(Şair Refik Durbaş’ın Anısına, Saygıyla…)
H.GÜRER
30 Kasım-1 Aralık 2018
Bir şair öldü bugün; Daha tükenmeden mürekkebi kaleminden, tamamlamadan yarım kalan şiirlerini, yazmadan son şiirini… O şair ki, bir şiiriyle iz düşmüştü yaşamımın zorlu ve önemli bir kesitine… Oysa o an’a dek ne çok şairden ne eşsiz şiirler okumuş ve etkilenmiştim. Zira bahsettiğim şiiri de başka zamanlarda okumuştum. Ama o zor, ağır koşullarda ilk defa okuyor gibiydim. Bu şiirin yaşamımın çok önemli bir kesitine izdüşümünü anlatacağım size. Ama önce o koşulları, o yaşanılanları, o zamanı anlatmalıyım. Ancak o zaman daha iyi anlaşılacaktır şiirin de şairin de hayata bıraktığı iz…
Olağanüstü koşullarda, olağanüstü şeyler yaşamak zorunda kaldığım zamanlardı. Bu zamanın ortasına bir şiir düştü. Zaman-mekân-insan bileşkesi, o vakit insanın yaşamındaki etkisinin ve anlamının da öznesi oluyor. O zaman o (şiir) artık size ait olur. Tıpkı sevdiği kızı etkilemek için Pablo Neruda’nın şiirlerini kendisi yazmış gibi yansıtan Mario’yu ve Neruda’nın diyaloğunu bilirsiniz. Mario’ya neden böyle yaptığını soran Neruda’ya “Şiir onu yazana değil, ona ihtiyacı olana aittir.” Diyerek yanıt verir Mario. Kısacası şiirin, bir gereksinimle girdiğine inanırım insanın yaşamına. Ezgili, ritimli imgeleriyle etkiler insanı. Bu yüzdendir ki, Nâzım Hikmet’in, Neruda’nın, Bertold Brecht’in ve daha pek çok şairin şiirleri direnişlerde, grevlerde, mitinglerde, eylemlerde, zindanlarda, cenaze, düğün ve davet duyurularında sıklıkla çıkar karşımıza, her dilde her yerde dolaşır… Goethe“Şiirin konuları hiç eksik olmayacaktır; çünkü dünya o kadar büyük, o kadar zengin, yaşam o kadar değişik manzaralı ki… Hiçbir gerçek konu yoktur ki, şair onu gereği gibi işlemesini bildiği andan itibaren şiirden yoksun olsun.” Demesi de bundandır…
Dediğim gibi ‘zaman-mekân-insan’ bileşkesi önemliydi. Bu üçlem o dönem bana İlahi Komedya da Dante'nin yaptığı üç aşamalı yolculuğu sıklıkla anımsatıyor, o yolculuğun farklı versiyonu içinde hissediyordum kendimi… Bana gelen bu şiir de edebi derinliği, anlamı, biçimi ve günlük konuşma dilini ustaca kullanarak yazılmıştı. Anlaşılır, sade ama etkileyici kelime diziniyle yaşamışlıklarımızı özetleyerek yüreğime, anılarıma ve tabi ki içinde bulunduğum mekâna ve zamana da etkili bir şekilde dokunmuştu.
O zaman bende yarattığı bu ve daha burada yazmakla bitiremeyeceğim birçok yönlerinden ötürü, benim için Sanat ve Edebiyat muhalif, uyarıcı, eleştirel, aydınlatıcı ve özgürleştiricidir. Yaşamın izdüşümüdür ve canlıdır. Bu niteliklere sahip yapıtlar, insanlar tarafından benimsenip yaşatılır. Etkisini, gücünü ve sürekliliğini de buradan alır.
***
2000 yılının 19 Aralığıydı, Erzurum Özel Tip Hapishanesinin hücrelerinde, zaman bedenimizi ve irademizi açlığa yatırışımızın ellili günlerini göstermişti. Çığlıklarımızın sessizliğinden değil, kulakların sağırlığındandı duyulmayışımız. Ve tabi bir de gövdesi var içi boş politik kararların, vizyonu bodur öngörüsüzlüklerin, dar-sekter ve sübjektif ‘siyaset yap(ama)ma’ kısırlığının sonuçlarıydı direnişin o aşamaya gelmesi ve sesimizin dışarıda duyulamayışı... Genç ve geleceği bilinçlerinde taşıyan güzel yürekli insanların aç bedenleriyle birbiri ardına toprağa düştüğü günlerdi. Sanırım o gün başladı, bugünün körleşme hastalığı! O gün başladı, gören gözün köre, duyan kulağın sağıra oynaması. O gün başladı, İnsanın en büyük özelliklerden biri olan vicdanının, kulağı ve gözü gibi mühürlenmesi... Ve ben o gün anladım; dar grupçu, ben merkezci, sol sekter, kuyrukçu tutum ve davranışlarla ‘siyaset yaptığını’ düşünen tek-tek grupların ve genel anlayışın, bünyesinde yer alan özneleri büyük bir tasfiyeye sürüklediğini!..
