(Srebrenitsa
soykırımı anısına...)
H.GÜRER
18 Temmuz 2017
Uzun çok uzun yıllardır karmaşık duygularındaki temel tonu özlem oluşturuyordu. Özlemek, tıpkı aletsiz bir işkence aracı gibi duygularını acıtan bir işleve sahipti. Olmadık şeyler kendisini geçmişe götürür, aklının alyuvarlarında hatıralarını sakladığı kristal küre her defasında düşüp kırılır, anıları dağılırdı dört bir yana. Sonra, bir çocuğun serpilmiş misketlerini toplar gibi anılarını toplardı hüzünle ve acı çekerek. Haşarı çocukluğunun gölgesini astığı badem ağaçlarına, hatıralarını saklayan lâl sokaklara, anıların üzerine kurulu evlerine, sevdiklerine ve yaşanmışlıklara bitimsiz bir özlem duyardı. Gece ağlayan karıncalar gibi, kalbi hüzünle titreyerek kalırdı zamanın acımasız kapılarında. Binlerce kilometre uzakta sürgünde duyumsardı çiçek açmış badem ağaçlarının kokusunu. Tıpkı bir koleksiyoncu gibi hayalleri ve hatıraları damıtarak biriktirirdi. Her onlara dönüp baktığında ürkek bir kuş gibi konacak yer arardı yüreği.
Çocukluğunun güz mevsimlerinde, akşamları,
mahallenin ihtiyarlarından birçok öykü dinlemişti. İçsel toplumlarda yaşlanmış
insanlar bilge olurdu. Bilge sözler ve hikâyelerle büyürdü oranın çocukları.
İçsel yolculuğunu yapmış ihtiyarlar, kendilerinden sonrakilere görüp
geçirdiklerini, duyup bildiklerini kendilerine has anlatım tarzıyla
öyküleştirerek bilgi aktarımı yapar gibi anlatırlardı. Nurhak, birçoğunu bölük
pörçük hatırlıyordu. Ama biri vardı ki onu hiç unutmuyordu. Adeta aklının en ak
sayfalarına kazımıştı her bir cümleyi.
Bir kış günüydü, evlerine abisinin
üniversiteden arkadaşları olan kirli sakallı delikanlılar, örgülü saçlı güzel
kızlar misafir olmuştu. Annesi ‘talebeler geldi’ demiş, sobaya meşe ağacı
atarak ateşi harlayıp büyük demlikleri sobanın üzerine yerleştirmişti. Ateş
dilli sobanın ortasında yer alan fırına ise konuklar için patates atmıştı.
Kimileri de onlara ‘solcular’ derdi. Sobada yanan odunun çatırtısı, ısıyla
beraber odaya inceden yayılan is, közlenen patatesin yayılan kokusu,
talebelerin saçlarında ve sakallarında getirdikleri bahar kokusunun hükmü
altına bağdaş kurardı.
Talebeler konuştuklarında, o bilge ihtiyarlar
adeta yüreğinin kulağını kabartarak saygıyla dinlerdi onları. Öyle bilge, öyle
mütevazi, öyle ustaca anlatırlardı ki, kendilerini dinletirlerdi. Bir gün
içlerinden gözlüklü biri:
“… cansızlıktan canlılığın oluşmasında ve
yaşamın sürmesinde suyun önemi büyüktür. Su evrene yaşamı getirdi. Canlıların
varlığını sürdürmesinin temel maddesi oldu. Su hayat, su bereketti. Su hayatı
doğurdu, insanı-canlıları var etti. Su ile gelen bereket huzuru da getirdi.
Huzur ise bilgiyi besledi, büyüttü. Bilgi ise uygarlıklar, medeniyetler kurdu.
İnsan ilk kez suda gördü kendisini. Suda öğrendi hayatı. Yine ondan öğrendi,
bir su gibi akarak yaşaması gerektiğini. Hiçbir canlı onun çekimine karşı
koyamaz. O olmazsa hayat olmaz. İnsanlığın evrendeki serüveni işte böyle
başladı…” demişti.
Şimdi bu hikâyeyi yıllar önce anlatan o kirli
sakallı solcu abinin anlatımındaki sade, etkileyici ve estetik cümlelerin
seyriyle akıyordu kıyısında durduğu Neretva Nehri’nin turkuaz rengi. Bu öyküyü
dinledikten sonra suya artık başka anlam yüklemeye başlamıştı.
