H.GÜRER
Dünyayı temellerinden sarsan Sovyet Devrimi'nin
lideri Lenin, çıkaracakları gazetenin yazı kurulu toplantısında, yoldaşlarının "Ne yazacağız?" sorusuna şöyle
yanıt verir: “Sadece gerçekleri
yazacağız, çünkü gerçekler devrimcidir.”!.. Alman sosyalis Lassale ise “Devrimcilik, gerçeği söylemektir!” ifadesinde
bulunur. Gramsci ise, “Gerçeğin kendisi
devrimcidir!” der. Dilbilimci Noam Chomsky ise “Gerçek sonuçta güçlü bir
silahtır” şeklinde yorumlar. Sevgili Mehmet Demirdağ ise, “Gerçekler devrimcidir, bizim için kötü olan gerçekler değil,
gerçekleri keşfedememektir.” Diyerek gerçeğin önemine vurgu yapar. Gerçek
devrimcidir! O halde ondan korkmamalıyız! Ve düşüncelerimizde gerçeği temsil
edemezsek, gerçek kendisini dayatacaktır. Çünkü gerçek olmayan, ona ters düşen,
aldatıcı ve yalan olanlar, halklara zarar verir! O halde bedeli ne olursa
olsun, gerçekleri savunmaya ve yazmaya devam edelim!..
* * *
11 Eylül “saldırıları” sonrasından günümüze dek gelen süreç,
“El Kaide” ve “İslamcı teröristler” tehdidi, ABD’nin ve NATO’nun dünya çapında
halklara karşı yapacağı kontra operasyonların “kabul edilir gerekçesi”
olarak sunulmak istenmektedir! Pazarların paylaşımı için lokal savaşlar çıkararak,
bölgesel operasyonlar yapanlar, bu operasyonları “insani görev” olarak dördüncü güç olan medya aracılığı ile kitlelere empoze
edip “meşrulaştırmaktadırlar!”
Ortadoğu’yu, El Kaide’yi, İŞİD’i, ve Kobane’yi anlatmak için
biraz daha tarih tornacılığı yapmalıyız! Neden? Çünkü, Ortadoğu, El Kaide-İŞİD
ve buna bağlı veya “bağlı olmayan” oluşumlar, ancak onları var eden
konjonktürel evreler irdelendiğinde anlaşılabilir! Ortadoğuya yönelik yapılan
emperyalist operasyonların evreleri incelendiğinde, İslamist radikal grupların
hem birer sonuç, hemde birer araç olduklarını görmemiz daha basit olacaktır!
* * *
Dünya, Ortadoğu, iktidar nasyonu ve
hegemonya
73 milyon insanın yaşamını yitirmesi ile sonuçlanan ve 1939-45
yıllarını kapsayan II.Emperyalist paylaşım savaşı, Emperyalist ülkelerin
Sovyetler’i zayıflatıp yok etmek için, Nazi faşizmini besleyip büyütmeleri ve
saldırtmaları ile başlamıştı.
Sovyetler ve Nazi faşizmi, devasa iki karşıt güç, savaşta
birbirlerini zayıflatacak/yıpratacaktır. Kimi emperyalist ülkeler her ne kadar
“müttefik” olarak Sovyetlerin yanında saf tutsa da, Nazilere karşı güçlerini
saklayarak, Sovyetlerin yenilgisini hesaplıyorlardı. Bu savaşta
emperyalistlerin asıl tehlikesi Sovyetlerdi. Nede olsa tarih boyu Faşizm
Emperyalizmin sadık uşağıydı!
Beklenin aksine, Sovyetler, Nazi faşizminin ilerleyişini Moskova’da
durdurarak mihver kuvvetlerini çözdü ve ağır kayıplarına karşın yendi. Ve
savunmadan saldırı stratejisine geçerek Berlin’i ele geçirmek, Nazi faşizmine
ölümcül darbeyi vurabilmek için “resmi” rakamlara göre 81.116[1]
bin kızıl ordu askerini kaybetti, 280.251 bin ise yaralı verdi!
Sovyetlerin düşmesini bekleyenler, Rooswelt ve Churcil,
Yalta, Postdam ve Tarhan’da Sovyetlerin ayağına kadar gittiler.
