1 Aralık 2019 Pazar

“Önem bakışında olsun, bakılan şeyde değil…”[1]

“Önem bakışında olsun, bakılan şeyde değil…”[1]
(Yobazlığa denk gerici bir bakış açısı ve anlayışı üzerine eleştirel notlar…)

H.Gürer
1 Aralık 2019

Yazımın ana konusu 23 Kasım 2019 tarihinde YDG’nin düzenlediği 29. GKSF’de “şehitler” kutsalına saygısızlık olacağına hükmedilen Oryantal dansın sergilenmiş olmasıdır. Geçmişte uzun bir dönem öznelerinden biri olduğum YDG kolektifine karşı oryantal dans denkleminde “şehitlik”, “devrimci ahlak” ve “kutsallara saygısızlık” parametreleri bağlamında başlatılan ve sürdürülen örgütlü cinnet halinin örgütlenmiş linç girişimine karşı bir tavır koyma sorumluluğu duyuyorum. Bu tutum, haksız ve yanlışlara karşı tavır alıp doğruyu söylemek için ille de siyasi bir oluşumun doğrudan mensubu olması gerekmediği bilincidir. 

Öğrencilere dakikada 20 bin kelime okumayı vaat eden 'Kuantum okuma kursları' ile ve güneş yörüngesinden çıkıp yüzyıllarca yıllık yolculuklarla yeni gezegenler arayan bilimsel gelişmeler karşısında nerede durduğumuza ve nelerle meşgul olduğumuza bakınca niteliğimizin ahvali de ortaya çıkıyor…


***
Sevgili Yetiş Yalnız ile aynı komitede Gençlik Kültür Sanat Festivali’ni 6-7 yıl boyunca örgütleyenlerden biriydim. Hem festivali hem de Yetiş’i tanıyanlar bu festivalin Yetiş’in gelişimindeki yerini, Yetiş’in ise bu festivale kattıklarını çok iyi bilir. Yıllarca örgütlediğimiz GKSF’nde birçok dalda katılımlar sağlanıyordu. Her yıl yeni alanlara dair başvurular, festivalin de yeni katılım dalları ve kontenjanlarını oluşturarak yelpazesini genişletiyordu. Konuk sanatçı ve katılımcılarla 10-12 saati bulan ve Avrupa’da bir ilk olan Türkiyeli göçmen gençliğin Gençlik Kültür Sanat Festivali, birçok çevrenin gençliğinin katılım sağlamasıyla büyüyerek önemli bir ivme kazanmıştı. 

Bu yıllar içinde şimdinin “yoz kültür, devrimci ahlak yoksunları, kutsallara saygısızlık” diyen arkadaşların karşısına biz kimleri-kimleri çıkarmadık ki! Breakdance’dan, Michael Jackson’un Monnwalk dans figürüne, Hip-Hop danstan Rap müziğe kadar pek çok popüler dans ve müzik gösterileri sergileyen gençlere ve gruplara yer verdik.  Sahne almalarını sağladık. GKSF bu geniş yelpazesiyle, genç yetenekleri kucaklayışı ve onların sergiledikleri sanat dallarının tarihsel, toplumsal yönlerini öne çıkararak büyüdü. Bunlar gösterilirken şimdiferyad-ı figanı koparan bu arkadaşlar festivali öven sloganlar atıyorlardı. Emin olun, o zamanlarda dahi Oryantal dans yapan kişi veya gruplar gelseydi hiç tereddütsüz onlara da yer açardık. Zira çıkan tiyatro gruplarında rol gereği Oryantal yapan kadın ve erkek arkadaşlarda sıklıkla oluyordu. O zaman Yetiş Yalnız arkadaşın pankartlarda fotoğrafı yoktu ama Kaypakkaya’nın, Aşkın Günel’in, Kenan Demir’in, Barbara’nın ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz birçok yaşamını yitiren devrimcinin pankartları söz konusuydu. 