Erken büyümüştü. Yüreği, gençliğini yontan
büyük sevdalara düşmüş, kış tipi hapishanelerde, taş hücrelerde, köhne
insanların teslim aldığı zamanlarda, uzun çok uzun yıllar geçirmişti. Sonraki
hayatı her şeyden ve herkesten uzak diyarlara sürgüne giderek devam etti. Şimdi
aklında geçmişin anıları, yüreğinde özlemleri ve yanında sevdiğiyle,
Balkanların şirin ve tarihi şehirlerinden Mostar’da Neretva Nehri’nin
kıyısındaydı. Kendi ülkesinin dışında her yere gitme özgürlüğüne sahip birer
sürgündü onlar.
Şimdi sırtlarında çantalarıyla, bilmedikleri,
merak ettikleri, tarihi, kültürel mekânları ve coğrafyaları gezen kendi
dünyalarının keşifçileriydiler. Mostar’da önce kentin ve insanın acı verici
yoksullukları çarptı gözlerine. Kucağındaki bebeğiyle dilenen gencecik ve yaşlı
kadınlar, yalınayak çocukların yırtık üstleri, kirli yüz ve elleri ama
parıldayan gözleriyle sokaklarda dolaşıyorlardı. Kent insan, insan kent
denklemindeki o gerçekle yüzleşince;
“insanlar yaşadığı
kente benzer.
Kentler de içinde
yaşayan insanlara benzer.
Çünkü kentleri
insanlar yapar.”
Dizelerini şaşkın bakışlarla ve bir martı
çığlığıyla mırıldandı sevgilisi… Aynı şaşkınlık ve keşfeden gözlerle
incelediler kenti ve insanı. 1992-93 yıllarındaki savaşın izlerini taşıyan
mermi ve bomba izleriyle dolu evler, savaşın ölgünlüğünü, insanı ve kenti,
tarihi ve doğayı talan eden yüzünü sergiliyordu. II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra
en büyük toplu soykırım 1995 yılında Sırplar tarafından Srebrenitsa şehrinde
yapılmıştı. Srebrenitsa bulundukları Mostar’a her ne kadar uzak da olsa, bu
kentteki savaşın izleri dahi Srebrenitsa
soykırımının tarifsizliğini
hissettiriyordu. 7-8 bin sivil insanın katledildiği Srebrenitsa katliamında, şehrin
ve çevresinde şuana kadar 42 toplu mezar bulunmuş, 22 farklı bölgede daha
olduğu tahmin ediliyordu. Tüm bunları kendi ülkelerinde o dönem henüz çocukken
TV’lerde izlemişlerdi. O zaman ‘çok uzaklarda’ olup bittiğini düşündükleri bu
soykırımın ve acı olayların yaşandığı toprakların üzerindeydiler şimdi. Buraya
gelmeden kısa zaman önce, bu toprakların dramını anlatan Jasmila Zbanic’in
‘Grbavica’sını ve Michael Winterbottom’un “Saraybosna’ya Hoş Geldiniz”
filmlerini izlemiş ve çok etkilenmişlerdi. Nurhak ve Şirin için her bilgi,
heyecan veren bir duyguydu.