Sovyetlerin faşizm karşısında ki zaferinin ardından, Güney
Avrupa’nın bir çok ülkesinde halk egemenliği kurulmuş devrimci bir yükseliş
yaşanmıştı. Doğu Avrupa Sovyetlere dahil olmuş, Batı Avrupa’da ise Komünist
Partileri iktidarlara aday olmuşlardı. “Üçüncü dünya ülkeleri”nde ise gelişen
bağımsızlık ve özgürlük hareketleri yivme kazanmıştı.
Bu gelişmeler ABD ve diğer emperyal güçleri tedirgin etmiş,
“Komünist cephe”ye karşı soğuk savaşı kazanmak, iki kutuplu dünya
düzenini ortadan kaldırmak, “tek bir aktör tarafından dünyayı yöneten tek
güç olmak” için, uluslararası etkiye sahip “Komünist cephe” dışında kalan diğer
dünya ülkelerinin de güçlerini bir arada toplayacak bir organizasyona ihtiyaç
vardı! Bu organizasyon ABD başkanı Herry Truman tarafından başlatılacak ve
“Truman doktrini” olarak anılacak, ardından “Marshall Palanı” ile devam edecek ve
çok geçmeden ise, 4 Nisan 1949 yılında kurulacak olan askeri vurucu bir güç
olan NATO paktı ile vücut bulacaktı!
Soğuk savaş her geçen gün dünya’ya yayılarak tırmanmaktadır.
Ortadoğu, Asya ve Afrika'da ki gelişen Sovyet hayranlığının önüne geçmek için
stratejik öneme sahip ülkeleri ekonomik ve askeri yönden güçlendirmek, onları “komünizm
tehlikesine” karşı örgütleyip yönetmek gereklidir!..
NATO, kuruluşunun hemen ardından bu
işlevi gördü. Ve Sovyetlere karşı dünyayı saran bir sistem kurmaya başladı.
Önce bilgi akışını bozmak ve kitleleri manüpüle etmek ile işe başladı. “Özgür
Avrupa Radyosu” (Radio Free Europe-RFE) kurularak Federal Almanya'ya
yerleştirildi ve Sovyetlerde kullanılan tüm dillerde Sovyet karşıtı
anti-propagandalar ile yayına başlandı. (Bu
radyo’da CİA adına görevde bulunanlardan biride, iki defa farklı kritik
tarihlerde ‘CIA Türkiye istasyon şefi’
olan ve Türkiye’nin yakın gelecekte 12 Eylül darbesi ile kendisine çok aşina
olacağı Paul Bernard Henze’de
bulunuyordu!)
Ardından NATO’ya üye olan ülkelerde
“Komünist cephe”ye karşı soğuk savaşı yürütmek için okullar, eğitim kampları,
enstitüler, özel harp daireleri ve gizli örgütler/gladiolar kuruldu. Bunlar
aracılığıyla “demokrasi, insan hakları” adı altında sınırları ve yönetimleri
değiştirecek askeri darbeler organize edildi! Türkiye’de bunun dışında kalmadı.
1951 yılında NATO'ya üye olan Türkiye, böylece 10 yılda bir askeri darbe
geleneğine sahip olacak, uygulayacağı özel kontra operasyonlarla onbinlerce
insan katledilecek, onbinlercesi ise kaybedilecektir!
“Kızıl
tehlikeye karşı yeşil panzehir” yada
“Kızıl
kuşağa karşı yeşil yuşak projesi”!..
İslam, Ortadoğu’da dinsiz komünizme
karşı engelleyici ve önemli bir kalkan olacak, “Komünizmi Çevreleme Projesi”nin
ana gövdesini oluşturacaktı. ABD'nin, Sovyetler Birliği'ni “Yeşil Hilal” ile
kuşatma, yani Afganistan'dan başlayarak, Orta Asya'daki Türk ve Fars kökenli
müslümanların dini inançlarını güçlendirerek Sovyetler Birliği'nin etkisini
zayıflatma tasarısı uygulandı.
