H.GÜRER
21 Temmuz, 2016
Genel olarak dünyanın ve insanlığın, özel
olarak da çeşitli uygarlıkların ve toplulukların tarihlerinin, kuşaktan kuşağa
yüz yıllardır aktarımının en önemli aracı şüphesiz yazıdır. Yazının bulunuşu,
insanlığın en önemli buluşlarından biri olmakla beraber, yine insanlığın hafızasının da bin
yıllarca kaydedilebilmesinin en önemli araçlarındandır. O halde, tarihi
yazılmamış topluluklar belleksiz, hafızasız topluluklardır! Yazılmamış tarihler
okunup bilinemeyeceği gibi, sözlü aktarımlar ise manipülasyona açıktır. Kolayca
çarpıtılabilir!
“Tarih, kazananların yazdığı safsatadan başka bir şey değildir” diyen düşünür, esasen kazananların yazacağı bir tarihin manipüle edilip, gerçeği doğru bir şekilde ifade etmeyeceğine vurgu yapar. Bu yüzden toplumlarkendi tarihlerini kendileri yazmalıdır! Çünkü yazılmadıkça bir tarih, tarih olamaz! Toplumların tarihleri de yazılmadığı sürece çarptırılır.
Tarih, yaşanan olayların, yaşandığı dönemlerde, içinde bulunduğu şartlarda, onu çevreleyen ve etkileyen koşulların mümkün olduğunca nesnel bir şekilde sunulması ile oluşur. Ve “yaşanan olayların bir daha yaşanabilmesi mümkün olmadığından, diğer bilimler gibi deney ve gözleme dayanamaz.” Bu da, sübjektif olmasını kaçınılmaz kılar! Marksistler tarihe farklı yaklaşır. Marksistler için tarih bilimi ve bilinci, sadece olup bitenin kronolojik sıralamasını yapmak değildir! Aynı zamanda onu yorumlayıp sebep-sonuç ilişkisi içinde olguları da bir bütün anlamak ve anlatmaktır! Marksist tarih bilinci, seküler materyalist bir tarihtir. Ahiretten ve ruhani-dini meselelerden uzaktır. Tarih teorisi sosyal politik pratiğin özgün bileşenlerinden oluşur ve analitiktir. Bu yüzden de “kazananların yazdığı tarih” ve “tarihçileri” karşısında, Analitik Marksist tarih teorisi deyim yerindeyse güçten güce koşar. O halde bizler, yaşadığımız dönemlerin özneleri olarak yazacağımız tarihsel şeyleri analitik Marksist tarih teorisi yönteminden sapmadan, ilke ve prensiplerinden taviz vermeden, gerçeklere bağlı kalarak yazmalıyız!
O halde tarihi yazarken, duygularımızla, duyumlarımızla, içgüdülerimizle, düşüncelerimizle ve olmasını istediğimiz şekliyle değil, geleceğe karşı sorumluluk taşıyarak hoş ve güzel şeylerden ibaret olmasa da kaygılar gütmeden, edinilebilecek kadar en geniş düzeyde kaynaklara ve tanıklara/bilgiye ve gerçeğe dayanarak yazılmalıdır. Öyle ki, Lenin’e çıkaracakları gazetenin yazı kurulu toplantısında, “ne yazacağız” diye soran yoldaşlarına, Lenin’in yanıtı nettir: “Sadece gerçekleri yazacağız, çünkü gerçekler devrimcidir!” der.
Türkiye Devrimci Hareketinin (TDH) devrimcileri bu öğüdü ne kadar tuttu, tartışılır! Ama hâlâ gerçeklerde ısrarcıysak, o halde kaygılar gütmeden onları (gerçekleri) ifade etmeliyiz. Belki yakınımızdaki dostlarımızla, sevdiklerimizle gerçekleri ifade ettiğimiz için sıkıntılar yaşayabiliriz. Ama gerçeklerin olduğu yerde doğru olmayan, gerçeği ifade etmeyen, manipülasyon içeren asılsız her şeyin güneş görmüş kar gibi eriyeceğini bilmeliyiz. Haliyle, bunlar üzerine kurulmuş her türlü ilişkinin de kar misali olacağı açıktır. Yapılacak şey açık ve nettir; tarihsel nitelik taşıyan her şey, belgelere ve tanıklara dayanarak, belgelenerek ifade edilmelidir.
Hakan AKSU’nun, “Şafak Alazında harpagos’a kafa tuttuk” isimli anı/anlatı içerikli kitap çalışması, şu ana dek (M. Oruçoğlu, Ali Taşyapan, Halil Gündoğan, Erdoğan Şenci, M. Ali Eser, H. Hayri Arslan, Kamber Akbalık, Ahmet Cihan-Mehmet Çetin’in vb) yapılan çalışmalar gibi, yarım asrı aşkındır, ‘resmi’ anlamda yazıl(a)mamış, sözlü aktarımlardan öğrendiğimiz bir hareketin tarihine ilgi ve alaka duyanlar için şüphesiz göz atılması gereken bir çalışmadır.
Ancak, göz atılması gerektiği kadar, kimi noktalarda eksiklerinden kaynaklı kafa karıştıran, oldukça fazla tekrarlar barındıran, kimi yerlerde ise sanıyorum fark etmeden suçlamalarda bulunan, yer-yer ise değindiği konuları tam açmadığı için ne demek istendiği anlaşılmayan ve bundan dolayı da kişileri, süreçleri, eylemleri şaibede bırakan kesitler barındırıyor. Tüm bunları değerlendirme yazımın içerisinde açıklamaya çalışacağım.
Bu değerlendirme yazısından önce düşüncelerimi Hasan AKSU ile sözlü olarak kısmen paylaşabildim. “Değerlendirmeni yazar ve paylaşırsan mutlu olurum” diyerek yazmamı rica etti. Yaptığım eleştirilere karşı hoşgörülü davrandığı gibi, yetersiz ve eksik olacak noktaları da bu vb. değerlendirmelerle gidererek daha iyi bir çalışmaya dönüşmesini istediğini, kitabın yapılacak 2. baskısında da bu yönlerin giderilmesinde etkili olabileceğini hiçbir kaygı taşımadan belirtmesi de ayrıca mutlu etti beni. Kendisiyle konuşurken ifade ettiğim ve eksik bıraktığım noktaları daha derli toplu halde sunmaya çalışacağım.
Keşke, bu vb. çalışmaları emek veren, yazan arkadaşlar, aynı süreçleri yaşadıkları kişilere (imkânı varsa) bitirdikten sonra gönderseler, onların okuyup düzeltme, hatırlatma yapmalarının ardından bireysel aklın, kolektif akla dönüştürüldüğü, daha ‘eksiksiz’ bir kolektif ürün çıkarsalar. Ortak yaşanmışlıklar, ödenmiş ortak emek ve bedeller, yaratılmış ortak tarih ve birlikte deneyimlenmiş böylesi tarihsel meseleler, daha titiz ve dikkatli ele alınıp hazırlansa!
Bu vb. eksikleri sadece Hasan AKSU’nun çalışmasında değil, genel olarak yukarıda ifade ettiğim çalışmaların hemen hepsinde görmek mümkün. Ancak, Hasan AKSU’nun çalışmasında ise bu eksiklik biraz daha ön plana çıkmış. Bunun en önemli nedeni ise, bir nefeste koca bir tarihi anlatmaya çalışması olmuş! Bunu yaparken de açması gereken belirleyici kimi noktaları açmayıp, çok belirleyici olmayan noktaları uzunca açmış!.. Bunlara tek-tek değinemeyeceğim, fakat okuyucunun gözünden kaçmayacağını düşünüyorum.
Diğer arkadaşların çalışmalarının basımını yapan kimi yayınevleri belki tarihsel olayları, süreçleri, özneleri ve sonuçlarını bilmeyebilir. Bu durum, onları küçükte olsa ‘incelemeden ve denetimden’ geçmediği esprisi ile ‘anlaşılır’ kılabilir. Fakat bu durum yine de kişinin aktardığı koca tarihe karşı sorumluluğunu hafifletmez! Oysa Hasan AKSU’nun bu çalışmasını ‘NİSAN Yayımcılık’ basmış. Bir de önsöz yazmış. Bu tarihsel süreci, olayları ve sonuçlarını en iyi bilen böylesi bir yayınevi, nasıl bu çalışma üzerinde daha dikkatli durmaz?! Kimi tarihsel noktalarda hayli eksik ve yetersiz bilgileri görmez? Redaksiyon hatalarını, anlatım bozukluklarını, yazım kuralı hatalarını ve çokça yapılan tekrarları ise es geçiyorum. Oysa tüm bunlar, ticari amaç taşımayan, önemli misyonlar yüklenmiş ‘NİSAN Yayımcılık’ gibi yayınevlerinin es geçmemesi, dikkatle üzerinde durması gereken noktalardır!
Bu kitap henüz yazım aşamasındayken, Armenak belgesel çekimleri için bir araya gelmiştik. Çekim aralarında, yemek sonrasında, yürüyüş esnasında Hasan AKSU ve kitabında ismi geçen birçok arkadaşla genel güncel gelişmelere ve yarım asrı bulan tarihsel kesite dair sohbetler ediyorduk. Bu sohbetlerde tarihsel süreçler, eksiklikler, hatalar, başarı ve olumlu noktalara vurgular yapılıyordu. Henüz doğmadığım dönemlerden bahsedildiği için, ben kişisel olarak, bu dönemleri yazan kişilerin kitaplarından, gazete ve dergi arşivlerinden, sürecin tanıkları ve özneleri ile yaptığım röportajlardan, kayıtlardan ve sohbetlerden edindiğim bilgiler çerçevesinde sorular soruyor, süreçleri ve tarihsel kesitleri anlamaya/algılamaya çalışıyordum. Anlamadığım, anlamlandıramadığım, kendimce “önemsiz” ve “trajik” bulduğum kimi noktaları ifade ettiğimde Hasan arkadaş bu vb. süreçleri içeren bir kitap çalışmasıyla uğraştığını, bunların hepsine yanıt vereceğini, birçok kaynağın eksik-yetersiz ve doğru bilgilerden yoksunluğunu ifade etmişti. Bu konuda haklıydı. Çünkü var olan parmak sayısını geçmeyen yazı-öykü-anı/anlatı türünden kitaplar yeterli bilgiler vermiyor, verdiği bilgileri de aynı süreci yaşayan kimseler onaylamıyor, farklı şeyler anlatıyordu. Bunca bilgi kirliliği içerisinde doğru bilginin nerden edinileceği bilin(e)mediği gibi, yarım asırlık tarih de bilin(e)miyor, dersler çıkarıl(a)mıyordu!.. Bunu yapması gereken kolektif organizma ise ne yazık ki yapmıyor, yapmadığı gibi yayın organlarında ifade ettiği haliyle de süreçleri yaşayanlar tarafından kabul görmüyordu! Hasan arkadaşın kitabı ile tüm bunlara ilişkin vereceği doğrudan bilgiler, esasen bir başvuru kaynağı niteliği taşıyacağı gibi, yapılan-düşülen hata ve olumsuzlukları da analiz ederek bir tecrübe, ders ve sonuç çıkarmayı ve aktarımını içerecekti! En azından sohbetlerimizden çıkarsadığım sonuçlar beni bu yönde beklentiler içine sokmuştu.
