H.GÜRER
16 Aralık 2014
“Pencereye çıktığında,
Birileri
bedel ödediği içindir!”
Kitaplığımda Hasan Kıyafet’in “İşkence öyküleri” kitabına
değdi bakışlarım. İçim üşüdü. Bakışlarım sarsıldı. Baş ağrıtan, insanın
yüreğini görülmez ellerle sıkan, nefesini kesen, kan akışını durduran o
tarifsiz koku, işkencehanelerde ki o koku sarstı beni bir an. O kokunun
sözcüklerde yeri yok! “Bir daha işkence öyküleri dinlemeyecek, okumayacak,
anlatmayacağım” demiştim yıllar önce. Ancak, toplumun her kesmine kanıksatılan,
toplumsallaştırılan sistematik bir işkence döngüsünü işliyor sistem. Ve mevcut
sisteme dönük “baş kaldırı” ve “aykırı” özelliklerine sahipseniz, işkence
görmekten, öykülerini dinlemekten, anlatırken ve yazarken işkencelere
değinmekten kaçınamazsınız! İşte bu yazı, böylesi bir kaçınılmazlığın sonucu
yazıldı!
İlk gözaltına alındığımda, 1998 yılının 18 Mayısıydı. Kaypakkaya’nın
katledilmesinin yıl dönümünde, yapılan bir düzine korsan eylemin ardından,
“eylemlerin şüphelileri” olarak 6 arkadaşımla gözaltına alındık. Ben henüz 15
yaşındaydım. İçimizde en büyüğümüz ise 17! Günlerce Jandarma İstihbarat
Teşkilatı ve Terörle Mücadele ekiplerince vardiyeli (geceli-gündüzlü) olarak
sistemli ve profesyonel işkencelerden geçirildik. Günler sonra savcılığa sevk
edildiğimizde, kollarımıza giren polislerin arasında zorlukla yürüyebiliyorduk! 17 yaşıma kadar bu tür
uygulamalarla değişik zamanlarda ve mekanlarda birkaç kez daha karşılaşmış, her
defasında da yapılan işkenceleri savcı ve hakimlere söylemiştim. (Bunların
hepsi raporlarla/belgelerle mevcut!) Ancak hiç bir hakim ve savcının işin
işkence kısmıyla ilgilenmediğinide böylece görmüş oldum! Bunları neden anlatıyorum?
Günlerdir, dünya kamuoyu, ABD senato İstihbarat Komitesi tarafından hazırlanan
“CIA’nin işkence raporları”nı konuşuyor! Nedense raporda yer alan işkence
yöntemleri hiç yabancı gelmedi! Aşşağıda sayılan işkence yöntemlerini, hatta
daha yazılmayıp eksik bırakılanların türlü çeşitlerini, daha çocuk yaşta
yaşattılar bizlere. İşte bundan dolayı anlatıyorum!
Uzun süre uyutmama, idam sahnesi, çırılçıplak soyma, suda
boğma, basınçlı su, soğuğa maruz bırakma, zincirleme, tabutta veya dar bir
alanda uzun süre bekletme, duvara çarpma, kaba dayak, çırılçıplak soyma, rektal
besleme, elektrik, askı, buzlu battaniye, yumurtalıkları burmak, cinsel taciz,
aşağılama vs. gibi türlü işkence çeşitleri… Tüm bunlar, CIA Başkanı John
Brennan tarafından “birçok kişinin hayatının kurtarılmasına yardımcı olduğu”
gerekçesiyle savunuldu. Hemde bunları yapanlara “nişan verilmelidir” diyip
ödüllendirilmelerini dahi istedi. “Bugün olsa yine yaparım” diyecek kadar da
insanlığa meydan okudu!
Fransız düşünür Micheil Foucault, “Hapishanenin doğuşu”
kitabına, Fransız kralı XV. Louis’e yönelik suikast girişiminde bulunduğu iddia
edilen Damiens hakkında ki cezanın infaz edilme sahnesi ile giriş yapar!