Bu savaştan sonra şehirden ayrılan Sırplar
bir daha geri dönmemişler. İki sevgili keşifçi bu yıkımı bir yandan
fotoğraflayıp bir yandan incelerken, üstü yırtık, yalın ayaklı, yaşamı küçük
gözlerine sığdırmış esmer, zayıf bir çocuk geldi yanlarına. Anlamadıkları bir
dilde para istiyordu. Cebinden çıkardığı bozukluklara hiç bakmadan “Al bakalım”
diyerek çocuğun küçük avuçlarına bıraktı. Çocuk mutlulukla ve devşirme bir
Türkçe ile teşekkür etti. Çürük dişlerinin arasından küçük dilini çıkararak
gülümsedi. Esmer çocuk gitmek isterken Nurhak elindeki fotoğraf makinesinin
kadrajını ayarladı. Onun profil fotoğrafını çekmek, bu anın, bu tanışmışlığın,
bu tanıklığın, bu yaşanmışlığın kurgulanmamış özetini ‘soyut’ bir anıdan somut
bir kayıta dönüştürerek zamana çentik atmak istiyordu, Nurhak. Aynı duyguyla
karşılık verdi çocuk, küçük kara gözlerine sığdırdığı hayatın aydınlık
ışıltısıyla güldü. Yaşamın, acımasız ve ağır ciddiyetini ise çürük dişlerinin
arasından dilini çıkararak tiye aldı. Sonra ardına bakmadan, koşarak yoksul
sokakların koyu gizemli yalnızlığına doğru, gözden kaybolup yitti. İki sürgün
gezgin, yalın ayaklı çocuğun yerlerdeki diken ve cam parçalarının ayaklarına
vereceği zararı ve acıyı umursamadan koşuşunun ardı sıra bakakaldılar…
Her şey güneşin yatay çizgileri ve ılık bir
rüzgârın toz toprak savuran yakıcılığı arasında, yaşananların şaşkınlığıyla,
hızla olup bitmişti. Zaman, ışık hızıyla akmış, sonsuz evrenin boyutsuzluğunda
yitmişti. Yayılan ve gevşek yürüme tonuyla yönlerini Mostar Köprüsü’ne dönen keşifçiler,
kiraladıkları arabayı park ettikleri noktaya varmak üzereyken, sokakların
derinliklerinden koşarak gelen on-on beş kadar çocuğun etraflarını kuşatmasıyla
neye uğradıklarını şaşırdılar. Hepsi boynunu büküp elini uzatarak para istiyor,
birbirini itekliyordu. Olan tüm bozuklukları az önceki çürük dişli çocuğa
vermişlerdi. Bu kadar çocuğa verecek bozuklukları yoktu, hepsine ayrı ayrı para
vermek de zordu. Hem bu kadar çocuğun direk koşarak yanlarına gelmeleri de
ayrıca şüpheli bir durumdu. Az ileride bulunan araba parkı güvenlikçisi, henüz
birkaç saat önce arabalarını park ederek kendisine park ücreti ödeyen bu iki
genci tanımış, çocukların arbedesini de fark ederek yanlarına gelmişti. Nurhak
çocukların kaosuyla ilgilendiği için onun geldiğini fark etmemişti. Bir miktar
kâğıt parayı çocuklara vererek kendi aralarında paylaşmalarını söyledi. Birbirini
iterek toz çıkaran, arbedeye yol açan çocuklara kızan güvenlikçiyi hiç biri umursamayıp,
Nurhak’ın elinden parayı kapan çocuğun peşine koşmaya başladı hepsi. Sevinç ve
mutlulukla, bağırarak kendi dünyalarına doğru yalın ayak koştular. Artları sıra
bakan keşifçiler anladılar, burada çocukların gün gün, ay ay, hafta-hafta, yıl
yıl değil, yiyecek buldukça büyüdüklerini… Ve anladılar, mutlu olmak için çok
şeye sahip olmaları gerekmediğini…
Bir at kafası kadar uzun bir yüzü, boncuk
gibi gözleri olan güvenlikçi, sarışın, hafif alnı açık, 40-45 yaşlarında
biriydi. Nurhak ve Şirin’e doğru yaklaşarak arkalarından toz bulutu bırakarak
doğuya doğru koşan çocuklara doğru elini kaldırıp: “Komşu ora şeytan” deyip
sonra da batı kısmını eliyle göstererek “Bura insan” diyerek kırık Türkçesiyle
doğuya doğru gitmemelerini tembihledi. Bir yandan anlatırken, diğer yandan jilet
kadar keskin ve sinsi gözlerle süzüyordu iki genci.
***
Nurhak ve Şirin bu çocukların, dişleri çürük
çocuk tarafından kendilerine gönderildiğini anlamıştı. Yoksa bu kadar kısa
sürede bu kadar çocuğun bir araya gelip, direk koşarak etraflarını sarmalarının
başka bir açıklaması yoktu.
Dilencilerin haline karşı büyük bir üzüntü
duyuyorlardı. Bu üzüntü, insanları bu hale düşüren sisteme karşı ise içten içe
bilinçli bir karşı çıkışı zihinlerinde örgütlüyordu. Dilencilerin dilenme koşullarından
kurtulmasının yolunun onlara para vermekten değil, insanların hepsinin
kurtuluşu gibi ancak toplumsal sistemin değişmesiyle mümkün olacağını da
biliyorlardı. Buna karşın yaşadıkları kentte dilencilerle karşılaştıklarında
süt veya ekmek alıp veriyorlar, bunu yapma olanağı yoksa o anda varsa
ceplerinde bozuklukları veriyorlardı. İnsanların kendisi için bir şeyler
dilemesi son derece anlaşılırdı. Ama dilenmek, her gün, her defasında
kendisinden, onurundan, gururundan, insanlığından bir şeyler vermek demekti.