Kuşkusuz her dönemin kendi özgünlükleri, zorlukları var. 2000 Süresiz Açlık Grevlerinin ve Ölüm Orucu direnişinin ise fevkalâde tayin edici ve tasfiyeci bir rolü oldu devrimci mücadelenin sonraki tüm zamanları üzerinde.
Yanılmıyorsam Şubat-Mart 2001 tarihlerinden itibaren Erzurum komünündeki bizler, tek-tek ve gruplar halinde ayrı il ve hapishanelere ‘sevk’ edildik. İlk sevki ben ve dosya arkadaşım Barış yaşadık. Ayrı illere, ayrı hapishanelere. Barış’ı kısmen ‘şanslı’ buluyorduk; tutuklandığımız ve ilk tutulduğumuz hapishaneye gönderildiğinden dolayı. Hem ailesine yakın olacaktı, hem de orada tanıdığımız tutuklu dostlarımız onu karşılayacaklar ve sağlığını toparlaması için yardımcı olacaklardı diye… Ben ise gönderildiğim hapishaneye dair en ufak bir fikrimiz olmadığından belirsizliğe doğru gidiyordum. Tüm komünün bana dair kaygıları vardı. Haksızda değildiler…
Tahmin ettiğimiz gibi Barış gittiği hapishanede bulunan kimi dostlarımız tarafından karşılandı. Süresiz Açlık Grevinin tahribatlarını uzun soluklu yardım ve dayanışmalarla atlatmayı başardı. Hem gündelik yaşamda disiplinli ve iradeli duruşu hem de beslenmesine yardımcı olan arkadaşların varlığı bu süreci erken atlatmasını sağladı. Benim durumum da ise tam aksi oldu. Gönderildiğim hapishanede diğer mahkûmlarla görüştürülmeyerek, 20 kişilik bir koğuşta 3,5-4 ay tek başıma tutuldum. Tutulduğum yer fiziksel olarak bir koğuştu. Ancak diğer mahkûmlarla görüştürülmeyip tecritte tutulduğumdan hücreden farksızdı. Tutulduğum yerin fiziksel yapısı hücreye oranla farklılık içeriyordu, fakat uygulamalar bakımından hiçbir farkı yoktu.
Süresiz Açlık Grevinin tahribatlarını atlatmak için bilinçli ve dikkatli beslenmek, disiplinli yaşamak ve dikkatli olmak gerekliydi. Benim açımdan durum son derece farklı ve ağırdı. Onyedisini zindanda bitirmek üzere olan, on sekizine henüz girmeye hazırlanan bir genç olmanın tecrübesizliği yetmezmiş gibi, tek başına tecrit ve izolasyon altında tutulup, kimsenin destek ve yardımlarını almama izin verilmemesi durumu ağırlaştırıyordu.
Açlık grevine başlamak ve sürdürmek işin bir yanı, sonrası süreç en az onun kadar ağır ve zor. Haftalarca normal beslenmeye geçemiyor, iyi beslenemediğinizde aylarca kendinizi toparlayamıyor, yanlış müdahaleler sonucu geri dönüşü olmayan yaşamsal tahribatlara uğruyorsunuz.
O anlar her şeyi beynimde hissediyordum. Sese ve ışığa aşırı hassastım. Kemiklerin ve eriyen kasların ağrılarıyla uyuyamıyor, en ufak koku da bomboş midem bulandıkça başım dönüyordu. Bu durumda ayaktaysam ya düşüyor, ya da bu durumu öngörmüşsem hemen olduğu yere oturuyordum. Aksi halde düşüp eli-kolu, kafayı-gözü kırmak veya başka bir tahribata uğramak kaçınılmaz oluyordu. Koğuşun ışıklarının kontrolü dışarıdan olduğu için bilinçli ışıklar söndürülmüyordu. 7/24 floresandan yayılan led beyaz ışığın, beyaz duvarlara vuran yansısı altında kalıyordum. Bu ışıkların vücut ritmini olumsuz etkilediğini, vücuttaki melatonin hormonunun salgılanmasını engelleyerek, buna maruz kalanların kansere yakalanmasının önünün açıldığı gerçeğini defalarca idareye ve aramalarda askerle birlikte gelen savcıya söylememe karşın “Yönetmelik böyle” denilerek durum değişmemişti. Bu yüzden dinlenmek ve uyumak için uzandığımda gözlerimi havluyla örtüyordum. Tüm sesler rahatsız ediyor, midemi bulandırıyordu. Kustuğumda sanki midem kopup gelecekmiş gibi oluyor, bazen yeşil, bazen sarı bir su, bazen de kan kusuyor, nefes almayı unutuyordum.