“Damiens’in göğüs, kol ve bacaklarındaki et parçaları kızgın bir kerpetenle
teker teker koparılır.”[1]“Çok
bağıran ama küfür etmeyen Damiens bu kerpetenle çekmelerden sonra kafasını
kaldırıyor ve kendine bakıyordu; kerpetenci bu kez karışımın kaynadığı kazandan
demir bir kepçe ile aldığı kaynar halitayı her yaranın üzerine bolca
döktü”
“Günah çıkartıcılar onunla konuşmak için indiler; ama cellat onlara onun
öldüğünü söyledi”[2] Majestelerinin
yaşamına kastettiği eli kükürtle yakıldıktan sonra, vücudu daha doğrusu geriye
kalan kemik yığını dört ata bağlanarak dört parçaya ayrılır ve yakılarak yok
edilir.
Bütün bu sahnelerin “dini bütün Paris halkının gözleri önünde”
gerçekleştiğini vurgular Foucault.
Bizlere yapılan onca işkence ise “dini bütün Türkiye
halklarının gözleri önünde” gerçekleştirildi. Yaşadıklarımızı yazdık, çizdik,
mahkemelerde haykırdık. Yüzbinlerce insan bu işkencelerin binlerce daha ağırını
12 eylül faşizmi ile yaşadı! Yine günümüze kadar bunları defalarca her
gözaltına alındığımızda “vaz geçilmez uygulamalar” olarak bize günlerce
uyguladılar!
Garip olan şu ki, bu uygulamaları dilekçelerle ve sözlü
olarak defalarca savcılıklara, hakimliklere bildirmemize, vucutlarımızda
işkencenin gözle görülebilir izlerini göstermemize karşın umarsız olanlar,
bugün CIA’nın yaptığı ve hatta kendilerine öğrettiği/eğitim verdiği aynı
işkence tekniklerini kınıyorlar!
Aynı şekilde tüm bunlar bizlere uygulanırken, yer vermekten
kendini sakınan medyaya baktığımızda, Türk Dışişleri Bakanlığı, CIA’nın işkence
raporuyla ilgili, “Raporda yer verilen uygulamalar hiçbir surette mazur
görülemez. İşkence ve diğer zalimane, gayri insani veya küçültücü hiçbir
muamele veya ceza, hiçbir şart altında kabul edilemez” ifadesini kullandı”
diyerek manşetler atıyorlar! Pes doğrusu! Bilmesek, neredeyse “İnsan hakları
evrensel beyannamesini biz yazdık! Ve tüm dünya’ya da biz imzalattık”
diyecekler!..
* * *
Önce sorularımızı Türk Dışişleri Bakanlığına soralım;
27 Eylül 1952 yılında “Özel Harp Dairesi, Seferberlik Tetkik
Kurulu” kurulduğunda, düşünceyi, finansmanı, teçhizatı ve eğitimi kimden
aldınız?
Sınavdan geçirilerek seçilmiş Türk subayları Amerika’da Özel
Harp eğitimlerinden geçirilirken ne tür eğitimlerle geri döndüler?
1952’den hemen sonra gönderilen ilk 16 subayın, (Bu
subaylardan biri de Alparslan Türkeş’tir!) Amerikanın Kansas eyaletinde ki Kara
harp akademisinde Bolivya, Şili, Brezilya ve Arjantinden gelen subaylarla
beraber “kontgerilla” eğitimleri aldıkları, eğitimlerinin geri kalanını Georgia’da
tamamladıkları ve bu “eğitimler” arasında “işkence teknikleri/sorgu eğitimleri”
aldıkları yalan mıdır? Bunları ülkeye döndüklerinde kimler üzerinde
kullandılar?
12 Mart döneminde, “Ziverbey köşkü” ve “Erenköy köşkü”nde
MİT ve Kontgerilla tarafından yapılan işkenceleri kim yaptı?