Ve bu zatı muhteremlerin bugün ki gibi bir ayrılıkları söz konusu olmasaydı o zaman Oryantal gösterimine sesleri dahi çıkmazdı. Çünkü, o zaman yaşamış oldukları ayrılıkla beraber kendilerini haklı, karşı tarafı haksız göstermek ve kendilerini bir tarafa karşı var etme çabası olmayacaktı. İkincisi; bu argümanlar bu bakış açısı ve anlayış asla bu denli zemin bulmaz, kara propagandaya dönüşmezdi. Ama bugün bir “siyasal örgütün” işini gücünü bırakarak tüm örgütlülüklerini Oryantal performansına tavır almaya organize olması, yapılmakta olan kara propagandanın özgün bir biçimine dönüştü…
***
Saldırıların ana ekseni ve hareket zeminlerinden biri (eleştiri diyemiyorum çünkü hemen her söylem hakaret ve küfürle dolu) “şehitlik” kavramı olduğundan, bu kavramın ele alınış ve ‘kullanılış’ şeklini kısaca irdeleyelim…

Şehitlik/Şehâdet kavramına kısa bir bakış:
Devrimciler materyalist felsefeyle yaşamı ele alır, şeyleri değerlendirir, algılar ve yorumlarlar. Dünya devrimci hareketinin geneline baktığımızda bu bakış açısıyla, ölen veya öldürülen yoldaşlarını “özgürlük mücadelesinde toprağa düşenler” kavramı ile ifade ediyor. İslam etkisi altında kalmış Ortadoğulu devrimcileri ise bunu Şehit/Şehâdet olarak ifade ediyor. Etimolojik olarak Arapçadan gelen ancak birçok Dinde de yer alan ve Din kaynaklı olan “Şehit/ Şehâdet” kavramı, yine onun (Din’in) oluşturduğu manevi kurallar silsilesiyle ‘dokunulmaz’, ‘kutsi’ ve ‘insanüstü’dür ilan ediliyor. Çünkü, Allah katındaki en yüksek mertebe şehitlik/Şehâdet vasfına erişmektir!Türkiye’de ölen ve öldürülen devrimciler yarım asırdır dini törenlerle, din motifli ibadethanelerde toprağa verildi/veriliyor. Mezar taşına “Ruhuna El Fatiha” ibaresi düşülüyor. Bu uygulama “toplumun inançlarına saygı, toplumdan kopmama” olarak ifadelendirilse de, aslında onların mücadele ile geçen yaşamlarına ve düşüncelerine saygısızlık yapılıyor. 

Açıktır ki, İslam kültürü Ortadoğulu devrimciler üzerinde tüm yönleriyle etkilidir. Bunu yalnızca devrimcilerin ölümü ve cenaze törenlerinde değil, kadına bakış açısından tutalım da ahlaki değer yargılarının şekillenişine, “şehit” fotoğraflarının bulunduğu alanlarda alkole dokunulmamasına, eğlenmekten sakınılmasına, kadın erkek ilişkilerini ve aile kavramını ele alışa dek İslam kültüründen beslendiğini görmek mümkün. 

Yarım asırdır, İslam etkisi tinsel ritüelleri, manevi kuralları ve tabularıyla devrimci mücadelenin içinde onun literatürüyle soslanarak sürdürülmüştür. TDH şehit/şehâdet kavramı içeriğinin İslam tarafından yüklenen manevi misyonuna son derece bağlı kalmış, gereklerini tüm ritüelleri ile pratik ve manevi olarak yerine getirmiştir. Peki bu neden yapılmıştır? Bu sorunun yanıtını “Peki bu nasıl sonuçlar doğurmuştur?” sorusuna vereceğimiz yanıtla okur kendisi yanıtlamalıdır.

Birinci yönü; şehit/şehâdet kavramıyla ölen kişiler kutsallaştırılarak onun tabulaştırılıp-tinselleştirilmesidir. Bu ele alış, kitlelerin örgütlü gücünün değil, mücadelede öne çıkan kişileri kahramanlaştırarak fetişleştirilmesini yaratmıştır. Bu da yenilgilerin neden ve niçinlerini sorgulayıp sebepleri üzerinde duramamayı, dersler çıkarıp, yeni yenilgilerin önünü alamamayı getirmiştir. 
İkinci yönü; İdeolojisine, siyasetine, politik hattına değil, kitlelerin en geri kesimlerinin bilinç ve duygularına hitap eden, o en geri yanlarla bağlar kurup örtüşecek ilişkiler kurmuş, bunları savunup mağduriyetler yaratmıştır. 

İkisi de birbirine bağlı, birbirinden yanlış bu faktörler, TDH’nin bilimsel sorgulayıcılığını kısırlaştırmış, tarih bilincinin temellerini oluşturmuş, kitleleri örgütlemede, siyaset yapmada ki yol-yöntemini belirlemiştir. Şehit/şehâdet kavramı ile savunma refleksi oluşturulmuş, yenilgilere ve kavgada yaşamını yitirenlere kahramanlık ve insanüstü sıfatlar atfedilerek, “şehidi” ve tabi ki kendini de eleştiriden muaf tutmuştur. “Devrim şehidi” kavramı, yapılması gereken bütün serin kanlı ve bilimsel tartışmaların önüne dikilmiştir. Kökleri tarihsel ve toplumsal açıdan derinlerde olan ‘şehit’ kavramı TDH’nin siyaset yapma araçlarından birine dönüştürüldüğü gibi bilimsel sorgulayışında, yeniyi keşfetmenin ve gelişiminde önüne dikilmiştir. İdeaların bilgisine ulaşmak yerine tabuların köklerine sarılmayı, çoğulculuğu içermeyen, marjinal, totem topluluklar oluşturmayı bu şekilde yaşam sürmeyi tercih etmiştir. 