Hijyen bir ortamda tutulmadığımdan, zayıflamış vücut metabolizması başka hastalıklara yakalanmama açık haldeydi. Konsantre olamıyor, kitap okuyamıyordum. Oysa o tür durumlarda kitaplar yaşamınızın en önemli parçaları oluyor. Kıstırılmış yaşam daha çok düşüncelere çekiliyor. Hayata ve tarihe farklı anlamlar biçiyor, olması gerekenden daha soyut bakmaya odaklıyor bilinciniz sizi. Bu durum, o mekânlardaki zamanın flu görüngeselliğine karşın, varoluşsal da bir hale de bürünüyor. Zindanda okumak yazmak varoluşsal bir hale dönüştüğü gibi, Aristonun Poetica yapıtında türettiği, Platonun da “devlet” yapıtında yer verdiği en doğru ifade ile bir katarsis aslında. Bu farkındalığın bilincinde olmama karşın durum değişmiyordu; kendimi zorladığımda veya biraz fazla volta attığımda beynim uyuşmaya başlıyor, bu uyuşukluk ellerim ve ayaklarıma yayılıyordu.
Varoluşsal gerçeğine dahi odaklanmamı engelleyen bu sağlık sorunları, tecridin cenderesinde günlerin, haftaların ve ayların eriyip gitmesine neden oluyordu. Eriyen zamanın boyutsuzluğu içinde “ya öznesi olup değiştireceğiz yaşamı, ya da edilgen olup yaşam bizi nereye sürüklerse oraya gideceğiz” iddiasıyla yola düşmüş birisi olarak, özne olma misyonundan kopmanın sınırında yaşadığımı fark ediyordum. Bunun farkındalığı sizi kuşatan tecridin kırılamayışının verdiği acıdan daha ağır geliyordu. Farkındalık durumu değiştirmiyordu. O durumdaki sübjektif gücünüz ne yazık ki buna el vermiyor.
Her ne kadar 19 Aralık operasyonlarıyla yenilmiş olduğumuzu kabul etmesek de, binlerce tutsakla aynı, hatta daha ağır koşulları, daha kötü sağlık sorunlarıyla yaşayanlarımız vardı. Direnişimiz, teslim olmayışımız tek başına yenilmediğimizin bir unsuru olarak ele alınıp propagandası yapılsa da, siyasal/politik ve örgütsel/pratik açıdan koca bir yenilginin içindeydik!.. O kendini “dünyayı temellerinden sarsmaya” adayan özneler, artık tek-tek tutuldukları hücrelerde edilgen bir duruma düşmüş, fiziksel ve sosyal anlamda yaşam savaşı vermeye başlamıştı. Savaşan devrimci bir ordu vardı. Ancak onları savaştırmasını, mevzi ve zafer kazanmasını bilen politik önderlikler yoktu. Var olan "önderlikler" kelimenin tam ve kesin anlamıyla tasfiyeciydiler! Toplamda yüzün üstünde devrimcinin yaşamını yitirmesine ve yüzlercesinin ise sakat kalmasına, kazanılmış tüm mevzilerin ise yitirilmesine neden olacak öngörüsüz, apolitik ve dar grupçu kararlarla devrimci hareketin bütününün tasfiyesine imza attılar...
Havalandırmanın ortasında durup, kafamı dikerdim gök yüzüne, etrafı kuşatan yüksek duvarların arasından göğün maviliğine bakardım kısa bir süre. O kısa süre de başım döner, gözlerim kararır, dengemi yitirirdim. Basit bir iş yaparken, mesela yemek yerken, normalde hiç düşünmeden kaşığı ağzınıza götürürsünüz. Ama ben kaşığın hareketini düşünmek zorunda kalıyordum ve öyle hareket ettirebiliyordum. Ben yemek yemenin basit rutinliğini düşünmeden yapmıyor, yapmaya çalışırken buluyordum kendimi. Yani objelerle iletişimim, onları eskisi gibi hareket ettirmem ve kullanmam, Marks’ın ifadesiyle “insanın örgensel bedeni” ilişkisinin organik ve inorganik bağı bir dönem olması gerektiği ve istediğim düzeyde değildi/zayıflamıştı. Bu durum ilk başta bilincimin yanılsaması sandım. Bir süre sonra öyle olmadığını fark ettim.