Armenak’ın annesi ve kardeşleri ile belgesel için çekim yapmamızın ardından, kısa süre sonra Elmas Ana yaşamını yitirmişti. Onun anısına yazdığım yazıda “Anılar güzeldir! Ve bir o kadar da özel! Anılar özneldir! Yaşanan olaylarda! Anılar, kişilerde bıraktığı anlama, öneme, algılanışa göre de biçimlenir ve yorumlanır! Aynı olayı ve an'ı yaşayanlar tarafından aynı algılanmayı ve yorumlanmayı sağlamaz! Aynı değerlendirmelere ve ifadelere kavuşmaz… Çünkü aynı an'ı ve olayı yaşayan farklı kişiler, farklı öyküler anlatır!..” demiştim. Bu çalışma da Hasan arkadaşın ‘öznel’ yaklaşımı şüphesiz. Fakat yukarıda da belirttiğim gibi, bu vb. çalışmalar da önemli olan, bence, ele alan ve alacak olan her arkadaşın daha titiz ve dikkatli olmalarıdır. Dönemi yaşayan, tanıklık eden kişilerle paslaşarak sonuçlandırmaları ve kitlelere ulaştırmaları daha doğrudur.
Hasan arkadaşın, kendi döneminde birlikte sürecin öznesi-nesnesi-edilgeni olmuş birçok kişi ile irtibat ve görüşme halinde olduğunu biliyorum. Bu anı/anlatı çalışmasını bitirmeden önce ve bitirdikten sonra bu kişilerle ne kadar paslaştı, bilgi aldı, sordu, fikirlerini ve önerilerini aldı, çalışmayı bitirdikten sonra taslak halinde bu kişilere gönderdi, göz atmalarını rica etti bilmiyorum. Ancak tüm bunları yapmanın fevkalade koşullarının olduğunu da biliyorum. Kitapta gördüğüm eksik ve yetersizlikler, böylesi bir paslaşmanın çok zayıf kaldığını gösteriyor…
Kitaba dönecek olursak;
Ayrılıklar-hizipler meselesi!
Hasan AKSU kitabın, giriş kısmında Kaypakkaya geleneğinin önemli bir kesitini anlatırken, o dönemde meydana gelen kimi ‘ayrılık’ ve ‘hiziplerin bir kısmını da ele almaya çalışıyor. Ben tek-tek buna girmektense, genel olarak Türkiye Devrimci Hareketinde (TDH) ve özel olarak da Kaypakkaya geleneğindeki ‘ayrılıklar’ ve ‘hiziplere’ dair genel bir değerlendirmede bulunmayı daha doğru görüyorum. Aksi halde yazının muhtevası bir kitap değerlendirmesi olmaktan çıkacaktır!
Bugün, Uluslararası Komünist Hareket, (UKH) iktidar olduğu sosyalist ülkelerde aldığı yenilgilerle geri dönüşler yaşamasıyla, derin sulara çekilmiş, var olma kavgası veriyor. Berlin’de yıkılan duvarın yükü, ne yazık ki Uluslararası Komünist Hareketi ezen bir ‘enkaz’ olmaya devam ediyor. Oysa UKH, duvarın yıkılmasına kadar, tüm eksik ve yetersizliklerine karşın, dünya halkları üzerinde önemli bir etkiye sahipti. Bu etki, yerkürenin çeşitli parçalarında ezilen ve sömürülen halkların iç dinamiklerini harekete geçirmede önemli bir role sahipken, harekete geçen bu dinamikler kendi çevresini de olumlu anlamda önemli oranda etkileyebiliyordu. Bu da ezilenlerin ve sömürülenlerin enternasyonal bilincinin ve pratiğinin gelişmesinde kendilerine çizilen sınırları aşmasını beraberinde getiriyordu. Ancak, sosyalizmin, iktidar olduğu ülkeler yalnızca böyle olumlu etkilerde bulunmadı. Geri dönüşlerin ardından, bir sistemin çöküşünü sembolize eden duvarın yıkılışı, bu ana dek yaptığı olumlu etkileri tersine çevirmiş, ezilenlerin arz yuvarlağı deyim yerindeyse başlarına yıkılmıştı. Böylece, sosyalizmin iktidar olmadığı ülkelerdeki sosyalist hareketlerin ise iktidar olan ülkeleri dogmatik olarak taklit ettikleri, kalıpçı ve şabloncu yaklaştıkları, haliyle aynı sorunları yaşayıp, aynı hatalara düşüp ortak yanlışlar yaptıkları, taktik ve stratejik hataları da ortaya çıktı. İdeolojik-politik ve örgütsel bağımlılığın ve dogmatizmin hâkimiyeti, duvarın yıkılması ile açık bir şekilde görüldü. Gerilemeler, kırılmalar, güvensizlikler, yenilgiler ve tasfiye rüzgârı kasırga kanatları takmıştı. Bu kasırga önüne geleni kırdı geçirdi. Kırılan ama yeşeremeyenler çürümeye yol açtı. Yer kürede mevzilerini adım adım geri alan kapitalizm, her adımda UKH’nın üzerine ölü toprağı saçarak ilerledi. Çeşitli kıtalarda tüm bunları öngören küçükte olsa devrimci güçler, bu yıkımın altında kalmamak için uğraşsa da önemli oranda etkilendi. Kapitalizm, UKH’nin surlarını ağır gürzlerle yıktı, büyük gedikler açtı.
TDH, bağımlı siyaseti ve dogmatik algılayışı nedeniyle kendi coğrafya ve ülke gerçekliğini analiz edemedi. Halada etmiş sayılmaz! Kendi ülkesini, insanını ve üretim ilişkileri gerçekliğini, özgünlüklerini, çelişkilerini, devriminin yolunu, yöntemini ve araçlarını nesnel olarak analiz edemedi/etmedi. Bunun yerine kimisi Rusya, kimisi Çin, kimisi Küba, kimisi Arnavutluk vs. modellerinden etkilendi ve bir şablon olarak da kendi ülkesinde uygulamak istedi. Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısını, özgünlüklerini, inceleme-araştırma-sentezleme ve bunun ışığında bilimsel bir politik-siyasal-örgütsel hat oluştur(a)madı. Kendi ülke gerçekliğini, o ülkeler ile aynılaştırma dogmatizmine düşerek, aynı örgütlenme modelleri ve aynı politikaları ‘mutlak doğru’ olarak savunup, devşirme politika ve yöntemlerle uygulamaya kalkıştı. Haliyle de o ülkelerdeki aynı hataları yaparak, aynı sonuçları paylaştı.
Bu ‘etkiler’ TDH’nin üzerinden atması gereken ‘etkiler’ olmaktan çıkıp, bir düşünüş ve siyaset yapma haline dönüştü. Kendi ülke gerçekliğinden bir haber, başka ülkelerin gerçekliğiyle, örnekleriyle ve yöntemleri ile uğraştı. Onları okudu, onları ezberledi ve onları uygulamaya çalıştı. Gerçekliğine yabancı olduğu kendi ülkesinde devrim yapmaya kalktı. Bu da ardı ardına yanlışlar yapmasına neden oldu. Yanlışların kaynağı bilimsel olarak sorgulanıp bulunamadığı için sistemli hale dönüştü. Kronikleşti. Sistemleşen ve kronikleşen bu davranış biçimi, sürekli ayrılmaları, tasfiyeleri, yenilgileri ve çürümeyi getirdi! Bilimsel bir düşünüş tarzına sahip olmadığı için bu ayrılıkların-tasfiyelerin ve yenilgilerin kaynağını/kökenlerini sorgulayıp bilince çıkarıp aşma ve tekrardan yapmama iradesi gösteremedi. Bu irade göstermiş olsaydı, Türkiyeli devrimci hareketin durumu bu denli ağır olmayabilirdi.
Kaypakkayacı geleneğin tarihi ayrılıklar-hizipler-tasfiyeler ve yenilgiler tarihidir!
Yukarıda genel olarak ele aldığım durumu özele, Türkiye’ye indirgeyip irdelediğimizde, TDH’nin tarihinin, yenilgiler tarihi olduğunu göreceğiz. Ancak TDH’nin içerisinde hatırı sayılır bir yerde duran Kaypakkayacı geleneğinin tarihi ise yalnızca yenilgi değil, ayrılıklar-hizipler-tasfiyeler ve yenilgilerle dolu bir tarihidir! Belki böyle değerlendirmem kimi dostlarımızca eleştirilecektir. Fakat yarım asırlık tarihi ele alıp irili-ufaklı ‘ayrılıklar’ ve ‘hizipler’ kronolojik olarak sıralanırsa, bunlarla beraber alınan yenilgiler incelenirse, ne demek istediğim daha net anlaşılır olacaktır!
Kaypakkayacı gelenek, yarım asrı bulan tarihinde onu aşkın ayrılık yaşamış, güç-güven, insan ve prestij kaybetmiştir. Her ayrılık, ‘sağcı’-’solcu’ veya ‘oportünist-tasfiyeci’ ya da ‘darbeci-mafyacı’ vb. sıfatlandırmalar ile yapılmıştır. ‘Ayrılıklar’, hareketi önemli oranda zayıflatıp varlık-yokluk aşamasına getirmiştir. Her ‘ayrılık’ düzinelerce ideolojik argümanla sıfatlandırılmış ve her ayrılık özü itibari ile (her ne kadar bu ayrılıkların kaynağı olan, başını çeken kimseler sübjektif olarak karşı-devrimci olmasa da ya da en azından bu konuda somut bir veri olmadığından) objektif olarak karşı devrime hizmet etmiştirler! Ancak, “ayrılmayıp kalmak devrime hizmet etmiştir” sonucu çıkmamalıdır bundan!..
Bünyesinde defalarca ayrılık-hizip ve tasfiyelerin çıktığı Kaypakkaya geleneği, tüm bunları nedenleri-niçinleri ve sonuçları üzerine etraflıca muhasebesini yap(a)madı. Yeni çıkabilecek benzer oluşumların ise öngörüsünde bulunamadı. Bunun için ortaya çıkan akımlar değerlendirilerek, esasen yalnızca sonuçlar değerlendirilmiş oldu. Düşünüş tarzı sorgulanmadı. Haliyle defalarca aldığı yenilgileri de ‘iç’ ve ‘dış’ koşullarla açıklamaya çalıştı. Özüne in(e)medi. Oysa ‘iç’ ve ‘dış’ yenilgiler yalnızca bir sonuçtu. Bunun aşılması için teorik, politik ve örgütsel/pratik hat oluşturulamadı. Sınıf mücadelesinin çetin yasalarına uygun teorik, politik ve örgütsel bir hat oluşmayınca, örgüt mekanizmasını oluşturan unsurlarda buna uygun şekillenemedi ve sistem dışı, var olana alternatif, farklı kişilikler, yeni bir insan modeli oluşturulamadı. Haliyle, düşünüş tarzı, siyaset yapışı, yaşam biçimi, çalışma tarzı, disiplini ve sistemden her yönüyle kopmuş, farklı işleyen bir düşünce gücü oluşmadı. Sistem içi yaşayan, sistemden beslenen, sistemin istediği ve dayattığı yaşam ve düşünüş tarzının ötesine geçilemedi. Zaaflarına, hatalarına ve suçlarına karşı bilimsel ve acımasız davranamadı. Haliyle kitlelere karşı dürüst ve samimi olmayı da başaramadı. Düşüncesi başka, yaşam biçimi ise başka oldu! Bu durum kitlelerin gözünde kaçmadı, karşılığında güvende bulmadı. Bu yönleri ile “proleter devrimci” bir nitelikten uzak olduğunu söylemek, küçük burjuva ve halkçı bir devrimci çizgide kaldığını ifade etmek yanlış olmayacaktır!
Kaypakkyanın katledilişi ve tutuklanmalar üzerine!
