunuz, büyük bir eksiklik?” diye eleştirilerimi de yapmıştım. Bu eleştiriler içerisinde “Bir roman çalışmasından çok kolektif bir yaklaşım daha doğru olur, diğer türlü kişi kendini merkeze koyan bir yaklaşıma kayabilir, objektif olmaz. Böylesi tarihsel süreçler anlatılırken, dersler çıkarılmalı, kolektif bir çalışmayla ‘belge’ niteliğinde yapılmalı” diye bir çoklarıyla sohbetim olmuştu. Hala da aynı fikirdeyim. O zaman bana “Diyarbakırlılar grubu oluşturulduğu, bu yönlü bir kitap çalışmanın ele alınacağı” söylendi. Fakat çıkan iki kitap da “Anı/Anlatı-Roman” içeriğine, yazarların kendi tanıklık ettiği, anılarını paylaştığı, doğallığıyla da kolektifin düşüncelerini, çıkarsadığı dersleri vs. kapsama gücünden yoksun, sübjektif, yanlı ve olup bitenleri oldukça sınırlı içeren çalışmalar. Keza bununla ilgili Özellikle H.Hayri Aslan’ın kitabı çıktığında hayli polemiklerde yaşandı.

Tüm bu okumalardan, bir şeylerin üzerinden atlandığını fark ettim. Türkiye de devrim iddiası taşıyan hiçbir kesimin ülkede olup biten, toplumun dokusunu, ekonomik ve sosyal yapısını alt üst edip değiştiren askeri darbelerin gelişimi, toplumsal ve bölgesel önemi, etkileri ve sonuçları üzerine hiçbir çalışma yapılmadığını fark ettim. Bu korkunç, ürkütücü bir durumdu. “Tarih, muazzam bir erken uyarma sistemidir.” der Norman Cousins ve onu adeta tamamlamak için sözü alır John Sheran; "Gelecekte bizi nelerin beklediğinin en iyi falcısı, geçmişte başımıza gelenlerdir.” Der… Tarihi ve onu bilmenin hayati önemine vurgu yapar her iki düşünür de. Türkiye halkları ne yazık ki yaşadıklarından ne "erken uyarma” sinyalini alabildi, ne de gelecekte kendisini bekleyen felaketleri okuyabildi… Bunun nedeni olup biten hiçbir şeyden yeterli ders ve sonuçlar çıkarmamaktan ileri geldiğini düşünüyorum.


12 Eylül 1980 Askeri darbesi diğer darbeler gibi yalnızca kıydığı canlarla, işkencelerle, sonuçlarıyla ele alındı. Şüphesiz, 12 eylül askeri darbesi yüzbinlerce insanı işkenceden geçirip, binlerce insanı kaybetti. Onlarca insanı astı, on-binlerce insanı zindanlarda çürüttü. Çok ağır toplumsal, kültürel travmalara neden oldu. Ancak bu yalnızca bir sonuçtur ve sonuçtan yola çıktığımızda, kıydığı canlarla, yaptığı zulüm ve işkencelerle darbeyi açıklamaya çalışırsak, darbenin amacını, hedeflerini yanlış anlarız. Çünkü bütün bunlar 12 eylül askeri darbesinin yapılış amacı ve nedenleri değildi. Böyle algılandığında, meselenin uluslararası yönü görülemez, darbenin ve darbecilerin asıl amaçları açığa çıkarılamaz, işin asayiş meselesiymiş gibi görülmesine, sınıfsal yönünün ise egemenlerin tamda istediği gibi saklanmasına hizmet eder. Tüm bunlar darbecilerin temsil ettikleri sermaye gruplarının, uluslararası sermaye ortaklarının amaçlarına ulaşabilmek için önlerinde duran zorunlu engelleri aşmanın kaçınılmazlığıydı! Yani bu bir amaç değil, zorunluluktu!

‘İZ’ Belgeseli, 37 yılı aşkın bir süreyi kapsayan, ancak hala travması toplumda sürmekte olan, bu cezaevinde ki uygulamaları 2011 yılında araştırmakla yola çıktı. Bu cezaevin de uzun yıllar kalan ve işkence mağduru olan 88 kişi ile görüşüldü ve bunlardan 34 kişinin öyküleri kayıt altına alınarak hazırlandı… Kayıt altına alınan 34 kişinin öyküleri aynı zamanda kitaplaştırıldı...