Hapishane idaresinin tecrit uygulamalarını doktorlarla, ailem ve onlar üzerinden avukatla görüşerek aşmaya, pasif direnişlerle kırmaya çalışsam da ilk zamanlar mümkün olmadı. Aylarca gönderdiğim mektuplarımın önemli bir kısmının aileme ve yoldaşlarıma vermediklerini, gelen birçok mektubu ve faksı da engellediklerini birkaç ay geçmesine karşın mektuplarıma yanıt alamayınca anlamıştım. Ailemin ve avukatın girişimleriyle bu süreci bir süre sonra aşıp mektupları almaya başladım.
O umutsuz, moralsiz, ağır tecrit altında, Süresiz Açlık Grevinin tahribatlarıyla baş-başa kalmış olduğum o yalnızlaştırılmış zamanlarda gelen mektuplardan birinde, dosya arkadaşlarımdan sevgili Barış şöyle sesleniyordu; “Sana bir şiir gönderiyorum. Oku ve okurken birlikte yaşadıklarımızı anımsa. Bu şiiri sıklıkla okuyorum. Çünkü her okuduğumda, her betimlemesinde, her dizesinde seni ve birlikte yaşadıklarımızı görüyorum. Kendini bırakma ve hele hele de sakın ölme, çünkü özgür zamanlarda buluşup daha yaşayacaklarımız ve yapacaklarımız var... Unuttuğumu da sanma, bana ‘Oscar pide salonu'nda pide, Munzurların zirvelerinde ise demli çay sözün var!” Son cümlelerden sonra mektubun tarihine baktım, mektubu 1,5 ay önce yazdığını fark ettim. Biriktirilip verilmeyen mektuplardan biriydi. Bir bebek grafittisinin yer aldığı küçük sayfalara yazılan şiir, şair Refik Durbaş’ın “Bırak Gitsin Elveda, Sen Başkaldırısın” şiiriydi. İlk defa bu dizleri okumuyordum oysa, hatta sevgili Ares (A.Gülmez) tutuklandığında Erzurum Özel Tip zindanındaki bizim komüne yazdığı mektuba iliştirip göndermişti. Ancak özellikle o ağır tecrit ve izolasyon altında tutulduğum o ağır koşullarda yeniden okuduğumda çok ayrı bir duygu dünyasına taşımıştı beni. Tek başıma tutulduğum aylarca bu şiir her fırsatta mırıldandığım şiir oldu, daha da ötesi, direnç motivasyonu sağlayan bir öğeye dönüşmüştü. O koşullarda dahi sanatın, edebiyatın ve şiirin önemi çok büyüleyiciydi.
O an o koşullarda sizi tanımlayan, sizi anlatan bir cümle, bir paragraf ve bir kelimenin sizi kuşatan koşulları parçalamanızda ve ruh haliniz üzerinde etkili bir güce dönüşmesini bekliyormuşsunuz da, bunun farkında olmadığınızı anlıyorsunuz. Bunu, beni kuşatan tecrit sınırlarını zorlayıp her kırmaya çalıştığımda fark ettim. Zindanın sert duvarlarına çarpıp tecridi kırmadaki her başarısızlığımda, tepetaklak daha gerilere düştüğümü, düştüğümde ise düştüğüm noktaya geri dönmeyi isteyen ruh hali vardı. Ama yaşam dönüşsüzdü. Ya düştüğün noktada kalacak, ya da ayağa doğrulup daha güçlü bir karşı koyuşla bulunduğun koşulları kırıp parçalayacaktım. Bu şiir, daha güçlü karşı koyuşun, kuşatılmışlığın sınırlarını parçalamanın elementlerinden birini (yalnızca birini) oluşturmuştu o gün…
***
Bugün gerçek şairlerin ve şiirin eksildiği çağ tutulmasındayız… Gerçek bir şairde bin şiir okuyup, okuduğunuz her şiir de bin şair bulabilirsiniz… Refik Durbaş böylesi şairlerdendi.30 Kasım 2018 tarihinde kalbi durduğunda, kalemi de durdu, şiirleri sustu. Şiirin şairi, şiire yakışan bir şair daha ölmüş, insanlık, şiirlerinde yaşayacak bir şairi daha yitirmiş oldu. O, yazarak insanlığı aydınlatan ışığı yakma gücüne, kelimeleri, imgeleri, sözdizimleri ile usunu ve tinselliğini belirli bir bilince ulaştırıp ve yine onu (bilinci) dönüştürebilecek şairlerden biriydi…