Türkiye Devrimci Hareketi ve Kaypakkaya geleneği, 1970 ve 1980 askeri darbeleriyle örgütsel yenilgilerini, 1990’da duvarın yıkılıp modern revizyonizmin gün yüzüne çıkması ile ideolojik ve örgütsel alanda sarsıntı, yıkım ve yenilgiler almıştır. 2000’lerde ise hapishane temelli yürütülen siyaset nedeniyle aldığı yenilgi ile her 10 yılda bir yenilgiler aldığı açıktır. Kimileri ‘objektif’ kimileri ‘sübjektif’, kimileri ‘örgütsel’ yenilgi demiş, kimileri ise ‘yenilgi’ olarak dahi görmemiştir durumu. Yani iki ‘uç’ yaklaşım hâkimdir. Ya yenilgiyi ‘iç’ veya ‘dış’ koşullar teorisi yaparak meşrulaştırmak, ya da tümden yok saymak! Buda benzer yenilgileri yaşamayı beraberinde getirmiştir. Haliyle bu yenilgilerin hiçbiri, bilimsel olarak ele alınıp sentezler üretilememiştir.
Kitapta da ne yazık ki bu durum hâkim. İ.Kaypakkaya’nın katledilmesine ve beraberinde ki kadroların tutuklanmasına değiniliyor. Ancak neden ve niçinleri analiz edilerek, dersler çıkarılarak yapılmıyor. Hasan Aksu arkadaş bu süreci “KÖK süreci” başlığı altında ele almaya çalışıyor. Göze çarpan ve ifade edilen noktaları kısaca aktarırsak şöyle;
“Kaypakkaya yoldaşın tespit ettiği MK üyeleri daha bir araya gelmeden, yani merkezi bir toplantı yapma çalışmaları yürütüldüğü dönemde faşizmin baskısı ve operasyonlarına maruz kalarak ağır darbe almışlardı.”Altını çizdiğim nokta yukarıda ifade ettiğim yenilginin ‘dış’ kaynağını ifade etme çabasıdır! Devamında; “Tespit edilen, konuşulan ve onayı alınan toplantı gerçekleştirilmeden yeni kurulan Parti yenilgiye uğramıştı. Bu sebeple merkezi bir toplantı gerçekleşmemişti. Böylece tespit edilen ama fiili toplantısı gerçekleşmeden, örgütsel hiyerarşisi oluşmadan yenilgi alınmıştı.” deniyor. (Syf:22) Kısaca çözümlemeye çalışalım; okur, paragrafı dikkatle okunduğunda oldukça tekrar olduğunu görecektir. Sonra, bir parti kurmak için yapılması gereken bir toplantı söz konusu. Fakat bunun gerçekleştirilemediği ifade ediliyor. Nasıl olurda “tespit edilen MK üyeleri bir araya gelmeden” ve kuruluş toplantısı gerçekleştirilemeyen ama “yeni kurulan Parti” yenilgiye uğramış” oluyor? Yani fiili olarak kuruluş toplantısını, kongresini yapamamıştır! Haliyle de kurulamamıştır. Bu durum gerek TDH tarafından gerekse Kaypakkaya geleneği tarafından çok açıkça bilinmektedir. Neden bu kadar tekrara düşmeye ve zorlama şeylere gerek duyuluyor? Oysa duyulmaması gerekiyor. “Biz kuruluş kongresini/toplantısını yapamadan yenilgiye uğramış, önderini ve kurucu üyelerinin kimilerini kaybetmiş, kimilerinin ise tutsak düştüğü bir hareketiz” demek doğru olanıdır. Bundan sakınmak, gerçeği ifade etmeyi sakınmaktır. Lenin’in öğüdünü tutmamaktır!
Devam eden sayfalarda ise şunlar aktarılıyor;
“İbrahim o kısacık, kısıtlı, imkânsızlık içinde direkt devlete kırmasıyla, tabancasıyla, taşla sopayla, sapanla yöneliyor. Önüne hedef koyuyor. Teorik olarak koyduğu baş çelişkinin çözümü için, durmaksızın eyleme başlıyor. İdeolojik, siyasi tartışmaları ertelemiyor. Önemine göre önceliklere parmak basıyor. Fiili eylemliklere geçiyor, hedefe yöneliyor.” (Syf: 64)
Altını çizdiğimiz noktaların ifadesi, bize Kaypakkaya’nın ve arkadaşlarının önceliği parti kurmak değil devlete yönelmek(!) olarak yansıyor. Kaypakkaya ve arkadaşlarının ‘niyetlerinin’ böyle olmadığını biliyoruz. (Yani evet devlete yönelmek, ama örgütlü bir disiplin altında!) Ancak, bu ifade esasen Kaypakkaya ve arkadaşlarının içine girdiği pratiği doğru olarak ifade ediyor. Ve hareketin yarım asırdır tartıştığı “1.yenilgi” dediği yenilginin temeli burada yatıyor. Nasıl? 12 Mart 1971 askeri darbesi koşulları. Darbe, Türkiye’nin en güçlü hareketlerinin liderlerini kimilerini asmış (Deniz, Yusuf ve Hüseyin’i), kimilerini dağ başlarında katletmiş (Kızıl derede M.Çayan ve arkadaşlarını, Nurhaklarda Sinan Cemgil ve arkadaşlarını), sıra ise sana gelmiş. Bu koca hareketlerin nicel gücü, kitle ilişkileri, teknik imkân ve olanakları yanında çok ama çok yetersiz, eksik ve nicelik olarak zayıf kalan bir hareket olarak senin, darbenin gücünü, etkisini, çapını ve yaptıklarını öngörüp analiz etmen gerekirken, güçlerini koruyup partini kurmak ve koşulları değerlendirip uygun zamanda ona göre atılımlar yapman gerekirken, seni arayan darbecilere adeta “ben buradayım” diyerek tüm ilgiyi üzerine çekiyor, bulunduğun bölgeyi deşifre ediyor ve kahreden malum sonu yaşıyorsun! Senin önceliğin, bu coğrafyada devrimi örgütlemek ise, böylesi bir darbe karşısında güçlerini korumak, partini kurmaktır. Darbeden en az zararla sıyrılmaya çalışmaktır! “imkânsızlık içinde” değil, yarattığın imkânlarla, “kırma, tabanca, taş, sopa, sapan” ile değil, örgütleyeceğin kitlelerin kahreden gücü ile yönelmelisin! Bu yapılmadığı gibi, alınan yenilgi kitapta “kırma, tabanca, taş, sopa, sapanla yöneliyor. Önüne hedef koyuyor.” Denilerek işin “cesaretli-inançlı” kısmı öne çıkarılıp, yenilgiye götüren hatalar gözden kaçırılıyor.
Bu yenilgiyi analiz edip, bilimsel bir senteze ulaşamayan, ‘iç’-‘dış’ veya ‘örgütsel’ ya da ‘ideolojik’, ya da ‘sübjektif’ ve ‘objektif’ yenilgi vs. diyerek yarım asır geçti. Yenilginin nedenleri ortaya koyulup mahkûm edilip doğru dersler çıkarılamadı. Tüm yapı tarafından içselleştirilmesi sağlanamadı. Aksine, yukarıda ifade edilen şekilde ifade edilerek, yanlış, doğru yapılmış gibi yansıtıldı. Hareketin en gerisinden, en ileri unsuruna kadar herkes bu hatayı ve yenilgiye götüren yanlışı övünerek sahiplendi, benzerlerini yaptı. Doğru dersler ve sonuçlar çıkarılamadığı için, önlemlerde alınamadı. Bu da, ardı ardına alınan darbelerin ve Süleyman Cihan’ın katledilmesine kadar giden sürecin kodlarını kendi içinde barındırdı.
Süleyman Cihan olayı!
“Süleyman ve bir kadın yoldaş ev boşaltmaya gittiklerinde içeride pusu kuran ekiple karşı karşıya gelir. Yanındaki kadın yoldaş (Gülay) uyanık davranarak operasyon ekibini oyalar, beklemediği (kimin beklemediği? BN) bir yanıltma hareketi yaparak Süleyman yoldaşın kaçıp kurtulmasını sağlar, ama kendisi faşizmin eline düşer.” (Hasan Aksu-Şafak alazında harpagos’a kafa tuttuk. Syf:337)
Paragrafta ifade edilenler ne yazık ki tam değil, eksik ve okuyunca insanın kafasında farklı şekilde canlandırmasını sağlıyor. Yazımın ilk girişinde ifade etmiştim, tarihsel olaylar dikkatli aktarılmalıdır. Yanlış anlamalara yol açmamalıdır. Hele tanıkların anlatımları belgelerle mevcut ise yorum katılmadan olduğu gibi verilmesi en doğru olanıdır. Şimdi bu paragraftaki durumu, direk Süleyman Cihan ile giden kadın arkadaşın kendisinden dinleyelim:
“… Sanırım 14 Temmuz 1981, 12 civarlarıydı” diye anlatıyor GÜLENDAM; (Gülay değil!) “O gün sabah Süleyman Cihan’la özel görevim nedeniyle randevumuz vardı. Randevumuz Hıdır’ın yakalanması ve evinin boşaltılması ile ilgili değildi, tamamen farklıydı ve zaten ben de yakalanmalardan habersizdim. (Altını ben çiziyorum) Görüşür görüşmez, Hıdır’ın yakalandığını ve evini boşaltmamız gerektiğini söyledi.” Birlikte oraya giderler ve evde onları H. Ayata’nın eşi Mualla karşılar: “Evde epeyce illegal yazı ve önemli belgeler vardı, birlikte onları toplayıp paketlemeye koyulduk. Onları elden taşıma olanağı yoktu, o yüzden Süleyman bir araba ayarlamaya gitti. Mualla ile ikimiz evde belgeleri paketlemeye devam ettik. Biz eşyaları toparlamaya çalışırken polis aniden evi bastı, …” ve çeşitli detayları da anlatarak devam eder “… Evde o kadar çok önemli belge vardı ki, polisler okumaya daldı ve Süleyman’ın gelişini fark edemediler. Dairenin kapısı açık bırakılmıştı. Süleyman birden kapıda görünüverdi ve onunla göz göze geldik, polislere çaktırmadan ona ‘git’ işareti yaptım. Süleyman dikkatlice dönüp, aşağıya doğru gitti…” (Bkz: Süleyman Cihan, Komünist bir önderin yaşamı. Ahmet Cihan-Mehmet Çetin. Belge yayınları. Syf:99) şeklinde durumu özetler. Ve aynı sayfada bu duruma ilişkin Süleyman Cihan’ın M.Çetin’e durumu şöyle aktarır; “Yoldaşın işareti üzerine hemen uzaklaştım evden ama polisler beni nasıl fark ettilerse, sokakta ardıma düştüler. Epey bir kovalamaca oldu…” der. Ama sonuçta kurtulur. Orada yakalanmaz. Şüphesiz soracak çok soru var, ilk akla gelen ise “Ev boşaltmaya gönderilecek başka kimse yok muydu? Bu kimse/ler yakalansa da sonucun ölümcül bir sonla sonlanmayacağı gibi, darbeciler açısından en azından S.Cihan kadar ‘önem’ ifade etmeyecek biri/leri gönderilemez miydi?”
Süleyman Cihan’ın yakalanması nasıl ve neden gerçekleşti?!
O dönem siyasi davalara bakan Av.Kemal Yılmaz şöyle diyor; “Ayaküstü kısa konuşmamızda, S.Cihan, o dönem İstanbul, Ankara, Erzincan bölgelerinde yakalanan TKP/ML yöneticilerinden olduğu idea edilen kişiler hakkında bilgiler aldı. Bende kendisine, kendisinin bu sanıkların ifadelerinden dolayı ciddi bir şekilde arandığını söyledim ve ayrıldık.” Der. (Bkz: Süleyman Cihan, Komünist bir önderin yaşamı. Ahmet Cihan-Mehmet Çetin. Belge yayınları. Syf:100) S. Cihan’ın 12 Eylül darbecileri tarafından çok ciddi arandığını sadece Av. Kemal Yılmaz’dan duymaz. Belli ana merkezlere arandığına dair fotoğrafları asılanlardandır ve bunu bilmektedir.