Bedeli ağır bir işti. Tek bir harfin insanı düşürdüğü hali düşünüyordu Nurhak.
Dilemek ve Dile-N-mek arasındaki tek bir ‘N’ harfi! Bu ‘N’ harfi makul sınırlar
içerisinde anlaşılacak bir dileği o sınırlardan taşıran, makul olmaktan çıkarıp
başka bir ifadeye kavuşturarak, hoş olmayan bir niteliğe dönüştürüyordu.
İnsanların dilenmediği, çocukların ölmediği, şairin ifadesiyle “şeker
yiyebildiği” bir dünya kurulmasının zorunluluğuna inanıyordu. Ancak bunun
olması için bilmek ve inanmak yetmiyordu. Çünkü bu sistemin ve dünyanın bu
halinin değişmesi gerektiğini tüm insanlar biliyordu. Ama dünya insanların
bildiği bu gerçeğe karşın değişmiyordu. O halde yalnızca bilmek yetmiyor,
değişmesi için bir şeyler yapılması gerekiyordu!
***
Gittikleri her kentin tarihsel yapısına olan
merakları, onları tarih tornacılığı yapmaya sürüklüyordu. Özellikle doğrudan,
dolaysız bilgiler edinmek kendilerine eşsiz bir haz veriyor, paha biçilmez
kıymet taşıyordu. Gitmeden önce o kente ilişkin kapsamlı bir araştırma yapar, planlar
çıkarırlardı. Nobel ödüllü Mesa Selimovic’in “Drina Köprüsü” ve “Derviş ve
Ölüm” kitaplarını da bu araştırma sonucu bulmuş ve zevkle okumuşlardı.
Araştırmaları sonucu “Most”un Boşnak dilinde köprü anlamına geldiğini
öğrendiler. “Stari Most” ise “Eski köprü” demekti. “Mostar” ise “Köprü Tutan”
anlamına geliyordu. Yelken açtıkları her yer başkalarının mavisiydi. Kendi
mavilerini yitirmiş sürgünlerdi, kentlerin
horladığı tekinsiz uykularda gezinirlerdi.
Mostar, ismini aldığı köprüyle, altında
yüzyıllardır akan Neretva Nehri ile camisi, kilisesi, Müslüman’ı-Hırvat’ı ile
bir bütündü. Tüm farklılıklar yaşamın renk cümbüşünü ifade ediyordu. Bu şirin
küçük kentin bu kısmı, tüm bu özellikleriyle adeta isimsiz bir usta ressam
tarafından rengârenk boya pigmentlerinin karışımıyla çizilmiş tarihi bir gravür
gibiydi. Diğer taraf ise, kentin ruhunun can çekişen tuvalini sergileyen,
yoksulluğun ve sefaletin acımasız nefesini soluyan insanlarla doluydu.
Bakırcılar Çarşısı denilen bölge Mostar Köprüsü’nden
geçtikten sonra Neretva Nehri’nin sol kısmında kalıyordu. Küçük ve şirin dükkânlarda
kadınların el emeğiyle ürettiği eşyaların yanı sıra, bakır ustalarının ürettiği
bakırdan eşyalardan çok hoş hediyelikler vardı. Eşyaların satıldığı ahşap ve
taş dükkânların iç gıcıklayıcı estetikliğinde küçük bir sokaktı burası. Bir süre
bakır ustalarının çalışmalarını izleyip fotoğrafladılar. Bulunuşu tarih
öncesine dayanan bakırın, muazzam ustalıklarla alet ve silah yapımında
kullanılan bu ilk madenin işlenişini hayranlıkla izlediler. Buradan dostlarına
birkaç hediyelik eşya aldılar. Nurhak otantik ve çeşitli desenlerle işlemeli
gaz lambalarına hayran kalmıştı. Almak istediyse de onca yol kırılma riski
olduğundan almaktan vaz geçti.