YDG’nin 29.GKSF’ne dönük saldırılar, sol/sosyalist ahlaki değer yargıları yerine ikame edilen işte tam da bu İslamist algının kavramlara yüklediği algıdan besleniyor. Oysa kavgada yaşamını yitirenlerin de canlı-kanlı olduğunu, bizim gibi insan olduklarını, doğallığıyla bir çok zaaf ve eksiklerinin olduğunu, yaşam içinde birlikte bir çok şeyi paylaştığımızı, ister mücadele de isterse yaşamın doğal seyri içinde ölümün kaçınılmaz olduğunu, bu kaçınılmazlığa karşın yaşamın ve mücadelenin de sürdüğünü, bize düşen görevin onları putlaştırmak, fetişleştirmek değil, onlardan öğrenerek mücadeleyi daha da bir ustalıkla sürdürmek olması gerektiği bilinciyle ele alınması gerekir. Şüphesiz onların kavgada yaşamlarını yitirmelerine kattığımız anlam ve “yücelik” farklıdır. Bunu Mao Zedung “Bazı ölümler vardırtüy kadar hafif! Bazı ölümler vardırTay dağı kadar yüce!” dizeleriyle formüle etmiştir.  Ancak bu onlara “kutsallık”, “dokunulmazlık”, “insanüstülük” misyonu yükleyip tabulaştırmak demek değildir. TDH bu vb. birçok noktada etkisi altında kaldığı İslamist düşünceden Epistemolojik kopuşunu sağlamadığı sürece, bilimsel düşünüş ve üretim eylemine de geçemeyecektir!

***

Devrimci Ahlak, Proleter Kültür üzerine kısa not…
Öncelikle belirmeliyiz ki, Kültür ve Ahlak sınıfsaldır ve birer ‘üst yapı’ kurumlarıdır. Toplumsal yapının ya da o toplumsal yapıya hâkim olan egemen sınıfın ihtiyaçlarına göre yeniden üretilir ve yaratılabilir. Bugün “ahlaklı” bir tavır, yıllar sonra “ahlaksız” olarak ifadesini bulabilir. Bu, her ideolojik politik, kültürel ve ahlaki şekillenişle yargıları ve prensipleri oluşturulmuş toplumlara göre değişir. Olumlanan ve olumsuzlanan şeyler, hangi sınıfın ideolojisi, kültürü ve ahlaki değer yargıları üzerinden bakıldığıyla ifadesini bulur. Burada kimin kültürü, kimin ahlakı ve bunları şekillendiren hangi sınıfın ideolojisi durumu ortaya çıkmaktadır. Her sınıf kendi ideolojik, kültürel ve ahlaki normları çerçevesinde olguları ele alır ve değerlendirerek bir yargıya ulaşır. 

Yaşadığımız çağa hükmeden kültür ve ahlak yapısı, toplumsal değer yargılarımızın şekillenişini sağlayan ve üst yapı konumunda olan egemen ideolojinin ve dinin kendisidir. “Ahlak-ahlak” diye bağıranların beslendiği ideolojik derenin kaynağı Dindir. Doğanın muazzam ‘yıkıcılığı’ ve ‘yapıcı’lığı karşısındaki acizliği ve çözümsüzlüğüyle insan, dini, önce korkarak, sonra saygıya doğru, oradan da inanca dönüşerek yaratmıştır. 