“Dünyanın en kötü şöhretli 10 hapishanesinden biri” ünvanını
alan Diyarbakır cezaevinde uygulanan işkence yöntemlerini, subaylarınız Kansas
ve Georgia’da aldıkları eğitimlerden öğrenmiş olmasın?
12 Eylül’de devrimcilere karşı MHP’yi, ardından da Kürt
Ulusal Hareketine karşı Hizbullah’ı örgütleyip kullananalar kimlerdi?
12 Mart 1972 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde ki darbelerde, anne
karnında ki çocuktan, ak sakallı dedeye kadar elektrik verenler, binlerce
devrimciyi işkencelerde sakat bırakıp öldürenler kimlerdi?
İşkenceyi sistematik bir devlet politikası haline getirenler
kimlerdi?
Saydığımız klasik işkenceleri aşacak ve “telegram işkencesi”
uygulayacak kadar uzmanlaşan siz değil miydiniz?
Çok mu uzak tarihlerden söz ediyoruz? O halde daha yakın bir
tarihe gelelim. AKP iktidarı döneminde, 2002 yılında Bosna Hersek’de Cezayir
uyruklu 6 kişi gözaltına alındı. Ve bu kişiler önce Tuzla’da ki NATO üssüne
götürüldü ve sorgulandı. Ardından incirlik üssüne, oradan da Guantanamo’ya
götürüldü!
CIA uçaklarının, çeşitli tarihlerde Sabiha Gökçen
Havalimanı’na ve İncirlik Üssüne inmesi, buralarda 20 Afganlı tutuklunun
bindirilip sorgulanmak üzere bilinmeyenlere doğru yol alması yalan mıdır?
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, 2 aralık 2005’te yaptığı
açıklamada ABD İstihbarat Örgütü CIA’ya ait uçağın Sabiha Gökçen Havaalanı’na
iki kez indiğini doğrulamadı mı? Bunlar, yalnızca açığa çıkanlar. Ya açığa
çıkmayanlar?
CIA’nın işkencelerini kınarken, CIA’nın sistematik işkence
programı ve operasyonları kapsamında kullanılan “Richmor Aviation” şirketine
ait uçaklarla yapılan uçuşlarda Türk hava sahası ve İncirlik Üssü’nün 24 kez
kullanılmasına izin verdiği iddiaları yalan mıdır?
Yalan ise, bu iddiaların hepsi WikiLeaks belgelerinde yer
alırken neden red etmediniz? Alman “Die Welt” gazetesinin yayınladığı
habere göre, ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi Ross Wilson’ın, dönemin
Hava Kuvvetleri Komutanı Norton A. Schwartz’a 8 Haziran 2006’da gönderdiği
raporda, Türkiye’nin verdiği izin detaylarıyla anlatılıyor. Schwartz’ın Türkiye
seyahati öncesinde gönderilen raporda “TSK bize İncirlik’i, 2002’den itibaren
‘Fundamental Justice’ (yani ‘Tenel Adalet’) operasyonu çerçevesinde tutuklu nakillerinde
yakıt ikmali için kullanmamıza izin veriyordu. CIA İncirlik Üssü’ne 24 iniş
yaptı.” Diyordu! Yani 2002-2006 yıllarında İncirlik işkenceye hazırlık üssü
olarak kullanılmadı mı? Yoksa tüm bunları yazan belgeler, hayal gücü yüksek
kimseler tarafından mı yazıldı?
* * *
Şimdi de “ABD’yi
işkencede kınadık!” deyip, manşetlerini süsleyen iktidarın ‘yandaş medya’sına
soralım;
Bu ülkenin (dört bir yanı adeta işkence merkezi) her
karakolunun bodrumu işkence yeri olarak işliyor. Her karakolda (ister askeri
karakul olsun, isterse polis karakolu olsun) manyetolar, askılar eksik olmaz!