Şüphesiz daha pek çok efsanevi şiirler yazan şairler olabilir. Herkesin okuyup anladığı, yaşamında, duygu ve düş dünyasında yer verdiği şiirler ve şairler vardır. Kimileri şairi takip eder, kimileri şiiri. Ama ben “kardeşim şairin ne olduğu beni ilgilendirmez, şiire bakarım” diyen şiir sevicilerinden olmadım/olamam hiçbir zaman… “Tüm genellemeler hatadır, hatta bu bile” diyen Marks’ın bu aforizmasının bilincinde olan birisi olarak, şimdi söyleyeceğim şey kendi içinde genelleme yanılgısının içine düşürecektir beni belki, ancak “toplumsal sorumluluklar karşısındaki duruş” kriteriyle ele alınmalıdır her şey. Bu bağlamda yazar da, şair de, müzisyen de, ressam da, bilimci de, siyasetçi de, yönetmen de sanatçı da, kısacası bilumum her kes “toplumsal sorumluluklar karşısındaki duruşu” ile değerlendirilmelidir. İşte yukarı da “şiire yakışan bir şair” atfında bulunmam bundan. Çünkü, bugünün şairlerinin çoğunluğuna toplumsal sorumluluklar karşısındaki duruşları itibari ile şiiri yakıştıramıyorum! Yazdığı şiirleri ve yaşam karşısındaki duruşları ile, şiirine yakışanı var yakışmayanı var… Bu edebiyat ve sanat açısından olduğu kadar siyasi arenada da böyle. Oyuncu oynadığı role, yazar yazdığı edebi yapıtlarına yakışmıyor. Legal-illegal politik mücadele arenasında yer alan ezici çoğunluk, bulunduğu ve iddia sahibi olduğu ideolojilere ne yazık ki yakışmıyor! Bulundukları yerin misyonuna göre şekillenip, düşünce de olduğu kadar yaşamlarında yer vermiyor ve oraya layık duruş içinde bulunulmuyor. Çünkü toplumsal sorumluluklar karşısındaki duruşları, söyledikleri ve yazıp çizdikleriyle tezatlık oluşturuyor…
Şüphesiz, değindiğim hiçbir şey, uzvi toplumsal hayatın bütününden azade şeyler değil. Edebiyat ve sanatın nasıl bireysel ve toplumsal yanları var ise, siyasetin de her ne kadar kitleler için yapıldığı söylense de, her siyasetçinin siyaseti kitleler için değil, kendi bireysel yaşamı, egoları ve ihtirasları için de ele alabildiği gerçeği söz konusu. Kuşkusuz, bireysel olanı inşa etmeden toplumsal olanı inşa etmek mümkün değil. Bu yanılgıya Türkiye Devrimci Hareketi nasıl yarım asrı aşkındır düşüyor ve düşmeye de devam ediyorsa, aksi olan; toplumsal olandan kendini bir bütün yalıtıp bireysel kimliğini inşa etmek de o oranda mümkün değil. (Başkasının aklıyla düşünüp kendi ağzıyla söyleyen, bilgisi olmayan ancak her konuda fikri olan, birey olmayı başaramamış kişiden nasıl ‘devrimci’ çıkar, bunu da sorgulamak lazım şüphesiz. Kendisine bu sıfatı atfeden birçokları inanıyorum ki kendilerine döndüklerinde, içlerinde koyu bir boşlukla, yaşanmamışlık duygusuyla, yarım kalmışlıkla karşılaşacakları kaçınılmaz. Bu esasen kendileriyle yüzleşme sürecidir aynı zamanda… Birbirine benzeyen insanlar değil, farklılıklarıyla/renkleriyle bir arada yaşayan insanlar olmayı başarmak gerekir. Aksi durum, günümüzün reel bir tezahürünün yansısını ifade eden M.Foucault’un “Herkesin birbirine benzediği yerde, hiç kimse yoktur.” Özlü sözünde bulacaktır gerçekliğini.) Bizim ülkemizde bu her iki yan da ne yazık ki uç boyutlarda yaşanıyor. Bu uç haller haliyle sanatın, edebiyatın ve siyasetin genetiğine işlenen suni bir çatışmaya dönüştürülüyor. Şair toplumsal şiir yazmıyorsa, sanatçı toplumsal konuları işleyen sanat üretimi içinde değilse “toplumsalcı düşünen çevreler” tarafından şair ya da sanatçı, ya da edebiyatçı olarak görülmezler. Oysa bu şekilde değerlendirilip değerlendirilmemeleri onların şair, sanatçı ve edebiyatçı oluşlarını ya da olmayışlarını değiştirmez. Ancak yaptıkları iş ve üretimlerine yakışıp yakışmamalarıyla ele alınabilir.