Düşünün, bugün 12 Eylül zaman aşımına uğratıldı. Onu yargılayacağını söyleyen siyasi iktidar bir çok “sol” kesimin “yetmez ama evet” oylarını alarak kendisini güçlendirdi. Bugün de zaman aşımına uğratarak yargılanma sürecini tümden bitirdi. Sivas katliamı da bunun bir örneğidir. Oysa insanlık suçları zaman aşımına uğrayamaz. Hiçbir hukuk devletinde bu mümkün olamaz. Bir çok Latin Amerika ülkesi darbesini yapmış generaller gibi kanlı Şili darbesinin generali Pinochet dahi göstermelikte olsa on-yıllar sonra yargılandı. Bizim ülkemizde hiçbir askeri darbenin mimarı yargılanmadı. Çünkü yargı mekanizması tamamen iflas etmiş durumda. Ama asıl yargı biliriz ki insanların aklı ve vicdanında mahkum ettiği yargıdır. Bir gün, halkların büyük Senfoni Orkestrası kurulur, sanki zamanın ötesinden bize cevap verir gibi, Beethoven’ın Dokuzuncu Senfonisi’nden Schiller’in “Neşeye Övgü’sünü çalarak, ‘bütün insanların yeniden kardeş olacağı’ kehanetini gerçekleştirir…

Çekimler ne kadar sürdü, nasıl ele alındı?
Çekimler 1 yıldan fazla sürdü. Bu çekim yapacağım kişilerin ve benim zamanımın örtüşmemesinden ve keza imkan ve olanakların yoksunluğundan kaynaklı bu kadar uzadı. Çünkü çekim yaptığım bir çok kişi Avrupa’nın farklı ülke ve şehirlerinde yaşayan insanlardı. Onlara ulaşmak, ulaşıp derdimi ve projeyi anlatmak, çekimleri kabul ettirmek, çekim mekanları ve aletlerini hazırlamak kolay olmadı.

Ardından toparlanan yüzlerce sayfalık gazete, fotoğraf, mahkeme, dilekçe, mektup vb. belgenin, onlarca saatlik döneme dair arşiv videoların elde dilmesi, taranması, montaj/kurgu aşaması için düzenlenmesi de hayli uzadı. Görüştüğüm kişilerle toplamda 117 saatlik bir kayıt yapmıştım. Bu kayıtlar defalarca gözden geçirildi. Kesilip, kategorize edildi. Kadın koğuşundan, çocuk koğuşuna, Din derslerinden, işkence çeşitlerine, yemekten, uyumaya kadar, kronolojik sıralamasıyla açlık grevleri ve ölüm oruçlarından aynı şekilde katledilen insanlara dek, 35 farklı konu başlıkları altında düzenlendi. Yani belgesel filmi izleyenler 35 farklı konuya değindiğimizi görecekler.

Titiz ve sabırlı, sıkıcı ve kahredici uzun bir çalışma oldu. Bu çalışma sonucunda 5 Nolu hapishanesinde 1980-1984 yılları içinde devletin açıklamasına göre 34, tutsakların iddiasına göre 100’e yakın tutuklu katledilmiştir. Benim bu kısıtlı ve sınırlı imkanlarla yaptığım araştırmalar da ise 49 kişinin katledildiğine ulaşabildim.

Çekim yapmak istemediler mi?
Evet kimileri çekim yapmak istemedi. O anların yeniden yaşamak, yaşadığı hoş olmayan uygulamalardan bahsetmek istemediler. Bu çok anlaşılır bir durum. Şimdi bir çoğunun ailesi var, çocuğu hatta torunu. Herkes yaşadıklarını ailesinin bilmesini istemeyebilir. Jop ile tecavüze uğramak, dışkı yedirilmek, fare yedirilmek, işkence yapılmış kardeşinin, arkadaşının kollarında ölmesi gibi insanın aklı almayan, duyduğunda nefesi kesilen uygulamalara maruz kaldığını söylemek kolay iş değil. Çekimlerde tüm bunları bir çoğu anlatırken göz yaşlarını tutamadı. Nasıl tutsun ki? Yaşadıkları hiç de kolay şeyler değil. Ama ben montajda işin bu kısmını çok ön plana çıkarmak istemedim. Biz çekim ekibi olarak da o atmosferden çok etkilendik. Öyle ki yemek yerken anlatımların etkisinden kaynaklı defalarca yemek yemeyi yarıda bırakmışımdır.