Tüm uyarılara karşın “tuzak” olarak ifade edilen şeyin içine düşer. Ama tanıklardan aktardığımızda bunun aslında “tuzak” olup olmadığını o zaman daha iyi göreceğiz.
Olaydan bir gün önce, 28 Temmuz 1981’de, “S.Cihan ve M.Çetin ile Aksaray’da ki çay ocağında buluşacaktık.” diyor Nadir Demirçivi. “Ben biraz erken gitmiştim. Tanıdık olan işletmeci, Hıdır’ın karısının uğrayıp bir not bıraktığını söyledi. Notun Süleyman’a iletilmesi gerekiyormuş. M.Çetin gelince olayı ona da anlattım. Az sonra Süleyman’da geldi, notu ona verdik. Okuduktan sonra, benimle görüşmek istiyor, dedi. İkimizde karşı çıktık. O da biraz bekleyin dedi, dışarı çıktı. On beş-yirmi dakika sonra döndü. Telefonla konuştum, yüz yüze benimle görüşmek istiyor, dedi. Gitmemesi yönünde tekrar görüş belirttik. Hayır, mutlaka gitmeliyim; eğer üç gün içinde gelmezsem, tedbirinizi alın, dedi. Biz gitmemesini ısrarla isteyince, notu bize de gösterdi. Notun altında bir telefon numarası da vardı.” (Bkz: Süleyman Cihan, Komünist bir önderin yaşamı. Ahmet Cihan-Mehmet Çetin. Belge yayınları. Syf:103)
İfadeler çok açık. Devam ediyoruz aktarmaya. S.Cihan bu kişilerle görüştükten sonra “Karaköy köprüsü üstünde Erhan Gencer, H.Hayri Arslan, ve A.H.Akgül ile de buluşur ve gelişmeleri onlara da anlatır. Buna dair “Mualla Ayata ile görüşmeye gitmek istediğinde son derece kırıcı ve sert tepki göstermiştim; bunu E.Gencer ve A.H. Akgül de biliyor, tartışmamız onların önünde cereyan etti.” Diyordu H.H.Arslan; “Karaköy köprüsü üstündeki gerilimli tartışmamızın sebebi de buydu zaten. Sonunda önleyemedik…” (Bkz: Süleyman Cihan, Komünist bir önderin yaşamı. Ahmet Cihan-Mehmet Çetin. Belge yayınları. Syf:103)
S.Cihan, aynı gün “yakın akrabası ve yoldaşı olan Hasan Dikçe ile de görüşmüş olmalı ki, ona da Mualla’ya atfen, ‘Benim onu görmem lazım, gelişmeleri öğrenmem lazım, ona göre tedbir almalıyım’ dediğinde, o da, görmeye gitmesinin yanlış olacağını söyler. “Onu özel olarak bırakmış olabilirler, seni yakalamak için dedim, o da, evet ama çok önemli, dedi” diyordu Hasan Dikçe; “Ben gideyim, hem durumu öğrenirim hem de seninle ilgili bilgiyi değişik şekilde ulaştırsınlar dedim. Kabul etmedi. O zamanda sen yakalanırsın dedi. Sonuçta gitmeme konusunda hemfikir gibiydik. Gidersem sana haber veririm dedi. O gün bu gündür…” (Bkz: Aynı sayfa) bu ve daha çarpıcı bir kaç kişinin daha ifadeleri mevcut. Çok uzun olduğundan hepsini aktarmayacağım. Ancak şu noktalar konunun daha iyi anlaşılabilmesi için önemli!
O günün akşamı M.Çetin ile S.Cihan uzun uzun tartışırlar. M.Çetin şöyle bir öneri getirir kendisine: “Mualla’ya kendisinin yerine, H.Ayata ile akrabalığı da olan Murat Aydın’ın gitmesidir. Ayrıca M.Aydın’ın herhangi bir örgütsel ilişkisi ve bu anlamda görünür bir risk de yoktur. M.Aydın’ın olmaması durumunda Munzur Yıldız’ın da adı geçer ancak asıl M.Aydın’dan rica edilecektir bu; içeriden bırakılan bir yakınına ‘geçmiş olsun’ ziyareti yapılacak, Hıdır, yoldaşlar ve ihtiyaçlar sorulacaktır, vd.” (Bkz: Süleyman Cihan, Komünist bir önderin yaşamı. Ahmet Cihan-Mehmet Çetin. Belge yayınları. Syf:105)
“Süleyman yakalandığı gün bana uğramıştı” diyordu Munzur Yıldız; “Gelişmeyi anlattı ve Mualla’ya gitmesi gerektiğinden söz etti. Ben buna ne kadar karşı çıksam da, yok, benim gidip görmem lazım, diyordu da başka bir şey demiyordu. O özel şeylerin ne olduğunu hiç söylemedi ve hala da ne olduğunu bilmiyorum. Biz gidelim teklifinde bulundum. Bak, zaten ben Hıdır’ın mısaybıyım, I. Şube de biliyor bunu, ayrıca komşuyuz da, evlerimiz bitişik yani. Yok, benim gitmem lazım, dedi ve gitti…” (Bkz: Aynı sayfa) diyerek yakalandığı güne dair son durumu açıklar.
Ve S.Cihan’ın uğradığı kişilerden Murat Aydın, ayrılıklarını şöyle açıklar; “Evden ayrılırken sarılıp öpüştük. Eşime, belki bir daha görüşemeyiz, hakkını helal et, dedi. Örgütsel çalışma içinde bulunan her kişi sürekli böyle bir risk ile karşı karşıya olduğundan söylediklerini o an için buna yorumladık.” der.
Yığınla tanıklık var bu konuda. Hepsini aktarmak uzun olacağından geçiyorum. Sonuç olarak, S.Cihan bunca karşı konulmasına, eleştirilmesine, çeşitli öneriler getirilmesine karşın kimseyi dinlemez. Mualla ile görüşmeye gider. “M.Ayata ile görüşmesinin biçimi ve içeriğine dair bir bilgi hala yok” (Bkz: Aynı belge, Syf:106) notu düşülmüştür kitapta. “Ahmet Cihan, tahliye olduktan sonra, yani 1985 sonlarında, iki tanıkla birlikte görüşmeye gittiğinde, Mualla Ayata’nın kendilerine, Süleyman’ın kendisine mahalle muhtarlığına ait telefon ile ulaştığını ve kendisi ile görüşmeye geldiğini, sorgudaki arkadaşları merak ettiğini, sonra da onu yolcu ettiğini ama nasıl yakalandığını bilmediğini söylediğini, belirtir.” (Bkz: Aynı belge, Syf:106)
Ve son olarak aktaracağımız bölüm çarpıcıdır;
“Süleyman Cihan, M.Ayata ile görüştükten sonra, yani 29 Temmuz 1981 günü saat 14.30’da Özlem Turizm’e ait bir otobüsle İstanbul’a döner. Otobüs, Çekmece yakınlarında durdurulur. Süleyman, yapılan ilk kimlik aramasını ‘Oktay Emre’ kimliği ile atlatmasına rağmen, elinde telsiz olan sivil polisin ön kapıdan otobüse binerek direkt Süleyman’a yöneldiğini ve gözaltına aldığını, otobüs şöförünün anlatımından izlemek mümkün olur. Ayrıca Süleyman’ın, gözaltına alınıp 2. Şube’ye götürüldükten sonra, ‘Beni Hıdır Ayata’nın karısı ele verdi, kaçamadım, bunu bilin’ dediğini, o dönemde 2. Şube’de sorguda olan M.Ali Kankotan ve diğer yoldaşlarının tanıklığı üzerinden izlemek de…”
Bunca uzun alıntılardan okurun kafasında durum cisimleşmiştir sanırım! Cisimleşmesi oldukça önemli. Çünkü aktarımlardaki cümle bütünlüğü, yakalanmanın nedenlerini, hataları ve açıktan işlenen ‘suçu’ sorgulamamızı engelliyor. Olguyu bütünlüklü sorgulayıp doğru dersler çıkarmamızın önüne geçiyor. Nasıl mı? Hasan Aksu, kitabında S.Cihan’ın yakalanmasına dair şöyle devam ediyor; “Nihayetinde bilinen tuzak kurulur, (anlatılmadığı için okur bu tuzağın ne olduğunu bilemeyecek! BN) Süleyman yoldaşın hümanist yanı ve zor durumda kalana yardım etme erdemliliği, tespit edilerek, hedefe varma planlanır. (…) Süleyman Cihan yoldaşı tuzağa düşürerek ele geçirir.” (syf:337)
Altını çizdiğim ve yazının puntolarını kalınlaştırdığım kısım, dikkat çekmek istediğim kısımdır. Öyleki, bu nokta S.Cihan’ın yakalanmasında ki hata ve zaafları ve hatta ‘suçu’ örten ve onları tamamen karşı tarafa yükleyen bir noktadır! Türk dil kurumu sözlüğünde Tuzak şöyle ifade ediliyor. “Birini güç ve tehlikeli bir duruma düşürmek için kurulan düzen, komplo”! Peki, S.Cihan’a kurulan acaba bir tuzak mı? Buna uzunca aktardığım tanıkların ifadelerini okuyun sizler ne diyorsunuz? Evet bir “tuzak”! Ama bilinen bir “tuzak”! haliyle bilindiği için de, esasen bir “tuzak” olma durumundan çıkıyor. Bilerek gidip içine düşüyorsunuz. Hem halktan insanlar tarafından hem de MK üyeleriniz tarafından gitmemeniz gerektiği yönünde sert tartışmalar yaşamanıza rağmen çıkıp gidiyorsunuz. H.Hayri Arslan ile sohbet ettiğimizde bana bu duruma ilişkin şöyle demişti; “Süleyman’a çok kızdım. Silahım olsa ve gücüm yetse seni burada tutuklarım, gitmemelisin dedim.” Söylerken bile üzerinden yıllar geçmesine rağmen o anı yaşayarak söylüyordu. Bakışları, yüz mimikleri, sesindeki o tok vurgular bunu gösteriyordu. O denli kızmış, o denli karşı çıkılmış. Ama nafile…
S.Cihan, bir partinin genel sekreteri olduğunu, stratejik sorumluluklarının olduğunu unutmuş, bunları hatırlatan MK üyelerini ve taraftarlarını dinlemeyip, ilke ve prensiplerden, disiplinden uzak bir tutum içerisine girerek, kendisini yok etmek isteyen güçlere karşı önlem almayıp, aksine ellerine düşmek için adımlar atmış. Ve bunu, uzunca alıntılar yaptığımız “Süleyman Cihan, Komünist bir önderin yaşamı.” isimli kitapta görmek mümkün.
“… partinin yaşayabileceği muhtemel yeni kayıplarından (…) sorumluluk anlayışı gelişkin bir önder olarak, bir yandan ele düşenlerle ilgili avukat ve aile takibini örgütlerken, diğer yandan, ele düşmeler nedeniyle gelecek muhtemel yeni darbelere karşı önlemler almaya çalışır. Bölgede yeni örgütsel yapılanmaya da, fiilen kendisi önderlik etmeye başlar.” (bkn: Syf:99) Şeklinde ki ifadelerde, Hasan Aksu’nun “hümanist yanı ve zor durumda kalana yardım etme erdemliliği,” ifadeleri, S.Cihan’ı ve hatalarını, onun özgülünde alınan yenilgiyi sorgulamayı engellemektedir! Öyle ki, S.Cihan’ın uyarılara karşın, yakalanmada ki kendi hatasını hafifletmek/göz ardı etmek ve stratejik olarak sorumlu olduğu harekete ve devrimci mücadeleye karşı bu ‘bile-bile’ düştüğü durumdan dolayı adeta ‘suç’ işlediği gerçeğini perdelemek ve sorgulanıp açığa çıkarılmasının önünü kesmektir! Tıpkı “1. Yenilgi” deyip yıllarca nedenleri ve sonuçları ortaya koyulup doğru dersler çıkarıl(a)mayan İ.Kaypakkaya ve arkadaşlarının süreçlerinin sorgulanmasının ve açığa çıkarılmasının önü kesildiği gibidir! Yenilginin nedeni bir ‘objektif’ bir ‘subjektif’ tartışmasıyla yarım asırı buldu. Bilimsel bir sonuç/ders çıkarılamadığı için yarım asırlık zaman içinde art arda yenilgiler aldı. Ama hiçbiri çözümlenmedi. Aksine, her yenilgiye oportünist açıklamalar yapılıp duruldu. Böylece yeni yenilgilerin önüne geçilemedi.