Bu yüzdendir ki, Sanat, Edebiyat ve poetik akım deryasından sizi kendisine çekenlerin, yazıp çizdikleriniz üzerinde izleri ve etkileri şüphesiz vardır/olacaktır. Önemli olan onların yörüngesine girmemek, onların taklidinden kurtulmaktır. Ancak o zaman gelişip, yeniyi, farklı olanı üretme şansınız olacaktır. Tersi durumlar yörüngesine girilen, aslını yaşatan taklitlerden, dogmatizmden öteye gidemeyecek, o çizgiyi aşamayacaktır. Şayet insanlık bu yörüngelerde kalmış olsaydı, skolastiğin yenilgisi mümkün olmazdı! Skolastik düşüncenin yenilgisi sanatın tüm baskı ve engellemelere karşın gelişmesi, yeşerip büyüdüğü topraklarda, dogmatizmin yenilgisiyle mümkün oldu.
Bu anlamda da tek başına sanatçıyı, şairi, edebiyatçıyı vs. takip eden değil, onların üretimlerini analitik inceleyen biri olmak gerekmekle birlikte, onları, üretimlerini ve ürettikleri karşısındaki duruşları ve yaşam tarzlarını bir bütün ele almak gerekmektedir. Birikimi okumak, değerlendirmek, süzüp almak önemli. Ancak onu üretenlerin duruşu, ürettikleri ve hizmet ettikleri sınıfsal köklerde bir o kadar önemlidir. Bundandır ki, Refik Durbaş’ın şiirlerindeki yücelik, akılcılıktan imgeye uzanan dili, sözcükleri kullanma ustalığı ve yetkinliği, estetiği, biçimi ve anlamı gözeterek toplumcu şiirler yazma ustalığı hep vakur geldi bana…
***
Günümüzde sanata ve edebiyata, şiire yaklaşım, okuma alışkanlığı ve ilgi ne yazık ki her geçen gün azalarak eriyor. Var olan okur kitlesini istatistiki verilerle irdelediğimizde ise, kültürel inşasını küresel dünyanın teknoloji yoğunlaşması öncesi tamamlamış orta yaşı aşkın ve ‘ihtiyar’ kuşak olarak ifade edebileceğimiz “X kuşağı” olduğunu görürüz. “Y kuşağı”nda bu tür eğilimi taşıyanlar olsa da, ‘yeni nesil’ olarak ifade edilen “Z kuşağı”nda yok denecek kadar sanata ilgi azdır. Bunun tek nedeni “iyi edebi çalışmalar yok, iyi şiirler yazılmıyor, sanat ve kültürel aktiviteler zayıf, klişe ve rutinlik kazanmış, hep birbirinin tekrarı, yeni bir şey yok vb. vb.”şeklinde çıkarsamalarla asıl gerçekliğine inilemez. Pekâlâ tersi üretimler de oldukça fazla. Maalesef yeni nesillerin dünyasında sanat, edebiyat, şiir vb. yok! Sanal medya ağlarından paylaşılan dörtlükler, özlü sözler vs. bizi yanıltmasın. Bu yanılgılı durum şüphesiz derinlikli irdelenmesi gereken başka bir yazının konusu. Pek tabi ki, Edebiyat tarihçileri ile Sanat-Edebiyat sosyologlarının irdeleyip, tartışıp tanılarını koymayı gerektirmektedir. Haliyle tüm bunlar bizi, çok daha çağcıl ve teorik meselelerin beklediğini gösterirken, tanımı ve çözümü için de derinlikli tez-anti tez ve sentezini yapmakla baş başa bırakmaktadır.
Bugün sanatın ve edebiyatın (özel olarak da şiirin!), küresel dünyanın teknoloji yoğunluğu altında antolojik bir tehlike içinde bulunduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Ampulün icadının ardından ilk cep telefonunun icadıyla hızını ritmik bir şekilde arttıran teknoloji, yüzyıllık seyrini internetin kullanılması ile son otuz yılda doruk noktasına taşımıştır. Son otuz yıl teknolojideki gelişim, değişim ve dönüşüm, insanlarda da aynı orantıda teknolojideki gelişim, değişim ve dönüşümü sağlamıştır. Tüm bunların sosyal sonuçları hiç şüphe yok ki matbaanın etkisinden daha büyüktür. Bu ivme artarak devam ediyor/edecek. Günümüzde çocuklar bizim doğduğumuz, algıladığımız ve yaşadığımız dünyanın değil, başka bir dünyaya doğuyorlar. Karşılaştıkları, algılayışları, kültürel ve insansal kodları çok farklı. Otuz yıl önce doğan biri ile, bugün doğan biri arasında yalnızca otuz yıl yok! 19. Yüzyılda doğan biri ile 21.yüzyılda doğan biri kadar koca bir zaman aralığı var. Aynı evde yaşadığımız ebeveynlerimizle aramızdaki çatışkının, birbirimizi anlayamayışımızın temel nedenlerinden biri de budur. Bunun bizim çocuklarımızla, onlarında gelecek 30-40 yıl içinde kendi çocuklarıyla hangi evrelere dek boyutlanacağını düşünmek dahi zorluyor insanı.