Kişi olarak ben de bir çok defa tutuklandım. Uzun günler gözaltında, MİT, JİTEM ve Terörle mücadele ekipleri tarafından farklı işkence uygulamalarına maruz kaldım. Ama 5 No’lu hakkında dinlediğim işkence yöntemleri çok daha kötü ve kabaydı. Bize sistematik ve profesyonel işkenceler yapılıyordu. Dışarıdan iz bırakmayan, içeriden çürüten ve tahribatları büyük işkencelerdi. Dinlediklerim ise çok ayrı şeylerdi. Belgesel filmi izleyenler ne demek istediğimi daha iyi görecektir.

Çekimler süresince “bu kadar da olmaz” dedirten yada en çok etkileyen anlatım hangisi?
O kadar çok “bu kadar da olmaz” dediğim şey var ki… Ama 5 No’lu da yaşatılanları dinlediğinizde askıya alınmanın, elektriğe verilmenin, buzlu battaniyelere sarılmanın, hayalarınızın burkulmasının, tekerleğin içine koyulmanın vs. ötesinde şeyler görüyorsunuz. İnsan yaşadığı işkencelere “vay be biz ne yaşamışız ki” der mi? 5 No’luyu dinleyince öyle diyorsunuz…

Mesela, iki arkadaşın birbirine tecavüz etmesi için zorlanması. Veya bir birlerine jop sokmaları için zorlanıp sonra o jopların yalatılması. Birbirine dışkılarını kaşıkla yedirtmeleri. Fare yedirilmesi. İnsanların havalandırmada sıraya dizilip, fosseptik çukurunun açılıp bardakla pislik yedirilmesi. Yani her uygulama size “bu kadar da olmaz” dedirtiyor. Çünkü her biri insanlık suçu. İnsanın insana yapamayacağı şeyler… Dinlerken akıl tutulması yaşıyorsunuz adeta…

Diyarbakır da ki vahşeti diğer zindanlarda ki işkencelerden farklı kılan nedir?
Yöntem zenginliği! Uzun yıllara yayılan sürekliliği ve Kürt ulusuna özgü ve özel olması, yok edip, sindirme amaçlı uygulamalarıdır. Yani bu hapishanede öyle işkence yöntemleri icat edilmiş ve yıllarca uygulanmış ki, şeytanın aklına gelmeyecek yöntemler her biri. Tutsaklar 200-250 çeşit işkence metodundan bahsediyor. Her şeyin işkence haline getirildiği bir mekan. Güneş, oksijen, su, elbise, din, yemek, tuvalet, uyku yani her şey ama her şey bir işkence aracı olarak kullanılmış insanlara. Tüm bunları pratik sonucu olarak 4 yıl içinde tutsakların iddiasına göre 100’e yakın tutuklu katledilmiş. Bu, yılda 25 insanın, ayda ise 2 insanın katledilmesi demektir. Bu korkunç bir durum.

Böylesi bir çalışmanın geniş kesimlere ulaşması için neler yapıyorsunuz?
Çeşitli film festivalleri aracılığıyla bunu yapmaya çalışıyorum. Her film festivali zaten bu formatta bir filmi yayınlamıyor. Sansür oralara dek kendisini gösteriyor. Bilirsiniz, toplumları yönetme işinin, bilinen üç temel yöntemi vardır. Biri; yıldırma-korkutma ve sindirmedir. İkincisi; kandırma ve manipüle etmektir. Üçüncüsü ise inandırmaktır. Yıldırma, korkutma, kandırma ve manipüle etme kısa sürelidir. Ama inandırmak uzun süre boyunca etkindir. Tabi korkutmak, yıldırmak, kandırıp manipüle etmek kolay, inandırmak ise zor iştir. Bunun için de Egemenlerin kitlelere kendi düşüncelerini yayabilecek, benimsetip inandıracak güçlü ideolojik aygıtları vardır. Bu, yargı-yasama ve yürütme aygıtlarının daha üstünde bir güç, dördüncü güç denilen Medyadır!