Marx, "Hegelci Hukuk Felsefesinin Bir Eleştirisi”nde Din’e ve ortaya çıkışına ilişkin iki önemli saptama yapar. Birincisi. “Din eleştirisinin temeli şudur: İnsan dini yaratır, din insanı yaratmaz"
İkincisi ise: “Din bu dünyanın genel bir teorisidir, onun ansiklopedik özetidir, onun halka uygun mantığı, tinsel onur sorunu, coşkusu, moral yaptırımı, kutsal tutulan düşünülüşü, genel avunç ve haklı çıkma kaynağıdır." der. Din, nasıl dünyanın algılanışının (ya da çarpık algılanışının) genel teorisi ise; ahlak da insanın inandığı, onlara biçtiği ve yüklediği değerlerle yeniden kendisini şekillendirdiği, kendi davranışlarına çizdiği sınır ve bu sınırdan aldığı doyum ve avunç kaynağıdır. Yani insanın korkarak inandığı, sonra tanrısallaştırarak kendi anlayışına ve çıkarlarına dönük şekillendirdiği ve çerçevesini çizdiği saygınlığının teorisidir. Dini yaratan insan ahlakı da onun gölgesinde ondan beslenerek yarattı. Ahlakın doğuşunun ve şekillenişinin din ile arasında tarihsel ve kopmaz bir bağ olmasına karşın doğrudan insanın maddi yaşam ilişkileri tarafından şekillendiğinin de altını çizmeliyiz. Ahlak insana tanrıdan ya da doğadan dayatılmış metafizik bir kurallar yığını olarak gelmedi! Muhteremlerin YDG’nin GKSF’nde oryantal dansın yapılmasını “ahlaksızlık” olarak değerlendiren “ahlak” değer yargıları ile, “şehit” değer yargılarının temeli aynı kaynaktan (İslami temelden) gıdasını aldığı gerçeği ortaya çıkıyor. Bu şekliyle bilimin ahlak normları çöpe atılıp, bilimsel akıl ise hadım ediliyor.

Birkaç kıyaslama ile anlayış Özselliği:
Burjuvazinin cins ayrımcılığı ve kadını meta öğesi olarak sunan ideolojik savaş̧ enkazını devralan muhteremler linç girişimini daha fazla tırmandırmayı hedefliyorlar. Ne kadar linç o kadar kendilerine yaşam alanı… Sanırız “dansöz oynatanları” varlıklarının ve değerlerinin tehdidi algısı ve psikolojisi içindeler!

Bu muhteremlerin ve burjuva medyanın konuya yaklaşımda ki anlayış birlikteliğini ve aynılıklarını birkaç basit haberle kıyaslamak yararlı olacaktır. Mesela, “Dansöze takılan para ağır tahrik sayıldı”[2] deyilerek eşini bıçaklayan kişiye “suçu ağır tahrik altında işlediği gerekçesiyle 3 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırılmış”tır. 

Ayasofya Müzesi'nde bale figürü 'spagat'ı yapan bir kadının sosyal medyaya yansıyan fotoğrafıyla ilgili inceleme başlatılmıştır.[3]

Mezuniyet törenlerinin “İslam’a aykırı” ve “rezalet” olarak değerlendiren Balıkesir Sivil Toplum Platformu’nun “açık saçık dansöz çağrılıyor” diyerek “İslam’a aykırı” ve “rezalet” diye açıklama yaparak “Bunun önüne geçmezsek hayal ettiğimiz ‘Asım’ın Nesli’ her geçen gün umut olmaktan çıkıp hasret haline dönüşür”[4]diyerek Müslüman bir toplum yaratamayacaklarının feryad-ı figanını koparmışlardı. 

Daha birçok burjuva basında “Rezalet! küçücük çocuklara neler yaptırdılar” şeklindeki oryantal yarışması haberlerine dair tonlarca haber var. Muhterem devrimci arkadaşların tutumlarının bu tutumlarla farkı var mı?Tabi ki yok. Buna karşın bunların oryantale feryad-ı figanını anlayabiliriz, çünkü adamlar dinsel inançlarına göre ‘Asım’ın Nesli’ni yaratmak istiyorlar. Onların ahlakını bozan, gençliğini yoldan çıkarıp ahlaksızlaştıran Oryantal dans, muhterem beyleri de aynı vahamete sürükleyecek riski taşıyor olmalı ki, çok daha sert refleksler göstermelerine neden oldu.

Linç tutumunun görünen ve görünmeyen en temel unsurunu “kutsiyet”lerine saldırı ve saygısızlık olarak gördükleri esas şey “şehitlerin fotoğrafları önünde” “kıvırarak dans etmek”ten çok, orada asıl saygısızlığı oluşturan şey, “lanetli” olan yarı örtük kadın bedenidir! Onları yobazlarla aynı derekeye düşüren esas şey de budur! Isadora Duncan der ki; “Çıplaklık gerçek olan, gerçek ise güzelliktir. Bu güzellik de sanattır. Bu yüzden çıplaklık bayağılık değildir. Çıplak beden bu insanları tiksindirirken, tüm hatları ortaya çıkaran giysiyle sarılmış beden onları kendinden geçiriyor, işte bu ikiyüzlülük, gerçeğin önündeki korkudur.” Muhteremlerin “Ahlak-ahlak” deyip bir türlü altını doldurup açıklayamadıkları şey kadının çıplaklığıdır! Böyle dediğimiz için “aynı şekilde bir çıplaklık içinde erkek de olsa onu da kabul etmeyiz kesinlikle” deyip “ahlak”ları kaldıramayabilir… Ne diyelim çıplaklığın yalın laneti böyle gerici yobaz anlayışların üzerine olsun… 