Kentin sokaklarını oluşturan taş yollardan
içlere doğru ilerlediler. II. Paylaşım Savaşı’nda Mostar’ı savunurken ölenler
için yapılmış olan Partizan Abidesi ile karşılaştılar. Şehirdeki önemli anıt
mezarlıklardan biriydi burası. Oradan Neretva Nehri’nin kıyısına indiler. Temiz
ve turkuaz akışını izlediler bir süre. Rivayete göre Yugoslavya yıkıldıktan sonra
çıkan iç savaşlarda yıllarca kızıl akmıştı Neretva. Yıllarca infaz edilen
insanların cesetleri kaybedilmek için atılmış bu nehre. İnsan kanı ile rengini
yitirmiş uzun bir zaman. Cesetlerle ağırlaşmış, coşkunluğunu kaybetmiş ve
durgunlaşmış. Bitmeyen silah sesleriyle sağır olmuş. Kini, nefreti, düşmanlığı
boğmak ve Mostar’ı kurtarmak için köprüyü yutmuş Neretva. Bu yüzden adına
hüzünlü şiirler yazılmış, acı türküler söylenmiş. Kendisine bunu yapan insana
küsmüş Neretva. Sevdiklerini yitirip, kıyısında ağlayanların gözyaşlarını
biriktirmiş her zerresinde. Gözyaşlarıyla akan bir nehre dönüşmüş. Şimdi,
geçmişten geleceğe doğru gözyaşlarıyla akıyordu Neretva Nehri, durgun, sessiz
ve hüzünlü.
***
Bu küçük kentte savaşla başlayan ayrışım hâlâ
devam ediyordu. Nehrin doğusunda Müslümanlar, batısında Hırvatlar yaşıyordu.
Şehrin Müslüman ve Hırvat kesimini birbirine bağlayan Mostar Köprüsü 1993
yılında Hırvat tanklarının top atışlarıyla yıkılana kadar dört-yüz yıldan fazla
ayakta durmuş koca bir tarihti. Bu tarihin üzerinden gençler kendilerini 24
metre yükseklikten Neretva Nehri’nin derinliklerine bırakıyordu. Öyle havanın
sıcak oluşundan filan değil, çok eski bir gelenekmiş köprüden atlamak. Bu
geleneğe göre gençlerin sevdiklerine ve kızın ailesine evlenmeden önce
gösterdikleri cesaretlerinin bir ifadesiymiş. Tüm bunları az sonra oturacakları
restorandaki garsonlardan öğreneceklerdi.
Restorana girdiklerinde, her taraftan Türkçe
konuşmalar duydular. Şaşırdılar. Oturduklarında yan masadakilerin de Türkçe
konuştuklarını duyunca Nurhak merakla göz göze geldiği adama:
-“Affedersiniz, Türkiyeli misiniz hocam?” diye sordu.
-“Evet,” dedi fırça bıyıklı, ablak suratlı adam.
-“Burada mı yaşıyorsunuz?”
-“Hayır, gezmeye geldik.”
-“Hayli kalabalık, çok sayıda Türkiyeli var. Ondan sordum.”
-“Evet, çünkü 3 otobüs geldik Türkiye’den. Balkan turu yapıyoruz.”
-“Ne güzel. Peki, bundan sonraki durağınız neresi?”
-“Karadağ. Karadağ’ın Kotor ve Budva şehirleri.”
Böylece bunca Türkiyelinin bu küçük şehirde
olmasının nedenini anlamış oldular. Karşılıklı sorularla koyulaşan sohbet,
birbirine ıhlamur kokulu çay ikramıyla devam etti.
***
Nurhak ve Şirin köprüyü gören bu küçük ve nezih
restoranda ıhlamur kokusunun ve hoş sohbetin eşliğinde bu güzel manzarayı
süsleyen erguvan morunun, doğanın yeşilinin, göğün bulutsuz engin mavisinin ve
Neretva Nehri’nin turkuaz renginin birleşmesinin eşsiz lezizliğini bir süre
izlediler. Ruhsal bir ziyafet yaşıyorlardı adeta. Garsonlar ise rengârenk yöresel
kıyafetler giyinmiş bu manzaranın büyüsüne kapılmış insanlara hizmet ediyordu.