Egemenler cephesinde önemli olan bu alan, ezilenler cephesinde de son derece önemlidir. Ancak onlar kadar etkin kullanılmadığı gibi, bu alanın önemi teorik olarak bilinse de pratik uygulama bakımından oldukça zayıf durumdadır. Bu yetersizliğe karşın, Ezilenler bu alanlarda etkinliğini arttırdıkça “sansür”le karşılaşmaktadır. Tv’ler, gazeteler, İnternet sayfaları, kapatılıyor, film ve belgeseller yasaklanıp Sansür’e uğrarken yönetmenleri tutuklanıyor. En son bunun somut örneği Gazeteci ve Yönetmen Kazım Kızıl’dır. Bunun nedeni, toplumsal mücadelenin değişik alanlarını sinematografik bir şekilde anlatma eğiliminin güçlenmesidir.

Belgesel sinema bir tarihtir, hafızadır, bir bellektir. Derdi olanların derdini anlattığı bir çalışmadır.  Bizim de, bu toprakların insanlarının da dertleri var, belgesel sinema aracılığıyla onu anlatmaya çalıştık sizlere. Umarız başarabilmişizdir…

İZ belgesel film çalışması ile, Tarihi bir hafıza oluştururken, aynı zamanda ülkemizin demokrasi, insan hakları ve eşitlik kavgasının ne yazık ki önemli mevzileri haline gelmiş hapishaneler cephesinde süren mücadelelere, yaratılan değerlere, yitirilen ve ödenen ağır bedellere dikkat çekmek istedik. Keza ülkemiz de demokrasi ve eşitlik mücadelesi yürütenlerin sıklıkla karşılaştığı mekanlar olan hapishaneler, ülkemiz sınıfsal ve ulusal hareketinin tarihinin yazıldığı yerler konumundadır. O halde, egemenlere Tarihin yazıldığı yerden en güçlü mesajı vermek doğru olacaktı. İşte bu yüzden direnen ve tarih yazan insanların filmini yaptım. Hafızalarında, bedenlerinde, düşlerinde ve ruhlarında kalan İZ’leri beyaz perdeye taşıdım…

Sosyal medya üzerinden yaygınlaştırmaya, devrimci-demokrat-sivil toplum örgütlerinin, kurumların sahiplenip etkin oldukları bölgelerde gösterimlerinin yapılması için uğraşıyorum. Mesela, Avrupa gösterimlerini büyük bir duyarlılık göstererek ATİK üstlendi. Filmi sahiplendi. Avrupa gösterimleri sonbahara doğru yapılacak bunun için hazırlıklar yapılıyor. Haziran da adeta filmin galası niteliğini taşıyacak büyük bir gösterimin hazırlıkları, İstanbul Kartal belediyesi işçileri ve kimi sivil toplum örgütlerinin organizesiyle hazırlanıyor. Benzer bir çalışma Fransa’nın Strasburg şehrinde her yıl yapılan film gösterimleri haftası kapsamında girişimler sürüyor. Bunun gibi çeşitli şehirlerde kurumsal ve kişisel düzeyde girişimler mevcut.

Şuana kadar hangi festivallerde ve nerelerde gösterimleri yapıldı?
İlk olarak 3-12 mart tarihlerinde 19. Selanik Belgesel film Festivalinde gösterildi.
Ardından Uluslararası İşçi Filmleri Festivali tarafından Türkiye de 25 şehirde, bir çok farklı mekanda gösterimleri hazırlanıyor.

Yine 10.Ege Belgesel film günleri kapsamında İzmir de Fransız kültür merkezi ve 9 eylül üniversitesinde gösterime girdi. Sonra 9 eylül üniversitesinin zaman kontenjanı koyarak engellemesinden dolayı burada yapılamadı.