Bu zihniyetlerin egemen olduğu bir toplumsal düzen düşünsenize! Muhtemelen şöyle diyeceklerdi: İrademizdir, bu gösteriye katılanlar ve ona izin verenler tez zamanda derdest edilip, sürgün edile, hapisle cezalandırıla! Tekrarlayanların kelleleri vurula!.. 

Oryantal dans’a dair:
“Eğer dans edemiyorsam, 
Bu benim devrimim değildir.”
Emma Goldman
Muhteremler tarafından Oryantal dansa dair çok fazla keyfiyetçi ve bilimsel olmayan şey yazılmışHepsine tek tek yanıt vermek mümkün değil. Ancak bolca paylaştıkları ve toplamının ortak fikrine dönüşmüş olan; “amacı tek bir erkeği eğlendirmek iken, daha sonra toplu halde olan erkekleri eğlendirmek için oynanan, ‘erkek eğlendirme’ temelli teşhirci, tacizci bir oyuna dönüşmüştür.”[5] ifadesi, Oryantal dansın tarihsel kökleriyle alakasızdır ve manipülatif bir yaklaşımdır. (Bu iddia sahibi “sanattan anlayan, entelektüel birikim ve kapasitesi yüksek” muhteremin Oryantal dansın tarihsel kökleriyle alakası olmayan bu manipülatif ifadesi, geçmişten buyana manipülasyonu yaşamın her alanında yegâne bir yöntem haline getirmiş kişi olmasından dolayı çıkış ve söylemlerine şaşmamak gerek. Oryantal dansın tarihsel kökleriyle alakası olmayan bu söylemleri, grupçu anlayışla savunu içinde olanlara da diyecek bir şey bulamıyorum. Hem bu muhteremin Paris’ten İstanbul’a dönüşünün hikayesi de ayrıca bilinen başka bir konudur! Görünen o ki bugünde aynı zaaflı yaşamını sürdürmeye devam ediyor. Öğrenmek için hiçbir zaman açıp inceleme zahmetinde bulunmayan zihin tembeli bu muhterem, görünüşte sol radikal ama özünde lümpen ve apolitik tutumlarını sürdürüyor ve ne acı ki, sıpa-eşek metaforunu kendi özgüllüğünde somutluyor.)

Oysa Oryantal dansın dünyanın bilinen en eski danslarının başında geldiği, İslâm öncesi inançları içerdiği araştırıldığında görülecektir. Oryantal dans İslâm yayılmacılığıyla birlikte cinselleştirilerek, Doğu kültürünü cinselliğe indirgeyip sulandırılarak, erkeğin tensel zevkleriyle tasvir edilmiştir. İslâm’ın namus anlayışı, kadına bakışı ve ahlak anlayışı, Oryantal dansçılara işte böyle bakılmasını da şekillendirmiştir.  Giysileri ve estetik dans hareketleri yüzünden striptiz dansçısı, erotik dansçılar olarak algılanmıştır. İslâm toplumlarında Oryantal dans kariyeri yapanlara “amacı erkeği eğlendirmek için oynayan kadın” olarak bakılır. Bay muhteremlerde bu şekilde bakmakta ve ele almaktadırlar. Bu bir tesadüf değil, Özsel bir anlayış birliğidir. Ancak ‘batılı’ ülkelerde ise olması gerektiği gibi ‘Oryantal dansçı’ olarak bakılır. Bu durum profesyonel Oryantal dans kariyeri yapmak isteyen kadınların oryantal ülkelerde değil de batılı ülkelerde çok daha fazla rastlanılır. Rönesans’ını gerçekleştirememiş İslâm’ın gölgesi altında değil Oryantal dans, Tango da olsaydı, Salsa da olsaydı aynı akıbeti kaçınılmaz yaşardı!