Süleyman Cihan’ın söylediği iddia edilen “Beni Hıdır Ayata’nın karısı ele verdi, kaçamadım, bunu bilin” ifadesi ise, darbecilere kendisini altın tepside sunduğu hatasının, başkalarına yüklenmesidir! İfade etmiş olduğu gibi dahi olsa, yani Mualla ele vermiş dahi olsa, ele geçirilme koşullarını yaratan, bilmesine ve birçok kişi tarafından uyarılmasına karşın kendi ayakları ile giden kişi yine kendisidir. Burada suçlu aranacaksa, birincisi Süleyman Cihan’ın kendisidir! İkincisi ise kendi sekreterine laf geçiremeyen MK’dir. Ve S.Cihan’ın kadın arkadaşı yanına alıp ev boşaltmaya giderek o arkadaşın yakalanmasına neden olduğu için sorgulayıp mahkûm etmemiştir. Bunun özgülünde bu vb. hatalar yaptığında kendisinden ciddi şekilde acımasızca hesap soracak bir partinin olmadığı gerçekliğidir! Çelik disiplinli bir parti olmuş olsa, kimse bu kadar kendi başına buyruk davranmayacağını bilir. Bu sekreterde olsa!..
Bu şekildeki ifadeler belki ‘ağır’ algılanacaktır. Ancak, yukarıda ifade ettiğim gibi, bunların hepsi aslında düşünüş tarzından kaynaklıdır! Defalarca alınan yenilgiler karşısında ne düşünüş ve yaşam tarzı sorgulandı, ne örgüt modeli ne çalışma yapısı ne kadro modeli nede siyaset yapma, taktik belirleme şekli sorgulandı. Şayet sorgulansaydı, yeni bir insan modeli, yaşam tarzı, savaşım biçimi/tarzı da geliştirilebilirdi!
Ali Uçar olayı; suçlama ve iddia!
Hasan arkadaş, Ali Uçar’ın yakalanıp katledilmesini anlatırken, önemli eksiklikler bırakıyor. Keza iddialarda da bulunuyor. Oysa yazılmış belgeler taransaydı, yaşayan tanıklarına sorulsaydı yazılacak şeyler daha isabetli olur, süreci bilmeyen okurların kafasında ise gereksiz şaibeler oluşmazdı sanırım. Belki de H.Aksu’nun yazdıkları doğrudur! Bilemiyorum. Bildiğim şey, okuduğum farklı kaynakların farklı bilgiler vermesi. Bu bilgiler içerisinde haliyle en ‘makûl’ olanı alıyor insan. Bunun için buraya bu farklı kaynakları aktararak okurun da ‘makûl’ olanı almasını, kaynak sahiplerinin ise durumu daha ciddiyetle soruşturup düzeltmelerini ve tarihi, yaşanılanları bilmek isteyenlere ‘makûl’ olanı değil, gerçek olanı vermelerini sorumluluk gereği rica edeceğim.
Hasan AKSU’nun kitabından ilerlerken, sayfa 177’de ilk paragrafta şöyle bir iddiada bulunuluyor: “… yaşam tarzıyla, militanlığıyla, kültürüyle, sanatıyla sevilen en çok sevilen ama kalleşçe bir tuzağın içine düşürülüp katledilen Ali Uçar’ı her yanıyla anlatacağım…” diyor. Bizde haklı olarak soruyoruz; Kimdi Ali Uçar’ı “kalleşçe bir tuzağın içine düşürüp katlettirenler?” Bu çok önemli bir suçlama ve iddia! Hem ifade edildiği gibi bir “tuzak” ise sorumluları önemli bir suç işlemiş durumda. Bunun sonuçları araştırılıp-incelenip ortaya çıkarılmadı mı? Çıkarıldıysa sorumlularına ne oldu? Sorulacak birçok soru var, ama hepsini sormak yerine, aktarmaya ve soruları okurun sormasına bırakalım!
Devam ediyoruz ve 198.sayfada karşımıza şunlar çıkıyor; “İradenin yitirildiği, yol geçen hanına dönen 83’teki sorumsuz “sorumluların” korkak, ürkek canını kurtarma aşkına Ali’yi, Ali’nin yaşamını hiçe saymaları bunun en iyi örneği. Ben bu sorumsuzluğu gösteren “sorumluları” affetmiyorum…” diyor. Ama Ali Uçar’a ne olduğunu, nasıl yakalanıp, katledildiğini, kimler tarafından “kalleşçe tuzağa düşürdüğü”nü yazmıyor, açıklamıyor! Oysa 177.sayfada “Ali Uçar’ı her yanıyla anlatacağım…” diyordu. Ben bu düşüncelerle doluyken, 150 sayfa sonra, yani kitabın sonunda, 365.sayfada tekrardan Ali Uçar ile ilgili bir bölümle karşılaşıyorum!.. Bu da kitaptaki bağlantıların ve kurgunun birçok bölümde olduğu gibi (bu yüzden hayli tekrara da düşülmüş) kopukluğunu gösteriyor esasen. İşte merak içinde kaldığım bu sorulara burada kısmen yer verilmiş! Şöyle diyor;
“Ali Haydar Akgün yakalanmış, üç gün evi vermemişti. Evde kalan arkadaşlar panikleyerek ve ciddi bir zaafla hiçbir belge almadan, evi boşaltmadan terk etmişlerdi. Günler sonra Ali Uçar yoldaşı ev boşaltmaya göndermişlerdi. Ali Uçar yoldaş evi boşaltmaya gittiğinde pusuya düşerek kurşuna dizilmişti. Evi anından boşaltmadan ve aniden terk edenlerin ve üstelik sonrasında Ali Uçar’ı eve yollaması affedilir gibi değildir.” (Bakınız; syf:365)
Yukarıdaki her iki paragrafı da kısaca çözümlemeye çalışalım; “yolgeçen hanına dönen 83’teki sorumsuz “sorumluların” korkak…” satırında birçok yerde olduğu gibi anlatımda sıkıntılar var. “yolgeçen hanına dönen” yer neresidir? Bundan ne kastedildiğini gayet iyi biliyoruz ama mesele bizim bilmemiz değil, açık ve net olmayışıdır!
Devam edelim, “Ben bu sorumsuzluğu gösteren “sorumluları” affetmiyorum…” çoğul bir fiil kullanıldığı için A.Uçar’ın katledilmesinde birden fazla kimseden “sorumlular”dan bahsediliyor!.. Bu paragrafı hiçbir fikri olmayan kimseler okuduğunda nasıl algılayıp sonuçlar çıkaracağı çok açık! Bir altta aktardığımız paragrafta ise, “Günler sonra Ali Uçar yoldaşı ev boşaltmaya göndermişlerdi. (…)” dikkat ediniz, altını çizdiğim noktada burada da çoğul bir ifade kullanılıyor! Ama şurada ise “Ali Uçar’ı eve yollaması affedilir gibi değildir.” tekil bir ifade kullanılıyor! Şimdi Ali Uçar’ı bir kişi mi, yoksa birden fazla kişi mi eve gönderdi? Erdoğan Şenci’nin kitabında olay nasıl ifade ediliyor! Şenci o evde olan ve en son terk edenlerden biri. Keza kitapta bu bölümü yazarken Ali arkadaşın katledilmesi esnasında yanında olan kadın arkadaşın tanıklığını da aktarmış. H.AKSU ise kendisinin de ifade ettiği gibi kendisi o süreçte yurtdışında ve haberi ise dolaylı kanallardan alıyor! Ancak anlatım şekli ve dili ise kendisi oradaymış ve birebir yaşıyormuş gibi! Keza H.AKSU’nun bu kanallardan aldığı bilgi şayet böyle ise, soruşturma yapıldı mı? Sonuç ne oldu? Birebir tanığı olan kadın arkadaştan (Bu kişi, A.Haydar Akgün’ün eşi Gülfidan’dır aynı zamanda!) ve Erdoğan Şenci’den ve daha başka kişilerden durum soruşturuldu mu? Soruşturulduysa tutanaklarıyla elde mevcut olması gerekiyor!..
Bir diğer önemli nokta ise, MK toplantısının gerçekleştirildiği evdir. Bu ev A.Haydar’ın evidir. Eşinin 2,5 yaşındaki çocuklarının da bulunduğu bir yer. Ve E.Şenci toplantıyı anlatırken birçok askeri mühimmatın olduğundan bahsediyor. Bu ne büyük bir sorumsuzluktur? Bir hareketin böylesi bir toplantı yaptığı bilgisi alınsa, ora basılsa karşı koyulacağı açıktır. Burada çocuğa karşı sorumluluk nerededir? Kimileri “ya onca adam da gidecek sen çocuğu düşünüyorsun” diyebilir. Onca adam bilinçli tercihiyle orada, ama o çocuk kendi tercihi ile orada değil! Uluslararası savaş hukukundan yoksun sorumsuzca bir davranıştır. Üstleneceği ve toplantılarını yapacağı noktaları dahi böyle üstün körü seçen düşünüş tarzı. Ve bunun sonucunda “Kaynana operasyonu” ile ele geçen parti yöneticisi! Ki, öyle bir parti yöneticisi ki, bırakalım partiye-devrime- halka ve yoldaşlarına karşı sorumluluğu, eşinin ve çocuğunun da bulunduğu, mühimmatlarla dolu bir evi 2-3 gün içinde çözülüp ele veriyor. Katledileceklerini bile-bile! Ne çok seviyormuş kendi canını! Söylenecek çok şey var ama geçiyorum…
Gelelim Erdoğan Şenci’nin Firar isimli kitabından durumu aktarmaya;
“… Arap, Ali Uçar ve o dönem Almanya’dan gelmiş bir şoför arkadaş evin çevresinde dolanıp garip bir durumun olup olmadığını anlamaya çalışır. Garip bir durum yoktur görünürde. (…) şöyle bir plan yapılır. Ali Uçar ile şoför, evin biraz ötesinde arabada bekleyecek, Gülfidan da eve girip pencereyi açıp dışarı bakınca bir tehlike olmadığı anlaşılacak ve Ali de o zaman eve girip eşyaları alacak. 6 Nisan günü, yani Ali Haydar’ın yakalanışının dördüncü gününde eve gelinir. Dikkat çekmemek için şoför arkadaş arabayı hastanenin yakınında park eder, Ali, arabada kalması gerekirken çocuğu kucaklayarak Gülfidan’la birlikte apartmana doğru yürür.” (Erdoğan Şenci. Firar. Syf: 289-290)
Devam ediyor;
“Bu kitabı hazırlarken görüştüğüm olayın tek tanığı Gülfidan, bakın neler anlattı. (…) Apartmanın girişinde, kapıcının karısından durumu yoklamaya çalıştım. Kadının çelişkili konuşmaları ve tedirginliğinden şüphelenince hemen geri döndük. Polisler bizi görmüş olacaklar ki peşimize düştüler. Ali’ye “yoldaş sen bizi bırak ve kaç dediysem de” dinlemedi. Bizi bırakmak bir yana, benim bile arkamda kalarak çocuğu kucakladı adeta bana da siper oldu. Şoför arkadaş ise çoktan toz olmuştu. Araba olsaydı belki kurtulabilirdik. Kısa bir kovalamacanın ardından polisler bizi, İncirli Köprüsü’nün üzerinde yakaladılar. Kendime değil ama Ali’nin yakalanışına kahrolmuştum. Kimlik kontrolü ve bizim çeşitli itirazlarımıza rağmen ite kaka bizi eve getirip bir odaya beni, diğerine Ali’yi aldılar ve iki buçuk yaşındaki oğlumu da tuvalete kilitlediler. Çocuk habire ağlıyor, polislerin ise sorularının ardı arkası gelmiyordu. Üzerimde, Beyhan Demir adına düzenlenmiş sahte kimlik olmasına rağmen, polis direk ismimle hitap ediyordu bana. Bir ara Ali’nin burayla alakasının olmadığını yolda karşılaştığımı söyledim ama para etmedi. Sonra nasıl olduysa oda kapıları birlikte açılınca Ali ile göz göze gelmiştik. Ona ısrarla “Kıvırcık sen misin ulan?” diye soruyorlardı. Dışarıda ne kadar polis vardı bilemiyorum ama bizi sorgulayan üç sivil polisti. Sanırım bir saatten fazla devam etti sorguları. Polislerin bağırtısı, çocuğun ağlaması ve ardından peş peşe patlayan silah sesleri, kahrolmuştum. Tek başıma yığılıp kaldığım odada bir süre olayın şokunu yaşadım. Sonra, odama giren polis “Bak onu nasıl hallettik, konuşmazsan seni de öyle yaparız” diye tehditler savurdu durdu.” (Erdoğan Şenci. Firar. Yıldız kitapları. Syf: 290-291)
Ya peki Ali Uçar’ın yakalanıp katledilmesi ‘Resmi’ olarak nasıl biliniyor? Ve yıllarca nasıl anlatıldı? PARTİZAN’ın “Parti ve Devrim şehitleri albümü”nde kısaca aktaracak olursak; “(…) İstanbul Bakırköy-İncirli’de bir evi boşaltmaya giden Ali Uçar, düşmanın kurduğu pusuya düştü. Faşizmin azgınca saldırdığı bu dönemde O, teslim olmayı aklının ucundan bile geçirmedi. Var olan imkânları ile düşmana ve teslimiyete kurşun sıktı. Bu çatışma sırasında 6 Nisan 1983’te şehit düştü.” Altını çizdiğim noktalardaki vurgulara özel dikkat lütfen!