Yetişemediğimiz bir hızla baş döndürücü bir şekilde gelişen teknoloji dünyasının içine doğan yeni nesiller, küresel teknoloji kültürünü özümseyerek büyüyor ve onun tarafından kodlanıyor. Bu nesillerin siyaset, politika, sanat, edebiyat, estetik ve şiir anlayışı nasıl olacak? Öyle sanıyor ve öngörüyorum ki, edebi yapıtların sinemaya uyarlandığı gibi, şiirsel öğelerin de sinema vb. gibi teknolojinin içinde diğer sanat türleri gibi yaşayacak bir yer bulması/yaratılması gerekecek. Her ne kadar her şiir zamana kalmıyorsa, her şiiri şair zamana kalmak için yazmıyorsa da, şiir yazmayı sürdürmeli şairler. Çünkü şiir düşünen öznenin varoluşsal gerçeğidir…
Kısacası, bu yazıyla Refik Durbaş’a o zor ve ağır kuşatılmış zamanlarda şiiriyle soluk olmasına vefa borcumu ödemek istedim. Fakat bu vesile ile şiirin ve sanatın gidişatına ilişkin kendi sübjektif analiz ve düşüncelerimi de yazmak durumunda kaldım. Kim bilir başka kimlere ve nelere vesile olduğunu bilmeden, duymadan, okumadan yaşama veda etmiş oldu. Ama olsun, iyi ki yazmış sevgili Refik Durbaş… Biliyoruz ki, şiirlerinin yankısı bulduğu her yürekte, her bilinçte, her bedende yaşayacak… Tıpkı bugün Paris'i, Brüksel'i kuşatan sarı yeleklilerin direnişlerini izlerken, bu satırları yazdığım şu anda bu satırlarda yaşıyor olduğun gibi...
Evet dedim ya, bir şair öldü bugün. Öldüğü gibi yalnızdır, tek başınadır, yalnızlığı da ölümü de, sevgiyi de hasreti de taşır şiirlerinde. Bugün bir şair öldü, son şiirini yazamadan, yarım kalanları tamamlayamadan, kim bilir kaç yazılmamış şiir, kaç hüzün onunla birlikte yitti. Bir şair öldü bugün, boynu bükük kaldı kâğıt kalem, tanımlanmamış duygular ve hüzünler kaldı geride… Öldüğünü dahi kimseler hissetmeden, sessizce, soluğunu tutarak, bir şiar öldü bugün; yürümesini öğrettiği kelimeler, hayat verdiği dizeler işte bugün burada son buldu…
***
“Bırak Gitsin Elveda, Sen Başkaldırısın
Nice acılardan süzülmüş gençliğin.
Nice anılardan.
Nice hüzünlerden.
Darbelerden geçirmiş günlerini, dar geçitlerden gecelerini, dehlizlerden sabahını, kör avlularda akşamını.
İkindisi bembeyaz yüzünde bir fotoğrafın, gözleri kelepçeli.
Aşkı illegal.
Umudu bereketli, yoncaların gölgesi vurmuş içtiği suya.
Onuru aydınlık çizgilerinde gün ışığının.
Kuyu diplerine vuran gün ışığının.
Dağ rüzgârlarına vuran gün ışığının.
Denizlere ad olan gün ışığının.
Soyadı emeğin, direncin, bilincin.
Karanfil kokulu özgürlüğün.
Parantez içine alınmış bir ünlem işareti değil senin yaşamın.
Gençliğin, bırak gitsin nereye isterse elveda.
Sen başkaldırısın.
*
Hiçbir çaban olmadı yalnızlığın tuzunu damıtmaya çağlayanlardan.
Sinikliğin, içine kapanıklığın değil.
Çökmüşlüğün değil.
Çürümüşlüğün değil.
Sesin, kır çiçeklerinin sesi serinliği uzun uçurumlardan.
Günlerin renkli resimleriyle kuşatılsa da gazetelerin.
Gecelerin ekranıyla televizyonların.
Uydu ve uyduruk düşlerle şehvetin.
Hiçbir sesin senin sesinden güçlü olmasına izin veremezsin mutlaka.
Gülün kokusunu düşün.