Bunun için de İslam/din kimliği ve olguları, bölge halklarında
daha canlı işlendi. Moritanya’dan Endonezya’ya kadar uzanan ve 50’yi aşkın
ülkeyi kapsayan ‘İslam coğrafyası’nda milyonlarca dolar harcayarak onbinlerce
Kuran-ı Kerim ve İslamist/cihatçı ders kitapları Nebraska Üniversitesi
tarafından basılıp dağıtılarak,[2]
yüzbinlerce insana din’i ve askeri eğitimler verildi. Projenin kapsama alanı
içerisine alınan 23 ülkenin (Moritanya, Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır,
Sudan, Lübnan, Filistin, Ürdün, Suriye, Türkiye, Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar,
Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Yemen, İran, Pakistan ve Afganistan) hepsi
de ABD’nin “stratejik enerji kaynaklarının ve ulaştırma hatlarının denetim
altında tutulmasına yönelik” ulusal çıkarları ile örtüşen ülkeler
olduğu dikkat çekicidir! Yine “enerji koridoru” olarak Orta Asya’da ki gazın
batıya ulaştırılmasında kilit nokta olduğunu da unutmayalım!
Orta Doğu, dünya da “güneşin en fazla düştüğü” ve güneş
enerjisinin maksimum seviyede yararlanılabileceği coğrafya[3]
olmakla birlikte, petrollerinin %60’ını, doğal gaz rezervlerinin %40’ını ve
keza önemli su yollarını, doğu ve batıyı birbirine bağlayan önemli geçiş
yollarını ve kültürel zenginliklerini, doğu ve batı arasında ki stratejik
askeri noktaları ve sınırları içerisinde bulundurması bakımından, batı’lı güçlerin
her daim iştahını kabartan bir coğrafya oldu.
Orta Asya’da ki gelişmeleri de bu şekilde güçlendirmeye
çalışan ve “İslamcı Uyanış Hareketi”ni
de tetiklemeyi amaçlayan bu proje, başta El
Kaide ve onun uzantıları olmak üzere, günümüzde ki İslam temelli radikal din’i
grupların (Taliban, İŞİD, Eş-Şebab, ÖSO, El Nusra, İslâmi Cephe, vb) ve onlara
bağlı veya “bağımsız” örgütlerin, tohumunu atmış ve büyümesi için elinden
geleni yapmış oldu!.. Bu anlamda “dünyada, terörsit yetiştiren ve bu tür
örgütleri finance edip eğiten ülkelerin başında ABD gelir” dersek yanılmış
olmayız!
1970’li yıllara gelindiğinde, ABD başkanı Carter döneminde
devreye konulan “Yeşil Kuşak Projesi”, Ortadoğu’da “komünizmin yayılması”na
karşı ‘önemli bir engelleyici güç’ olarak ortaya çıkarıldı! Özel olarak
Ortadoğu’da İslam’ın yaygınlaşması ve bu denli bir eylem gücüne ulaşmasında bu
projenin önemi büyüktür. ABD, dünyada ki tüm hammade ve ulusal pazarlara
talipti. Ve bunun için her şey yapılabilirdi!
Ronald Wilson Reagan’dan günümüze İŞİD!
ABD’nin 40. Başkanı Ronald Wilson Reagan’ın iktidar olduğu
yılar (1981-1989), Washington tarafından askeri darbelerin ve kontrgerilla
doktrinlerinin ‘yoğunca’ uygulandığı yıllar oldu. Latin Amerika ülkelerine
yönelik operasyonlarda 300 bin insan katledildi. El Salvadorda ki sağcı güçlere
sağladığı ekonomik ve askeri güçle, iç savaşta 50 bin sivil, sağcılar
tarafından katledildi. Lübnan, Granada, Nikaragua, El Salvador ve Libya başta
olmak üzere bir çok ülkeye askeri müdahalelerde bulundu. Ülkelerde ki
kontraları maddi ve askeri olarak destekledi.
Ronald Wilson Reagan’ın ve Washington’un keşke yaptıkları bu
kadarla sınırlı olsa! Ama maalesef değil! 1985 yılında “Afgan Mücahit Komutanları”
ile Beyaz Sarayda buluşması ve “İslami Tugaylar”a silah sağlayarak, onları
“özgürlük savaşçıları” olarak ilan etmekten de geri kalınmadı. Bu görüşmenin
belgesini/fotoğrafını görmek için, lütfen aşşağıda ingilizce linkini verdiğim “Reagan
arşivi”ni ziyaret edin![4]
Durumu daha da sadeleştirelim. Sovyetlerin, Afganistan
işgali ile başlayan savaş döneminde, CIA önce Sovyetlere karşı Usame Bin
Ladin’i gerilla kamplarında eğitti. Ardından El Kaide’yi yani Mutant’ı oluşturup
Usame Bin Ladin’i lideri yaptı. İŞİD ise bu mutantın bir mutasyon versiyonu
olarak, ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin ardından 2004 yılında Irak’da “Tevhid ve
Cihat” adıyla kuruldu. ABD’nin Orta Doğu’da ki isteklerine, ihtiyaçlarına ve
amaçlarına uygun olarak bugüne kadar finansal ve askeri olarak beslendi ve
beslenmeye de devam ediliyor! ABD’nin denetimi ve yönlendirmesi altında
Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ın desteği ile kafa kesme yürüyüşüne
büyüyerek devam etti.