Muhteremlerin Oryantal dansa da Ahlak ölçülerine de Kadının dans ederken, oynarken raksına da dönük eleştirileri İslamist ahlak ölçülerinden ve anlayıştan, gizil İslâmist etkinin reflekslerinden akıp geldiğinin kendileri dahi farkında olmadıkları bir gerçektir. Oryantal dansın Ortadoğu ve ‘Türk kültürü’ içinde hiçbir zaman doğal olarak yer almadığını, hep eğreti durduğunu, dışarıdan, “ayıp, günah, utanılacak bir şey” ve gizlice yapılan bir iş olarak kaldığı gerçeğine karşın, Oryantal dansçıları haremlere kapatan padişahlar, gazinolarda ve pavyonlarda sergiletenler de yine aynı kültürün Erkekleri olması ne garip bir çelişki? Yani hem ahlaki olarak ayıpla, günahkâr ilan edip utanılacak bir şey olarak göster bu dansı yapan Kadın ve Erkekleri. Hem de bu dansı yapanların raksıyla cinsel fantaziler yaşa! 

Buraya kadar o toprakları etkisi altına alan İslâmist etkinin bir sonucuyken, Din savaşlarını ve Batının gelişip Doğuyu sömürgeleştirme gerçekliğinde ki payına da değinmezsek tek yanlı oluruz. Batının Doğuya yaklaşımının temeli, sömürgeleştirmekken, Orta Çağ Hıristiyan polemikçilerinin İslâm’a olan yaklaşımı ise Hristiyan dininin doğruluğu ve üstünlüğünün ispatını sağlamaktır. İslâm’ın inananlarına sonsuz cinsel özgürlük tanıyan şehvani bir din, peygamberinin ise haz düşkünlüğünü ve ahlaksızlığı yücelttiğinden bunun bir “uydurma din” olduğunu söylemelerine dayandırılmaktadır.[6] 

Oryantal dans gerek İslâm’ın gölgesinde kalmasında, onun ahlak ve Kadına bakışındaki etmenlerden, gerekse Batının Doğuyu sömürgeleştirme mücadelesinde Orta Çağ Hıristiyanlığının bu dans üzerinden metaforlardan üretilen fantezilerle emperyalizmin sömürge gücü için kullanılmıştır. YDG’nin GKSF’ndeki Oryantal gösterisine saldırıp linç kampanyasında bulunan muhterem beyler, işte bu metaforlarla salt porno endüstrisine ilham vermeye çaba sarf etmekteler. Oysa tarihsel, toplumsal ve kültürel yönleri araştırılıp, bir Tango, bir Salsa, bir Flamenko vd. danslar gibi figürlerinin felsefesi çözümlenerek dünya kültürüne kazandırılması gerekirken, toprağın derinliklerinde boğulmaya çalışan sanat, kültür ve tarihlerin ortaya çıkarılmasında birere bilim insanı, birer arkeolog ciddiyetiyle olaya yaklaşıp ele almak gerekirken, aldıkları İslâmist dinsel anlayışı, sonra ataerkil kültürün ve yaşamın etkisi ve bilinçsizliğiyle davranmış/davranmaya da devem etmektedirler. 

Oryantal dans hep hafife alındı, yasaklandı, dışlandı. Yıllarca ülkenin tek ulusal kanalında “yasaklı” olduğu için gösterimi dahi yapılmadı. Sakıncalı, kışkırtıcı, tehlikeli bulundu. Roman ritimleri sokakta bu yasakları dinlemeden raksını yapıyordu ama. Bu dansın Hint kökenli figürlerle de benzeştiğini, Romen ritimleriyle de örtüştüğünü, Michael Jackson’un aynı şekilde gerdan kırdığını söyleyen dans uzmanlarının yorumları var. Müziğin evrensel dili figürlerin evrenselliğiyle örtüşebiliyor. 

Bugün yapılması gereken ise, Oryantal dansın metaforları, figürleri ve felsefi çözümlemesi yapılarak, dünya kültürüne kazandırılmasıdır. Yoksa metaforlar, salt porno endüstrisine ilham vermeye, Doğu ilkelliğinin kanıtı olmaya devam etmeye, tarihsel, kültürel ve sanatsal değerlerin yok olmasına gidecektir. Düşünün ki, Oryantal dansın tarihsel-kültürel-sanatsal ve felsefi yönlerini yok sayan ve kendisini Ortadoğu toplumlarının en ileri dinamikleri olduğunu iddia edenler; onu İslâmdan, onu Orta Çağ Hıristiyanlığından, onu gırtlağına kadar batmış ataerkil anlayıştan daha geri bir noktada durarak sorguluyor, yargılıyor, küfrediyor! 