Uluslararası İşçi Filmleri Festivali tarafından Türkiye de Mayıs ayında şuana kadar İstanbul-Ankara-İzmir ve Diyarbakır olmak üzere 4 şehirde 13 farklı mekanda gösterimleri yapıldı.

Şuana kadar yaptığınız projeler nelerdir?
2005 yılında 1917 Ekim devriminin yıl dönümü vesilesiyle dokümanter bir film yaptım,
2007-2008 yılında Sovyetlerin ve Çin devrimi yıllarını konu alan aynı içerikte iki farklı dokümanter film çalışması oldu.

2009 yılında “Ambrosi” isimli proje ile Kaypakkaya geleneğinden başlayarak, devrimci hareketin, bir dizi halinde tarihini belgeselleştirmeyi düşündüm. Projenin senaryosunu vs. hazırladım. Fakat bütçesi oldukça yüksekti onu finanse edemediğim için proje olarak kaldı. Bu proje, kimi tarihsel dönemlere tanıklık eden kişilerin, belleğine dayalı anlatılarının görsel ve işitsel araçlar ile kayıt altına alınması ile oluşturulacak olan ‘toplumsal bir hafıza’ ve ‘sözlü tarih projesi’ şeklinde olacaktı. Hatta buna hizmet eden bir de vakıf kurmayı dahi düşündüm. Fakat bunların hepsinin ekonomik alt yapısı olması gerektiğinden ne yazık ki başaramadım. Vakıf yerine “İnsan Hakları için Görsel ve İşitsel Dernek” kurdum.

2010 yılında İZ belgeselinin Sinopsis’ini yazdım. 2011 ortalarında da fiili olarak çekimlere başlandı. Bu çalışma henüz bitmeden, “Armenak: Bir Ermeni Devrimcinin Portresi” belgesel çalışmasının çekimlerinin önemli bir bölümünü belgeseli yapan kuruma destek için çektim ve iade ettim. Yani tüm çalışmalar toplumsal temalı çalışmalar oldu.

Yeni projeniz var mı?
Esasen kafamda bir çok proje var. Bunlardan biri de ekonomik finansmanını oluşturabilirsem, uzun metrajlı bir film projesi. Senaryosunu yazdım. Çekim mekanlarını belirledim. Oyuncuların önemli bir kesimini senaryoyu vererek okumalarını sağlayıp, konuşup ayarladım. Tek sorun finansmanı kaldı. Belgesel film sektörü oldukça etkili bir alan olduğu gibi aynı zamanda da hayli külfetli bir alan. Şuana kadar yaptığım hiçbir çalışmadan ekonomik kazanç amaçlı bir çalışmam olmadı. Kimseden de sponsorluk veya yardım almadım. Keza kimsenin de zaten bu yönlü destek olduğu yok. Ancak bu vb. çalışmaların sistemli ve daha üretken hale dönüşmesi için ekonomik bir devinim olması şart. Yani işin ekonomik kısmı oluşturulmak zorunda. Şuana kadar gerek kendi yaptığım ve gerekse benzer şeyler yapan başka arkadaşlardan ve tanıdığım yönetmenlerden biliyorum ki, hiç kimse işin ekonomik yönünü sormuyor. Bu vb. çalışmaların yapılması gerekliliği ve zorunluluğuna en çok inananlar bile “yapılmalı mutlaka” derken “yahu arkadaş bu işin yeme, içme, kalma ve emek cephesini geçtik, zorunlu masrafları var. Mesela yol ücreti, stüdyo kiralama, kamera, ses ve ışık araçları kiralamak, kurgu/montaj, müzik ücreti vb. gibi yığınla gider var, bunu nasıl finanse ediyorsunuz?” dediğine rastlamadık!

Bu tür toplumsal meseleleri konu alan şeyler, bireylerin imkanlarıyla yapılması yetersiz ve eksik bir çok nokta bırakabiliyor. Sihirli perdenin etkisi ve gücünün farkına varılmalıdır diye düşünüyorum!

Bu uzun söyleşi için teşekkür ederiz
Ben teşekkür ederim. Başarılar diliyorum…