Birkaç yıl önce (yanılmıyorsam 2012 yılıydı) Ali Uçar’ın katledilişinin yıldönümü ile ilgili Partizan’ın sanal âlem üzerinden yaptığı bir açıklamaya denk gelmiştim, şu şekilde bir yanıt yazmış ve incelenip doğru ne ise ona göre düzeltilmesi gerektiğini, aksi halde doğruyu ifade etmediğini ifade etmiştim. Partizan’a yayınladığı kanal üzerinden gönderdiğim kısa yazı şöyleydi;
“Arkadaşlar, Ali Uçar’ın katledilişinin yıldönümü vesilesi ile yayınladığınız mesaj şüphesiz anlamlı. Fakat mesajın içeriği ve olayın gelişiminde sıkıntılar olduğunu düşünüyorum. Ali Uçar arkadaşın tutuklandığı ve katledildiği evde “çatışarak şehit düştü” ifadesi o an Ali arkadaşın yanında bulunan tanığın ifadesi ile karşılaştırıldığında örtüşmüyor. Arkadaş silahsız olarak ele geçmiş, ele geçtiği evin sahibi olan kadın arkadaş ve küçük çocuğu ile birlikte evde sorgulanmış. Ve orada infaz edilmiştir. Devlet, uluslararası savaş hukukuna ve insan haklarına göre suç işlemiştir. Siz bu vb. açıklamalar ile gerçeği ne yazık ki bilinçli veya bilinçsiz olarak katleden kişilerin lehine manipüle etmiş oluyor, “çatışarak şehit düştü” ifadesi ile katliamı meşru kılmış oluyorsunuz!.. Oysa bu vb. olaylarda uluslararası hukuk işletilebilir, katleden kişilerin yargılanması için hukuksal süreçler başlatılabilir. Tüm bunlar olmasa bile, gerçek ifade edilmelidir. Çünkü Ali Uçar kimseye silahla direnmemiş, sağ yakalanmış ve sorgulandığı evde evin sahibi olan kadın arkadaşın tanık olduğu şekilde evde infaz edilmiştir.” Böylesi bir yazıydı. Partizandan yanıt gelmedi. Ve yıllarca aynı şekilde açıklamalarını sürdürdüler…
Şunun altını çizelim; Burada Hasan AKSU arkadaşın ifadelerinin hiçbirini çürütmek, ya da doğruluğunu ispatlamaya veya yanlışlığını göstermeye çalışmak değil amaç! Amaç, böylesi tarihsel belge niteliği taşıyan çalışmalarda, daha titiz davranılmasıdır. Şüphesiz çalışma sübjektiftir. Ancak kimi olayların belgeleri ve tanıkları mevcut ise başvurmaktan sakınılmamalıdır. Çalışma anı/anlatı veya öyküde olsa açık ve net, şaibe bırakmayacak kadar şeffaf davranılmasına işaret etmek istiyorum. Aksi halde, güven sarsar, şüphe uyandırır, önce kişi veya kişileri, ardından bunu ortaya çıkarmayan kolektif organizmayı töhmet altında bırakır, gerçekler bulanıklaştırılır! Kötü niyetli kimseler bunları istediği gibi alır ve kullanır! Bu vb. şeylerin önünü açmamalı. Kesinlikle hem Hasan AKSU, hem de Nisan Yayımcılık kitapta yer alan birçok konudaki bu eksikliklere ve boşluklara ilişkin yeni baskıda düzenleme yapmalıdır!
Orhan Bakır olayına yaklaşım, ele alış ve sonuç!
Armenak’ın 1.Parti konferansına katılmayışını ‘büyük bir haksızlık olarak ifade eden Hasan arkadaş, “Bizden önce tutsaklıktan özgürlüğe kavuştuğu halde, biz Batıda bölge delege seçimlerine katılmıştık. (…) Orhan Bakır yoldaşın bu hakkı elinden alınıp gasp edilmişti.”(!) deniyor. (sayfa 184.) Kim tarafında nasıl gasp edildiği belirtilmemiş.
Devam ediyoruz, “Ortada anormal bir durum mevcuttu. Konferans bu anormal durumu görmüştü, araştırma kararı alarak, görevi seçilecek MK’ya vermişti. (…) yapılan araştırma sonucu Orhan Bakır yoldaşa bu ciddi haksızlığın özeleştirisi Parti tarafından verilmişti. (…) (peki, özeleştiri verildi ama onuru iade edildi mi? BN.) Orhan Bakır’a DABK bölgesinin de hataları vardı. Orhan Bakır bölge delege seçimi sürecinde Doğu’ya geliyor ama burada da temsil hakkını kullanamıyor. (…) Bu vahim hatayı yapanlar, tabi ki araştırmaya soruşturmaya ve de cezayı uygulamaya tabi tutulacaktı. Öylede oldu sanıyorum.” (syf: 184-185) uzunca bu paragraftan sadece belli kısımları aktarıyorum. Kitapta aktarılan düzinelerce olayda göreceğiniz üzere burada da bir sonuç yok. Yani “Öyle oldu sanıyorum.” denerek sonucun ne olduğunu bilmiyor, haliyle bizde bilmiyoruz. Ancak ilerleyen sayfalarda satır aralarında fark ediyoruz ki hiçbir şey olmuyor! Nasıl mı? Şöyle;
“Bu araştırma neticesinde (yani MK’nın araştırması sonucunda. BN) ZR hizbi ortaya çıkmıştı. Kendi başına buyruk, benmerkezci, kariyerist bir tutumla yapılan ağır hatanın özeleştirisini verme yerine, hatada ısrar etme, kabullenmeme gibi tavırlar sergilenmişti.” (Syf: 184) ve devam ediyorlar işte buradaki şu satırlardan anlıyoruz Armenak’a yapılan haksızlığın, boşa çıkarmanın hesabının sorulmadığını; “ZR hizbi kendi gerçek dünyasında geri döndü, unutulup silindi gitti.” (Syf:185) deniyor. Böylece özel’de Armenak’a ve genel olarak da yapıya karşı yapılan hata/suç ve boşa çıkarma eylemi de “unutulup silinip gidiyor.” Hesap sorulmuyor. Sorulsa da olan Armenak’a olmuş oluyor!
Ama asıl ifade etmek istediğim nokta bunlarda değil. Ali Uçar’a yönelikte benzer bir durum yaşandığını okuyoruz. Olay şöyle gelişiyor;
“Batıda parti üyesi olan Ali Uçar doğuya geliyor ve Konferans sonrası bütün Parti üyesi ve aday üyelerinin yeniden üyelik müracaatı yapması ve özgeçmişini özetlemesi döneminde es geçiliyor. Yeniden yazılı müracaatta Ali Uçar bulunamıyor, Parti de uyarmıyor. Böylece Ali’nin üyeliği gümbürtüye gidiyor. Üyelikten otomatik olarak düşürülüyor…” (syf:197) böylesi bir hatayı düzeltmek için hareket ediliyor ve hatayı şu şekilde düzelttikleri ifade ediliyor. “Önce Dersim Parti örgütünde aday üyeliğini kabul ettik. Altı aylık prosedürün uygulanması devreye sokularak, aday üye sıfatıyla parti ordu komitesinde görev verdik…” (syf: 197) Görüyoruz ki, Ali Uçar’a karşı yapılan haksızlığın aşılması için küçükte olsa, tam olarak telafi edilememişte olsa, çaba sarf edilmiş! Peki aynı durum neden Armenak için olmadı? Yoksa Mao konusunda veya başka düşüncelerde ayrı düşmek, haksızlığın düzeltilmemesi için bir neden mi? Yani sadece özeleştiri vermekle neden yetinildi? Ya da başka şeyler yapıldıysa ve yazıldıysa biz mi okurken gözden kaçırdık?
Sayfa 257’ye geldiğimizde ise “MK, DABK’ı feshetmiş, A.C, Nezih Uzuner, Orhan Bakır DABK’ın yönetiminden alınmıştı.” deniyor. DABK’ın feshedilmesini anlayabiliriz. Nezih Uzuner’in ‘ayrı düşündüğü için birlikte yürümeyeceğini’ biliyoruz. A.C’nin ise Rus sosyal emperyalizmini ‘Sovyetler, sosyalizmin kalesi’ olarak değerlendirdiğini ve kısa süre sonra bu kişinin de ilişkisini kestiğini kitaptan biliyoruz. Aslında bu durumda da yukarıda ki “MK, DABK’ı feshetmiş, A.C, Nezih Uzuner, Orhan Bakır DABK’ın yönetiminden alınmıştı.” ifadenin doğru olmadığını gösteriyor. DABK’ı MK filan feshetmiyor, DABK üyelerinin çoğunluğu kendisi artık birlikte yürümeyeceğini, ayrı düştüğünü açıkladığı için, DABK objektif olarak işlerliğini yitiriyor! Üç üyesinden ikisi ilişkisini kesiyor. Bir tek Armenak kalıyor! Yoksa biz mi öyle anladık?! 256-257’nci sayfaları dikkatlice okuduğumuzda durumun böyle olduğunu daha iyi göreceğiz! 269.sayfaya geldiğimizde ise “DABK hakkında başlatılan soruşturma Orhan’ın DABK’tan istifasını da beraberinde getirmişti” denildiğini görüyoruz. Yani anlatım öyle çok farklı noktalara serpiştirilerek ele alınmış ki, her farklı bir bölümde farklı bilgilerle karşılaşıyorsunuz. Toparlamak haliyle zor oluyor. Buda kafa karışıklığına sürüklüyor okuru! En azından bende böyle oldu. DABK fes mi edildi, yoksa yolarını ayıran çoğu üyesinden dolayı işlevsiz kaldığı için objektif olarak varlığı ortanda mı kalktı? Armenak DABK’tan istifa mı etti? Yoksa MK tarafından ‘yönetimden mi alınmıştı’?!