Gözaltına alınıp da işkence görmeden çıkan olmaz. Siz tüm bunlar yaşanırken ve
halada yaşanıyorken, gören gözün köre, duyan kulağın sağıra oynamasını nasıl
başardınız?
Türkiye hakkında, işkence ve insan hakları ihlallerinden,
AİHM’e binlerce dosya ile şikayetler yapılmış bekleniyor, yüzlerce başvuru da
ise Türkiye mahkum edilmiş, siz neden bunlardan birini dahi haber yapmadınız?
Türkiye
İnsan Hakları Derneğinin yayınladığı “Türkiye’nin 2014 İnsan Hakları Karnesi”
raporunu okumadınız mı?[3]
2014’ün ilk 11 ayında 64’ü çocuk olmak üzere 1018 kişinin kendilerine işkence
gördüğü için başvurduğu açıklamasına hanginiz yer verdiniz?
Gezi olaylarında sokak ortasında dövülerek/işkence edilerek
katledilen Ali İsmail Korkmaz’ın öldürülmesini kaçınız yazdınız?
Kolluk kuvvetlerinin toplantı ve gösterilere müdahalesi
sonucu 21 kişi yaşamını yitirmiş, yine devletin kolluk kuvvetlerince “dur
ihtarına uyulmadığı” gerekçesiyle yargısız infaz yapılarak veya rastgele ateş
açması sonucu 39 kişi öldürülmüş, 61 kişi ise yaralanmışken, bunları hiç mi
görmediniz?
Oysa bakın Times gazetesi, haberinde “Kara bölge” olarak
bilinen sorgu merkezlerini nasıl sıralamıştı: “Türkiye, Yunanistan, Belçika,
İngiltere, İrlanda, İspanya ve Portekiz; gizli sorgu yapılan ülkeleri de S.
Arabistan, Tayland, Fas, Mısır, Romanya, Libya, Polonya, Özbekistan ve Litvanya!” Siz bu haberi de mi okumamıştınız? Türkiye de medya, iktidarı
alkışlamanın, övgüler dizmenin dışında bir basın-yayın eğitimi almıyor mu?
Öyle ya, mum misali dibini aydınlatmayan
“aydın” kaynayan bir ülke burası! Gerçekleri yazan dürüst gazetecilerin değil,
gazeteci geçinip, Cuntanın işkence yapmadığını, emniyet şubelerinin ve askeri
cezaevlerinin beş yıldızlı otelden farksız olduğunu yazan “gazetecilerin”
ülkesi burası!
* * *
İktidarın çokca propagandasını yaptığı gibi işkence
olaylarının “azalması”, onların “insan hakları savunucuları” veya “işkence
karşıtı” oldukları anlamına gelmiyor! Bu, tamamen sınıf mücadelesine, devrimci
güçelerin etkinliklerine paralel bir durumdur. Devrimci dinamiklerin eski
düzeyinde olması, etkinliklerinin artması halinde daha azgınca işkencelerin
yapılacağı bir süpriz değildir! Bunu, Gezi olaylarında, Rojava ve Kobane
protestolarında, işçi eylemlerinde gördük!
Ne yazarsak yazalım. Kocaman bir boşluktur işkence
karşısında. Ustanın dediği gibi; “İşkence tanımlanamaz. Romanı, öyküsü de
yazılamaz. İşkence ancak yaşanır…”
Sonuç olarak; Farklı
tarihlerde, farklı mekanlarda, farklı işkence timleri tarafından, defalarca ve
günlerce değişik işkence metotlarına maruz kalmış biri olarak, “İşkence
yapanların, çocuklarınında işkence görmeyeceği bir dünya özlemiyle” yazıldı bu
yazı. Ve son soru olarak, bu yazıyı okuyan herkesin kendisine sormasını
istiyorum; böyle bir dünya için hepimiz üzerimize düşeni yapıyor muyuz
dersiniz?