Sanal medya üzerinden yapılan ‘paylaşım ve yorumlar’ cinnet halinin örgütlenmiş şeklidir!
Diyelim ki, ‘velev’ ki ortaya koyulan argümanlar konuya dair ifade edilen şekilde ‘doğru’ ve ‘gerçeklik’ payı olsun. Peki ama neden bu saldırgan, lümpen, tehditkâr ve küfürlü tarz?! Devrimci-ilerici olduğunu iddia edenlerin yöntemi bu mudur? Değilse bu yöntem kime aittir? Bu yöntem hiç şüphesiz her şeydir ama devrimci değildir! Kadına, sanata ve dansa karşı feodal gerici anlayışın kendisini süslü “devrimci sözcüklerle” ifade etmesidir. Bu sözcüklerle hedeflenen şey, devrimci cenahın tüm yetmezliklerine karşın ilerici bakış açısını, devrimci literatürü kullanarak bulanıklaştırmak, geriye düşürmek, hedeflenen cenah üzerinden manipülasyon yaratmaktır. 

Manipülasyonun birinci yönü; yolları ayrılmış kesime karşı kitleler tarafından genel bir tutum aldırmak. Kendi durduğu yeri ‘haklı’ ve ‘meşru’ göstermek! 

İkinci yönü; sanal medya üzerinden insanlara “devrimci ahlak” olarak dikte etmeye uğraştıkları feodal, ataerkil, cinsiyetçi ve din motifli ahlaki şekillenişi ve “devrimci siyaset ve politika” olarak sundukları ise siyasi manipülasyondan ibarettir. Bu beylerin manipüle ettiği insanlara gerçeği anlatma çabası ise ödenecek talihsiz bir bedeldir. 

Yukarıda belirttiğim gibi 10-12 saat bazen daha da uzun süren YDG-GKSF’lerinin yalnızca 3-5 dakikalık Oryantal dans kısmı alınarak festivalin değerlendirilmesi, 29 yıldır düzenlenen ve yaratılan koca bir mevziyi bununla; “ahlaksız”, “pezevenk”, “pornocu”, “yoz kültür”, “değerlere saygısızlık”, “kutsalları kirleten” ve daha tonlarca şeyle itham etmek doğru bir yaklaşım değildir. Dil bilinçtir! Bilincini de niteliğini de yansısıdır. Bu kadar toptancı ve bu kadar cinnet geçirmişçesine, şuursuzca saldırmak bırakalım devrimciliği insani dahi değil. 

Kardinal Richelieu “Dünyanın en namuslu adamının yazdığı altı satırlık bir yazıyı bana getirin. Onun içinden, bu adamı asacak bir şeyler mutlaka bulurum.” diyor. Sizin bakış açınız tam da Kardinal Richelieu’nun dikkat çektiği anlayışın aynısı. Grupçu, hesap soran, düşmanca bakış açısıyla Oryantal dans üzerinden tüm kurum ve kişilere şuursuzca saldırıyorsunuz. Sizin elinize YDG 10-12 saatlik koca bir program veriyor. Alın onu irdeleyip inceleyin, oradan devrimcilere yakışır bir üslup, tarz ve yöntem ile değerlendirin. Eminim siyasal, politik ve örgütsel olarak hesaplaşacak o kadar çok şeyiniz olacaktır ki, alın politik olarak mahkûm edin.  Ancak, işi “dansöz oynattılar”a indirgeyerek, apolitikçe bir zemine çekerek, ‘toplumun hassas değer yargıları’nı kullanıp bunlara yaslanarak lümpence söylemlerle kan davası sürdürmek, toplumun tabusal yanlarını beslemek, tabusal değer yargıları üzerinden var olmaya çalışmak günü kurtarabilir belki ama geleceği asla! Zor olanı toplumun tabularını yıkarak bilinç ışıması sağlamaktır. Fakat, dünyayı ideolojik kuramlarla değil de penis-vajina ekseninde algılayıp yorumlayanlar, siyaseti de çok doğal olarak sütyen-bikini sentezinden oluşmuş ahlak değerleri üzerinden yaparlar. Ondandır ki, yazılacak yazıların tümü bu muhteremlere dair değil, toplumsal bilinç aydınlanmasına dönük yazılmalıdır. Aksisi, tüm çabalarınız ve enerjiniz o muhteremlerin suni gündemleriyle eritilir. Hem bu cenahın enerjisi ve aklı yarım asırdır hep böyle eritilmedi mi?