Garson kızlar kırmızı şık bir ipek şalvar, üzerine beyaz gömlek, onun üzerine
rengârenk işlenmiş adına ‘tkanica’ denen bir kemer, onun üzerine kırmızı beyaz
işlemeli ‘zubun’ dedikleri bir yelek, ayaklarında ise ‘opanci’ dedikleri çarık
giyinmişlerdi. Garson erkekler ise, ‘don šalvare’ denilen pantolon, üzerine
beyaz gömlek ve kırmızı kuşak, ‘zubun’ dedikleri siyah deriden çoban yeleği ve
‘opanci’ dedikleri çarık giyinmişlerdi. Hepsi birbirinden göz alıcı ve güzel
kıyafetlerdi.
***
Mostar Köprüsü’nün o yüksekliğinde atlamak,
izleyenler için bile oldukça ürkütücüydü. Her atlamada izleyenler nefesini
tutuyordu. Ta ki, atlayan kişinin bedeni bir sorun olmadan Neretva Nehri’nin
derinliklerinden tekrar çıkana kadar. Atlayan kişi sudan çıkınca herkes derin
bir nefes alıyor, ardından bu cesaretinden dolayı bir alkış tufanı kopuyordu. Nehrin
buz gibi soğuk yüreğine atlayan gençler, yaşam ve ölüm arasındaki soğukluğu da
hissettiriyordu bir çok izleyene.
Bu kadar güzel bir manzarada, bu denli
tehlikeli bir atlayışı durmadan yapan insanları yakından görmek ve
fotoğraflamak için Nurhak ve Şirin Mostar Köprüsü’nün üzerine gittiler. Şirin
hayranlıkla ve korkuyla karışık duygu yoğunluğu altında atlayanları izliyordu.
Köprünün yüksekliğini oturdukları restorandansa, şimdi üstünde daha iyi
anlıyorlardı. Bu da korku ve kaygılarının daha da yükselmesine neden olmuştu.
Atlayan birkaç kişinin fotoğrafını çekti Nurhak. Köprünün üstü oldukça
kalabalıktı. Garsonlar bu kalabalığın hiç eksik olmadığını söylemişlerdi.
Köprünün üzerinde Türkiyeli ziyaretçiler oldukça yoğundu. O sırada atlamak
üzere olan insanlara para verildiğini fark etti Nurhak. Kimileri ise pazarlık
yapıyordu. Anlam veremedi. Daha fazla yaklaştı olup biteni anlamak için.
Atlamak için hazır bulunan gençlerden biriyle, Türkiyeli bir erkek konuşuyordu.
Daha doğrusu pazarlık yapıyordu. Neyin pazarlığıydı anlamış değildi Nurhak.
Türkiyeli adamın yanında iki türbanlı kadın vardı. Meraklandı ve daha fazla
sokuldu yanlarına. Diyalogları duyunca şaşırdı. Türkiyeli adam, atlamak için
hazır bulunan gence atlaması karşılığında para veriyor, o ise miktarı az
bulduğunu söylüyor pazarlık yapıyordu.
-“Tamam, dediğini vereceğim ama takla da atacaksın!” diyordu.
-“Olur, takla da atarım,” diyordu kırık bir Türkçeyle Bosnalı genç.
Nurhak şaşkın ve ne olduğunu anlamaya
çalışırken o sıra anlaştılar Bosnalı genç ve Türkiyeli adam. Kaşla göz arasında
genç parayı aldı, şortunun cebinden çıkardığı bir plastiğin içine koyup ağzını
bağladı ve tekrar cebine koyup fermuarını kapattıktan sonra kendini köprüden
aşağıya bıraktı. Parayı veren kişinin ısrarı üzerine takla da atmıştı. Bu
yüzden dengesini toparlayamamış, suya pek de iyi olmayan bir şekilde sırt üstü
düşmüştü. Parayı veren Türkiyeli adam ve yanındaki iki türbanlı kadın kahkahayla
güldüler. Oldukça eğlenmiş gözüküyorlardı. Nurhak’ın hiç hoşuna gitmedi bu
durum. Dönüp ardını gitmek istedi. Ama kendisi de ne olduğunu anlamadan
adımları geri dönüp hâlâ kahkahaları yüzlerinde asılı duran üç kişinin yanına
gitti. Kadınların parmaklarındaki yüzükler, bileklerindeki kalın kalın burma
bilezikler, yüzlerindeki abartılı makyajları gözüne çarptı.