Gülün yaprağını da.
Dikenini de.
Gül yaprağıyla, dikeniyle, kokusuyla; kendisi olmasıyla güzel.
Sen kendinle, kendi gençliğinle güzelsin.
Hangi vedaların rüzgârıyla savrulursa savrulsun elvedalar.
Sen başını kaldırdığınca güzelsin.
Hayata ve ölüme.
Adı ve soyadı olan her şeye…
*
Masal anlatmıyorsun uzağında kalsa da “hatıra”lar.
Gülüşünden fışkıran coşkudur damarlarının labirentini dolaşan.
Kim, neyle ödeyebilir sınır tanımaz taşkınlığını?
Hangi bedelle?
Gençliğini yaşlandıkça içinde büyütüyorsun.
Nice kasırgalardan geçirdiğin günlerini.
Nice uçurumlardan gecelerini.
Niye özleyesin ki…
O kasırgaları da uçurumları da her gün her gece yeniden yeniden yaşamadın mı?
Doğrusu olan bu değil miydi?
Yerin altındaki unutuşun kanlı çiçeği.
Yerin üstünde unutulmuşluğun kanlı çiçeği.
Kendi üzerine açılan gökyüzü.
Sevinci yazan şiir.
Senin şiirin.
Gençliğinin. Bırak gitsin kendi bulduğu acılarda konaklasın elvedası.
Sen kendine ait başkaldırıların acısında…
*
Bırak gitsin elveda, sen başkaldırısın.
Unutma, baş kaldırdıkça var olacaksın…
*
Baş kaldırdığınca seviyorum seni…”
Nice anılardan.
Nice hüzünlerden.
Darbelerden geçirmiş günlerini, dar geçitlerden gecelerini, dehlizlerden sabahını, kör avlularda akşamını.
İkindisi bembeyaz yüzünde bir fotoğrafın, gözleri kelepçeli.
Aşkı illegal.
Umudu bereketli, yoncaların gölgesi vurmuş içtiği suya.
Onuru aydınlık çizgilerinde gün ışığının.
Kuyu diplerine vuran gün ışığının.
Dağ rüzgârlarına vuran gün ışığının.
Denizlere ad olan gün ışığının.
Soyadı emeğin, direncin, bilincin.
Karanfil kokulu özgürlüğün.
Parantez içine alınmış bir ünlem işareti değil senin yaşamın.
Gençliğin, bırak gitsin nereye isterse elveda.
Sen başkaldırısın.
*
Hiçbir çaban olmadı yalnızlığın tuzunu damıtmaya çağlayanlardan.
Sinikliğin, içine kapanıklığın değil.
Çökmüşlüğün değil.
Çürümüşlüğün değil.
Sesin, kır çiçeklerinin sesi serinliği uzun uçurumlardan.
Günlerin renkli resimleriyle kuşatılsa da gazetelerin.
Gecelerin ekranıyla televizyonların.
Uydu ve uyduruk düşlerle şehvetin.
Hiçbir sesin senin sesinden güçlü olmasına izin veremezsin mutlaka.
Gülün kokusunu düşün.
Gülün yaprağını da.
Dikenini de.
Gül yaprağıyla, dikeniyle, kokusuyla; kendisi olmasıyla güzel.
Sen kendinle, kendi gençliğinle güzelsin.
Hangi vedaların rüzgârıyla savrulursa savrulsun elvedalar.
Sen başını kaldırdığınca güzelsin.
Hayata ve ölüme.
Adı ve soyadı olan her şeye…
*
Masal anlatmıyorsun uzağında kalsa da “hatıra”lar.
Gülüşünden fışkıran coşkudur damarlarının labirentini dolaşan.
Kim, neyle ödeyebilir sınır tanımaz taşkınlığını?
Hangi bedelle?
Gençliğini yaşlandıkça içinde büyütüyorsun.
Nice kasırgalardan geçirdiğin günlerini.
Nice uçurumlardan gecelerini.
Niye özleyesin ki…
O kasırgaları da uçurumları da her gün her gece yeniden yeniden yaşamadın mı?
Doğrusu olan bu değil miydi?
Yerin altındaki unutuşun kanlı çiçeği.
Yerin üstünde unutulmuşluğun kanlı çiçeği.
Kendi üzerine açılan gökyüzü.
Sevinci yazan şiir.
Senin şiirin.
Gençliğinin. Bırak gitsin kendi bulduğu acılarda konaklasın elvedası.
Sen kendine ait başkaldırıların acısında…
*
Bırak gitsin elveda, sen başkaldırısın.
Unutma, baş kaldırdıkça var olacaksın…
*
Baş kaldırdığınca seviyorum seni…”