Şahsen olaya bu çerçevede yaklaşmalarına kesinlikle şaşırmıyorum. Çünkü herkes nasıl yaşıyorsa öyle düşünüyor. Nasıl yaşam sürüyorsa, o yaşamda ilişkileri nasıl ele alıyorlarsa, kadına-erkeğe-çocuğa-yoldaşa-dosta-doğaya-canlılara ve insana kafasında ve yaşamında nasıl yer veriyorsa, genel olarak şeylere bakışlarında ki değer ve ölçütleri hangi kriterlerse işte bu düşünüş tarzı da onun yansımasıdır… İnsan nasıl bir dünya istiyorsa, önce kendi özel yaşamsal alanında onu kurarak ve yaşayarak başladığını biliriz. İstediğiniz kadar dikkat edin, penisinin ucuyla dünyaya bakanlar baktığı her şeyde cinsellik içerikli bir yan bulur! Zira cinsellik de yaşama aittir ya, bunu da başka bir yazımızla ele alalım… 

Konuya dair sanal medya hesabı üzerinden bu cinsiyetçi yaklaşımlarını dayatanlar, yazıp çizenlerin çoğunluğunun tipolojilerini bilenler, bu kimselerin kadın arkadaşlarına karşı çeşitli türden belgeli şiddetlerinin olduğunu da bilecektir! Özel yaşamında karşı cinse şiddet uygulayan, karşı cinsi ve onun vücudunu erotik bir obje ve seks aracı olarak gören, öfkelendiğinde ağzından çıkan her cümlenin eril hakaret ve küfürden ibaret olan bu kişilerin, dans eden bir insanı, dans ettiği etkinliği, o etkinliği organize eden kişi ve kurumları, o kurumların varoluşunu sağlayan bedelleri, sözde “koruma” ve “savunucusu” olma adı altında ki tutumlarının arka plandaki motivasyonları da gayet anlaşılır olacaktır. 

Sonuç olarak; yapılan yorumlar ve yazılanların hepsi, feodal cinsiyetçi ve dini etkinin “ahlak” ölçüleriyle yazılıp karşı çıkılan argümanlardan ibarettir. Dayatılan “ahlak” toplumsal körleşmede katarakt rolü oynayacak türdendir. YDG, “yeni” ve “genç” yönüyle bu tür olgular üzerinden polemik düzeyinde kendi kitlesini de eğitirken, bilim, sanat ve kültürel alanında yeni bir kıt’a açma hedefi içinde olmalıdır. 



[1] Andre Gide.  "Önem bakışında olsun, bakılan şeyde değil." Derken bu ifade ile bakılan şeyi olumsuzlama mantığıyla söylememiştir. Şüphesiz ki algılamada bakılan şeyin de bir özne rolü vardır. Bu yönüyle bakılan şeyi ‘kusurlu’ derekesine düşürmüş gibi gözükse de, burada bakılan şey ‘gizli özne’ bakış açısının ana özne rolünden bahsetmektedir!
[2] https://odatv.com/dansoze-takilan-para-agir-tahrik-sayildi-26061912.html
[3] https://www.arti49.com/ayasofya-muzesindeki-spagat-ile-ilgili-inceleme-baslatildi-1404354h.htm
[4] https://t24.com.tr/haber/balikesir-sivil-toplum-platformu-acik-sacik-dansoz-cagriliyor-dedi-mezuniyet-torenlerinin-islam-a-aykiri-ve-rezalet-olarak-duyurulmasini-istedi,823691
[5] Bu iddia sahibi “sanattan anlayan, entelektüel birikim ve kapasitesi yüksek” muhteremin Oryantal dansın tarihsel kökleriyle alakası olmayan bu manipülatif ifadesi, geçmişten buyana manipülasyonu yaşamın her alanında yegâne bir yöntem haline getirmiş kişi olmasından dolayı çıkış ve söylemlerine şaşmamak gerek. Oryantal dansın tarihsel kökleriyle alakası olmayan bu söylemleri, grupçu anlayışla savunu içinde olanlara da diyecek bir şey bulamıyorum. Hem bu muhteremin Paris’ten İstanbul’a dönüşünün hikayesi de ayrıca bilinen başka bir konudur! Görünen o ki bugünde aynı zaaflı yaşamını sürdürmeye devam ediyor. Öğrenmek için hiçbir zaman açıp inceleme zahmetinde bulunmayan zihin tembeli bu muhterem, görünüşte sol radikal ama özünde lümpen ve apolitik tutumlarını sürdürüyor ve ne acı ki, sıpa-eşek metaforunu kendi özgüllüğünde somutluyor. 

[6] Kaynak: “Osmanlı İmparatorluğu’nun cinselleştirilmesi: Yücelikten gülünçlüğe”; K24 sitesi, İrvin Cemil Schink’in 5 Mayıs 2016 denemesi.