Yaklaşımımız daha da somutlayabilmek için, eski CIA
analizcisi Graham Fuller’in “Bence
Birleşik Devletler, bu örgütün asıl yaratıcılarından biridir” ifadelerine yer
vermekte fayda var.
Ayrıca, Dilbilimci Noam
Chomsky’nin bu konudaki aktarımlarına da yer verelim; “İslam Devleti (IŞİD) aslında ABD istihbaratının, Britanya’nın
MI6’sı, İsrail’in Mossad’ı, Pakistanı’ın İç Hizmetler İstihbaratı (ISI) ve
Suudi Arabistan’ın Genel İstihbarat Başkanlığı (GIP) desteği ile yarattığı
El Kaide’ye bağlı bir kuruluştu.” diyor. Ve devem ediyor;
“IŞİD
tugayları, Suriye’de ABD-NATO destekli Beşar Esad hükümetini devirmek için
yapılan isyana dahil oldular.”
Bu önemli belirlemeleri
yapan Chomsky, Türkiye’nin rolünüde ortaya koyuyor.
“NATO ve Türkiye Genelkurmay
Başkanlığı Mart 2011’de, Suriye ayaklanmalarının başından itibaren IŞİD ve El
Nusra’daki savaşçıların silah altına alınmasından sorumludur.”[5]
Ve
bu son derece önemli iddiasını da İsrail İstihbarat kaynaklarına dayandırıyor.
Bakalım İsrail istihbarat kaynakları ne demişler?
“Ortadoğu’dan ve
Müslüman dünyadan binlerce gönüllünün Suriye isyancılarının yanında savaşmak
için askere alınması kampanyası. Türk ordusu, bu gönüllülere ev sahipliği
yapmayı, eğitmeyi ve Suriye’ye geçişlerini güvence altına almak istiyordu.”[6]
İsrail böylesi bir istihbarat kaynağını
aktarırken, onun bilgisi ve istenci dışında ortadoğuda “bir kuşun dahi
uçmayacağını” da belirtelim! Verilen bu rapor bizi yanıltmasın! Aksine, İŞİD
ile çok yönlü sonuçlar alınması planlanmıştı. Bu planlamayı, yukarıda Chomsky’nin
aktarımında yer verdiği istihbarat örgütleri yapıyordu! İsrail’in bu pastada
payına düşen ise şüphesiz büyük olacaktı. Nasıl mı? İŞİD ile İran’ın bölgede ki
etkisi kırılacak, Şii’ler üzerinde ki etkisi azaltılacak, Esad devrilecek,
Barzani yönetimi, diğer parçalarda ki Kürtlerin modeli haline getirilecek,
Kurulacak bir Kürdistan’ın da ipleri tıpkı Barzani yönetimi gibi ABD ve
İrail’in elinde olacak! Tüm bunlar yapılırken, İsrail’in ise tüm dünya
tarafından, İŞİD’in “Tevhid ve Cihat”ının ‘tehdidi’ altında olduğu algısı yaratılarak
İsrail’in güvenliği daha da üst bir aşamada tesis edilecek!.. İŞİD’in
katliamları ile Orta Doğuda’ki halklara verilen tek ve seçeneksiz mesaj, “kafalarınız
kesilerek katledilmek istemiyorsanız ABD ve İsrail’in yanında durmak zorundasınız”!
Devam edecek…
[1] Kaykan için
bakınız: G. F.
Khrivosheev - Soviet Casualties and
Combat Losses in the Twentieth Century, 1997, Sh: 219, 220
[2]
İngilizce kaynak için bakınız: http://www.globalresearch.ca/sleeping-with-the-devil-how-u-s-and-saudi-backing-of-al-qaeda-led-to-911/5303313
[3] Örneğin Libya’da genel olarak yıllık sıcaklık
ortalaması kışın 15°C ve yazın 38°C civarındadır. Sıcaklığın 58°C kadar
çıktığı da görülmüştür!