DABK’tan bölge yöneticiliğinden alınan Armenak, “Dersim alt mıntıka parti örgütü çalışmasına atanmış” (bknz, syf: 324-325) “Acayip olan yönetici bir kadronun daha alt bir Parti organında örgütlenmesi ve daha tecrübesiz ve donanımsız PÜ’lerin sorumluluğuna verilmesi.” (syf: 325) olarak şaşkınlığını dile getiriyor Hasan Aksu. Ama nedendir bu şaşkınlığını partiye sormuyor! Sorduysa nasıl bir yanıt aldığını kitaptan okuyamıyoruz! Ayrıca, Askeri kamp kuruluyor, ama burada da Armenak yok. Askeri kampın sorumlusu olduğunu söyleyen Hasan arkadaş Armenak’ın bu kampa katılmadığını neden merak etmedi? Bunu da geçtik, “Partide ikinci dönem” olarak ifade edilen süreçte, MK yeni görev dağılımı ve atamalar yapıyor. Burada hiçbir yerde Armenak’ı görmüyoruz!!! Haliyle Armenak katledildiğinde konumunun ne olduğunu, neden böyle olduğunu da anlamış değiliz. Oldukça sorunlu bir durum. Keza Armenak’ın belgesel çekimlerinde de bu konudaki muğlaklığa dair ifadelerde bir netlik ortaya çıktığını hatırlamıyorum!
Armenak’a karşı açık olmasa da özel bir durum var. En azından açıklanamadığı için oluşan ‘gizem’ böyle düşündürüyor! “Armenak Mao düşünceleri konusunda ayrı düştü, bundan dolayı vs.” denilecek olursa,
“Partide Mao karşıtı çizgide hareket eden İsa,…” “İsa’nın başlattığı ve partide esen anti Maoist tartışma yangın halini aldı.” (Syf: 207) “İsa, Sefa Kaçmaz, Peygamber parti’de ortaya çıkan bu sapmanın mucitleriydiler” (Syf: 269) denerek ifade edilen kişilerin hemen hepsinin, “Partide ikinci dönem” (Syf:258) olarak ifade edilen ve MK içinde yeniden görev dağılımı yapılan (Syf:260-261) süreçte görev verilen ve en üst noktalarda konumlandırılan, “bu ideolojik sapmaya ön ayak olan kişiler” denilen şahsiyetler olduğunu görüyoruz. Yani, (doğru bulmuyoruz ama) o halde Armenak’a karşı sergilenen tutum, aynı şekilde onlara karşıda sergilenseydi! Bir işin “mucidi” dediğin kişiler yerlerini koruyacak, ama “onlardan etkilendiğini” söylediğin kişi veya kişiler pasifleştirilecek ya da tasfiye edilecek!
Partizan’ın “Parti ve Devrim şehitleri albümü”nde ise Armenak’a dair şunlar yazıyor:
“TKP/ML üyesi ve kadrolarındandı.” (…) “13 Mayıs 1980’de İ.Kaypakkaya’nın ölüm yıldönümünde bir polis komiserini cezalandırmak için gittiği Elazığ’ın Karakoçan kazasında köyden dönüşte kurulan pusuda polisle girdiği çatışmada silah elde toprağa düştü.” “Tunceli, Elazığ, Bingöl’den oluşan Alt Bölge Komitesi sorumlusu olan Armenak’ın…” diye devam ediyor. Ancak H.Aksu’nun aktardığından ise görüyoruz ki Armenak “Acayip olan yönetici bir kadronun daha alt bir Parti organında örgütlenmesi ve daha tecrübesiz ve donanımsız PÜ’lerin sorumluluğuna verilmesi.”! Diyor. Hangisi gerçeği ifade ediyor?
Armenak’ın Mao düşünceleri hakkında;
269.sayfa da “Parti üyelerinin kafası karışmış, Mao Zedung yoldaşa kaygı ve tereddütle bakmaktaydı. Bunlardan biride Orhan Bakır yoldaştı…” diyerek devam ediyor. Ve paragraf şu ifadelerle sonlanıyor; “Mao Zedung konusunda ise şaşırtıcı bir tavır takınarak Mao Zedung yoldaşın “küçük burjuva köylü devrimcisi bir çizgi izlediği kanaatinde olduğunu” açıkladı.” diyor. Ancak okumaya devam ediyoruz ve sayfa 324’e geldiğimizde ise farklı bir ifade ile karşılaşıyoruz.
İfade şöyle; “Mao Zedung yoldaşın Demokratik Devrim ve Sosyalizmin inşası sorununda da ilk ve son dönemlere yakın hem fikirdik. Baş çelişki, baş düşman, zıtların birliği yasasının temel yasa olması, (…) herhangi bir görüş ayrılığımız mevcut değildi. Parti içi tartışma dönemi boyunca da bu böyleydi.” 269.Sayfada ki ifade ile burada ki ifadeler bir biriyle uyuşmuyor. Ancak okumaya devam ettiğimizde, 326.sayfada ise şunlarla karşılaşıyoruz;
“Orhan Bakır yoldaş çok kısa sürede ayrı bir görüş değişikliğine gitmişti. “Mao Zedung’un Marksist-Leninist olduğunu ama usta olamayacağını, ciddi hatalar yaptığını” söylüyordu.” şeklinde ifade ediliyor. Bu üç ifadenin de Armenak’a ait olduğunu söylüyor Hasan Aksu. Durum böyle ise, Armenak’ın kafası ideolojik olarak hayli karışık bir haldeymiş. Fakat kitabın bir bölümünde ise “herhangi bir görüş ayrılığımız mevcut değildi. Parti içi tartışma dönemi boyunca da bu böyleydi.” (Bknz: 269.Sayfa) diyor. Çok sorulacak soru var. Okur olarak kafam hayli karıştı. Ama soru sormadan önce bir paragraf daha aktarmak gerekiyor.
“(…) konuşmalarımızda (ikili) Mao Zedung’un iyi araştırılması gerektiğini söylemişti. Parti içi tartışmalardan etkilenmişti. Bir taraftan bunu söylerken beri yandan da PMK’yı pasiflikle, silahlı mücadeleyi, Halk Savaşı’nı örgütleyememekle eleştiriyordu. Saldırı eylemleri, gerilla birimlerinin saldırılar gerçekleştirmesini istiyordu.” Deniliyor. Oldukça çelişkili. Mao’yu bir usta görmeyip, ona ait bir formülasyonla billurlaşmış olan halk savaşı stratejisini ise örgütleyemediği için PMK’yı eleştireceksin! Açıkçası, oldukça tezatlıklarla dolu… Bu yüzden yukarıda “Armenak’ın kafası ideolojik olarak hayli karışık bir haldeymiş.” dedim.
Partide anti-Mao’cu akımın başını çekenler!
Parti içinde anti-mao düşüncelerini tartışıp yayan kişileri 201.sayfada “Bu ideolojik sapmaya ön ayak YDB (Yurt Dışı Bürosu) oldu dersem yanılmış olmam.” denirken, ilerleyen sayfalarda ise “Parti’de Mao karşıtı çizgide hareket eden İsa, Yurt Dışında bulunma avantajını da kullanarak ha bire tartışma yazıları yazıyor, Parti’ye sunuyor, ondan etkilenen diğer MK üyeleri ve SB üyeleri de oportünist tutum içine giriyorlardı.” (Syf: 207) diyerek devam ediyor; “İsa, Sefa Kaçmaz, Peygamber Parti’de ortaya çıkan bu sapmanın mucitleriydi.” (bknz: syf-269) deniyor. Ancak, bu kişilerin hem partide ideolojik tartışmalar yarattığını, bölünme, ayrılmalara neden olduğunu, 1.Konferansın görevlerini yerine getirmediğini, onun yerine parti içi tartışmalar yürüttüklerini vs. vs. okuyoruz. Hem de bu kişiler yine “Partide ikinci dönem” olarak ifade edilen süreçte partinin en üstünde yöneticiler! Syf:261’de yer alan yeni görev dağılımında Sefa kaçmaz hem SB, hem de Parti sekreteri! İsa Güzel ise SB üyesi! Ancak Armenak bu düzenlemede dahi görünmüyor! Partinin kafasını bu denli karıştıran, kadroların partiyi bırakmasına neden olan, 1.konferans kararlarını uygulatmayan, boşa çıkaran, bunun yerine iç tartışmalar yaratan bu kimselere karşı gösterilen “tolerans” ve “hoş görüyü” anlıyor insan anlamasına da, Armenak’a karşı ise, hiç bir şey yokken (varsa da kitapta bunu göremiyoruz) bu tutumun nedeni ve kaynağı nedir onu anlamıyoruz!.. Tekrar oldu farkındayım, ama iyi anlaşılmasını istiyorum.
Bu karışık ve yanıtlanmayan durumlar, Sarkis Hatspanian’ın Armenak hakkında yazdıklarını ve iddialarını bir daha okumama, özellikle de Sarkis Hatspanian, Nubar Yalımyan’a dayandırdığı kimi iddialarının sonuna ise ünlem işareti koymama götürüyor beni!
Deşt Toprak İşgali, genel yaklaşım ve sonuç!
Deşt Toprak İşgali’nin yer aldığı bölümlerde ise, anlatıldığı gibi bir işgal organize edilmişse vasat bir durum olduğunu söylemeliyiz. Çünkü işgalin zamanlaması, amacı ve hedefi konusunda hiçbir şey göremiyoruz. Gördüğümüz tek şey işgal planlanırken yapılan ‘güvenlik’ ve ‘traktör-tohum’ muhtevalı hazırlıklar! Oysa biliriz ki, her devrimci eylem örgütlenmeden önce öngörülmesi gereken kimi temel noktaları vardır. Kısa-orta ve uzun vadeli planlar yapılır. Eylemin başta amacı, hedefi, elde edilmek istenen ve varılmak istenen noktası belirlenir. Sonra alacağı olası sonuçlar, bunlar karşısında izlenecek yol ve yöntemler ve A-B-C planları yapılır/hesaplanır. Her eylemin kitlelere, devrime ve harekete sağlayacağı kazanımlar hesaplanır. Şayet bu kriterlerden yoksunsa, o eylem yapılmaz!
Ancak, Deşt işgalinin örgütlenmesini okurken bunları göremiyoruz! Gözümüze çarpan bir bölümde, işgalin “hedeflediği” söylenen bir paragraf ise bizde kan akışını durduruyor!
“TKP/ML’nin olmazsa olmaz isyan ateşini kırlardan şehirlere adım adım tutuşturmak, faşizmi en zayıf noktalarından vurarak adım adım Türkiye geneline yayma yollarını açan Halk Savaşı’nı örgütlemekti. Bu işgal böylesi bir provayı, deneyimi, başkaldırıyı hedefliyordu.” (syf: 225-226)
Kitabı okuyan herkes görecektir ki, işgali örgütleyen hareket başta kendi yönetim mekanizmasında olmak üzere, yapının genelinde önemli sorunlar, ayrılıklar, hizipler, tasfiyeler yaşıyor. Kendi içinde bir bütünlük sağlayamamış bir hareketin, böylesi bir örgütsel-ideolojik kaos yaşıyorken, bu tarz bir toprak işgali örgütlemesi ne kadar doğru ve isabetli olmuştur? Bunu da geçtik, bu eylemin kazanımları nelerdir? Belirlediği hedefe ulaşmayı başarabilmiş midir? Sürekliliği sağlanabilmiş midir? Ayrıca taktik olarak ele alınacak böylesi bir işgale stratejik bir misyon (Halk Savaşı’nı örgütleme) yüklemek ne kadar doğrudur?
“Bine yakın bir kitleyi eylemde yönlendirmek, sorunsuz kazanımlar yaratmak belirleyici önem taşıyordu. Çünkü Dersim’de örgütsel faaliyet gösteren devrimci örgütlerin çoğunluğu HB, HK, HY çok yönlü eleştiri saldırı yapıyorlardı. Adeta eylemin başarısız olması için ellerini, avuçlarını açmış dua ediyorlardı.” (Syf:225) denilerek Deşt Toprak İşgali karşısında diğer grupların takındığı tavrı ifade ediyor. Ancak, hemen alta ise şu ifade kafa karıştırıyor;
“TKP/ML önderliğinde, örgütlü tüm Türkiye Devrimci Hareketi’nden güç ve destek alarak boyutlandırdı.”(Syf:225) Bu satırda devrik bir cümle kurulduğundan anlatılmak istenen muğlak kalmış. Ve yukarıda ki ifade ile örtüşmüyor! Okur olarak kafam karıştı. Destek mi veriyorlardı? Yoksa “başarısız olması için ellerini, avuçlarını açmış dua (mı-BN) ediyorlardı.”? Belki ilerleyen sayfalarda başka devrimci grupların desteklediğini görebiliriz diye okumaya devam ediyorum. Ancak herhangi bir ibare göremiyorum. Hatta ilerleyen sayfalarda diğer devrimci güçlerin daha sert eleştiriler yaptığını okuyorum.
“(…) diğer örgütler eylem içinde tartışma başlatmak istediler. HK, HY, HB başta olmak üzere işgalin yanlışlığından tutun da, bunun “maceracı bir katliama kadar varacağı” suçlamalarını yapmaya başladılar.” (syf: 229) İlerleyen sayfalarda diğer devrimci güçlerin Deşt Toprak İşgaline ilişkin bu vb. durumları ifade eden birçok nokta görmek mümkün. Tüm bunları okuyunca “TKP/ML önderliğinde, örgütlü tüm Türkiye Devrimci Hareketi’nden güç ve destek alarak boyutlandırdı.” ifadesinin maddi bir zemin üzerinde durmadığını görüyoruz. Keza, Deşt Toprak İşgali, burada anlatıldığı şekliyle yapılmış ise, diğer hareketlerin yaptıkları eleştirilerin haklı gerçekliğini de göreceğiz ilerleyen satırlarda!
Bunca kafası karışık kişilerin bir araya geldiği bir hareket, kendi sübjektif güçlerini dahi örgütlemede sıkıntılar yaşarken, kadroları ve birincil derecede yöneticileri arasında dahi bir ideolojik birliktelik ve uyum sağlayamazken, devrimin yolu, yöntemleri vs üzerinde hem fikir olamamışken böylesi bir işgal ile böylesi bir tehlikeli “provaya” girişmesi HK, HY ve HB’nin “maceracı bir katliama kadar varacağı” suçlamalarını” haklı kılıyor! Onca kitleye karşı devletin bir katliam içerisine girmemiş olması, eylemin doğruluğuyla alakalı olmadığı çok açık. Keza, aksi olsaydı, yani bir katliam olsaydı, bu işgali organize eden hareket bu katliamın hesabını nasıl verecekti? İşin bu yönünü düşündü mü? “Güvenlik” olarak aldığını söylediği hazırlıklar ise, 20-30 bilemedin 50 kişilik ve ellerinde yetersiz teknik mühimmat ile bir gerilla gücünden bahsediliyor. Karşısında ise Elâzığ’dan, Erzincan 3. Ordu’dan, Dersim merkez ve Hozat’tan komando ve jandarmaların olduğu ifade ediliyor. Bunca büyük askeri bir güce karşı, bini aşkın ifade edilen savunmasız halkı nasıl koruyacağını anlamış değiliz! Her ne kadar kitlelerin güvenliğinin alındığı yazılsa da, eylemin ardından 100’e yakın insanın gözaltına alındığı da ifade ediliyor!
Diğer bir çelişkili nokta ise şurası; “bekliyorduk ama bu kadar bir güçle üstümüze gelebileceklerini kestiremiyorduk.” (syf: 239) denerek itirafta bulunuluyor. Ancak bunu 1 sayfa sonra yadsıyan şu ifadeyle karşılaşıyoruz. “Türk devletinin ve ordusunun böylesi bir operasyon gerçekleştirmesi bizi şaşırtmadı, korkutmadı ve şoke etmedi. Beklediğimiz bir durumdu.” (syf: 240) buna benzer ifadeleri satır aralarında görmek mümkün. Birbirini yadsıyan bu ifadelerle okur neyi almalı? Ne anlamalı?
Deşt Toprak İşgali 1979’un 29-30 Mart tarihinde yapılıyor. Bu tarihe dikkat çekmek istiyorum. Oysa 19-26 Aralık 1978’de Maraş Katliamı yapılmış, aradan yalnızca 3 ay geçmiş! Abdi İpekçi 1 Şubat 1979’da yani 2 ay önce katledilmiş. Bu vb. yığınla suikast olmuş. “24 Ocak Kararları” yine ’79 yılında gündeme gelmiş. Bu kararlar ile ülke ekonomisini neoliberal ekonomiye dönüşümünün hedeflendiği çok açıkken, bunun önündeki engellerin de her yol ve yöntemle aşılacağı vurgulanıp dururken, TSK 27 Aralık 1979 tarihinde “Uyarı” mektubu yayınlarken, NATO Brüksel üzerinden Türkiye’deki gelişmelere dair sürekli açıklamalar yaparken, bir darbenin ayak sesleri bu denli yüksek çıkıyorken bu tür eylemlerle mi uğraşmalıydı? Vizyon ve öngörü bu mu? Dışarıda ise yanı başında İran’da, “İslam devrimi” (1 Şubat 1979) gerçekleşiyor, peşinde ise Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesi (24 Aralık 1979) yaşanıyor. Ortadoğu’da sular ısınmış, NATO müdahalesi kapıda, Ortadoğu’daki durumlardan “kaygı” duyan ABD ve NATO, Türkiye’deki “istikrarsızlığın giderilmesi” için bir düzine şey yaptığını dönemin gazete arşivlerinde görmek mümkün. Şimdi sorum şu; kapıda askeri darbe dururken, Alevi ve sol kitleye karşı ciddi kıyım ve katliamlar mevcutken, senin kendi parti içinde ideolojik ve örgütsel sorunlar, bölünme ve ayrılıklar, tasfiyeler yaşayıp kan kaybettiğin bir dönemde, bu tür bir toprak işgali devrime, halklara ve partine ne kazandırdı? Darbeciler bu eylemi farklı değerlendirmek isteselerdi, onca kitleyi “teröristlerin işgali, devlete isyan içindeler” diyerek katlederlerdi. Darbe için bir neden daha ellerine almış olabilirlerdi! Kısacası, diğer hareketlerin niyeti neydi, ne değildi bilmiyorum, ama ifade ettikleri kaygılar eksik ve yetersiz de olsa, bence yerinde ve doğru kaygılarmış. Bugünden dönüp Deşt Toprak İşgal eyleminin yapıldığı süreci saydığım ve sayamadığım onlarca-yüzlerce objektif gelişme ışında değerlendirdiğinde, vasat bir durum!
Güvenliği alındığı söylenen eylemin güvenliği de sağlanamamıştır! Güvenlik için bulunan güçlerin, gözaltına alınan insanları uzaktan izlemesi gibi, Behzat Firik’in katliamı da izlenmiştir! Belki de doğru karar o an oydu. Bunu bilemiyorum. Ancak dikkat çektiğim nokta şudur, 1 arkadaşını dahi kurtaramayacak, caniler elinde alamayacakken, bini aşkın kitleyi, binlerce ifade ettiğin caninin elinden ve zulmünden nasıl koruyacaktın?
Fahri üyeler meselesi
Kitapta, fahri üyelere, “beklentilere” karşılık vermediklerinden ufak tefek sitemlerde bulunulmuş. Bu da oldukça liberal bir şekilde yapılmış. Ve kitapta, FÜ’lerin sonuçta ne olduğu, harekete ne denli olumsuz etkiler yaptıkları açıklanmıyor. Ve yalnızca FÜ olarak ifade edilen Muzaffer Oruçoğlu ve Arslan Kılıç olmuş. Oysa Süleyman Yeşil de var. Bu 3 FÜ tutuklu olmalarına karşın 1978’de yapılan I.Konferanstan 1987’ye kadar “doğal MK üyeleri” olarak kabul ediliyorlardı. “Kurtarıcı” olarak görünen FÜ’lerden Aslan Kılıç tahliye olduğunda ise nefesi eski önderi Doğu Perinçek’in yanında alıyor. Ve parti içinde kaldığı süre boyunca da Doğu Perinçekçi düşünceleri yaymakta geri kalmıyor! M.Oruçoğlu ve Süleyman Yeşil ise 1987 yılında yapılan III.Konferansla parti önderliğinden uzaklaştırılıyorlar. Bu iki FÜ’nün eseri ise, parti tarihinde “II.MK” olarak anılan süreci bırakmış olmalarıydı. Kitapta bu vb. daha birçok bilgiler de yer almış olsaydı, okur açısından daha sağlıklı olacaktı inancındayım.
Sonuç olarak; görüyoruz ki, 40-50 yıl önceki hata ve yanlışlar, hâlâ sorgulanıp düzeltilmemiş. Bu vb yaklaşımlarla da düzeltilmeyeceği çok açık. Bugün, yazdığımız bunca sayfa yazı ile bir şeylerin küçükte olsa düzeleceğine zayıf ve cılız bir umut besliyoruz sadece… Ama olsun, hiç umutsuz olmaktan iyidir!..
Yıllar önce, henüz Ali Kaypakkaya yaşamını yitirmemişti. Emrah Cilasun’un yaptığı tarzın daha geniş ve kapsamlı bir çalışmasını yapmak gerektiğini önermiştim arkadaşlara. Bir “sözlü tarih projesi” çalışması ile yarım asırlık tarihsel kesitin “hafızasını” oluşturmayı planlamıştım. Ayrıca bunun diğer bir yönünü de “belgeseller serisi” oluşturuyordu. Bu kayıtlarla 1-2-3-4-5… şeklinde her dönem ve süreci detaylıca işleyen bir belgesel serisi planlıyordum. Böylece bu tarih yazılmak istendiğinde, eldeki kayıtlarda gözden geçirilebilir, bunlara da dayanılabilirdi! Bu kapsamda, Muzaffer Oruçoğlu ve Ali Taşyapan gibi hareketin kuruluşunda yer alan, ardından hareketin kritik dönemlerinde, önemli yerlerinde özneleri olmuş kişilerle de kayıt altına almak, çekimler yapmak istedim. Duyumlara ve ikinci-üçüncü kişilerden aktarımlara değil, direk sürecin özneleriyle görüşüp kayıt altına almak doğru olanıydı. Başta M.Oruçoğlu ve A.Taşyapan ve daha birçokları memnun olacaklarını söyleyerek kabul etti. Ancak bu kayıtların yapılabilmesi için gerekli ekonomik durum sağlanamadığından çekimler yapılamadı. Böylece, tanıklarına dayanarak yapılacak bir “sözlü tarih projesi” ve “belgesel serisi” de projelerimden biri olarak kaldı! Bunu yazıyorum, çünkü hâlâ geç değil, bunun maddi zemini ayarlanabilirse, A veya B kimin yaptığı önemli değil, önemli olan yapılıp kaydedilmesidir!