-“Merhaba. Affedersiniz bir şey soracağım.” dedi
sakince. Aslında elleri titriyordu.
Kadınlar da adam da şaşırmış bir şekilde
dönüp Nurhak’a baktılar. Yaşına karşın yüzünde sakalları çıkmamış köse adam:
-“Buyur sor,” dedi.
-“Köprüde atlamanın nasıl bir gelenek
olduğunu biliyor musunuz?” dedi Nurhak aynı sakinlikle.
Köse adam kaşlarını bir şeytan gibi çattı.
Yüzünü hemen bir bilge ifadesiyle şekillendirdi. Bilmiş ve ukala bir şekilde
gerinerek:
-“Evet” dedi. “Geleneklerine göre cesare…”
-“Biliyorum, biliyorum.” Diyerek sözünü kesti
Nurhak: “Ben olsam para vermezdim. Hem o güzel geleneklerini yok etmemeleri
için, hem de atlayıp kendisini kayaya vursa, ya da boğulsa, yaşamını yitirse
bir insanın canına sebep olmayıp, vicdan azabı çekmemek için. Bir de takla
atmasını istiyorsunuz, bakanlarınızın vatandaşa ‘takla at görelim’ ifadesini
örnek alıyorsunuz sanırım? Yazık çok yazık…” diyerek sesindeki çelik ve soğuk
kesinlikle, iğreti bir bakışla gezdirdi gözlerini üçünün üzerinden. Tanımadığı
bu kişilere, yaptıkları yanlışlığa karşı tavır koyarak cevap dahi vermelerini
beklemeden uzaklaştı yanlarından. Söylenen sözlerin ağırlığı ve
beklenilmemişliği karşısında şaşkın ve afallamış bir şekilde hiçbir şey demeden
bakakaldılar Nurhak’ın arkasından.
Şirin kendisine doğru vakur adımlarla yürüyen
Nurhak’taki gerginliği fark etti:
-“Ne oldu?”
-“Ne olacak?” dedi ve durumu Şirin’e anlattı
detaylarıyla.
İkisinin de bu duruma canı sıkılmıştı.
Geçirdikleri bu güzel günün pozitif enerjisini çekip almıştı bu olay. Güzel bir
geleneğin, iğdiş edilmesine tanık olmak acı vermişti. Buradan kim geçerse ve
para verirse gençler nehre atıyordu kendisini. İnsanları bu hale getiren
sisteme bir kez daha öfkelendi.
Gün devrilmeye yüz tutmuştu. Soğuk bir güneş
akıyordu tenlerine. Rotaları Adriyatik’in incisi Dubrownik’ti. Uzun bir yolculuk
kendilerini bekliyordu. Bir martının göçe hazırlığı gibiydi telaşları. Daha
fazla geceye kalmadan yola çıktılar. Yol boyunca bu olaya karşı sinirleri
gerildi her ikisinin de. Nurhak susmuş konuşmuyordu ama aklı durmuyor, uzayıp
giden arabanın farları eşliğinde kendine sorular sorup yanıtlar veriyordu
sürekli.
-“Ne düşünüyorsun?” sorusuyla dilsiz sessizliği böldü Şirin.
-“Düşünmüyorum, soru soruyorum.”
-“Kime?”
-“Köprüden atlayan gençlere…”
Şirin şaşırdı önce. Anlayamadı ne demek istediğini.
-“Nasıl yani?” dedi.
-“Soruyorum işte bir delikanlıya ‘Ne iş yaparsın?’ diye. O da bana yanıt
veriyor: “Para karşılığında köprüden atlıyorum!”
Nurhak’ın sesi adeta rendeden geçirilmiş
gibi, bölük pörçük çıkmıştı dudaklarının arasından. Çaresizliği ve acıyı yüreklerinin
en derinlerinde duydular ve kapattılar konuyu. Günün yorgunluğunun
sessizliğiyle, yabancısı oldukları bu ülkeden ayrılmak için bakir doğanın
içinde bir yılan sırtı ve kıvrımı gibi geçen yollara düştüler. Artları sıra
uzayan gölgelerle Neretva Nehri’nin üzerinden geçtiler. Yavaşlayıp hayranlıkla
son kez baktılar. “Derler ki; suya omuz vermiş kentlerin kimliği, su tarafından
belirlenirmiş.” Dedi Nurhak ve hızlanarak yoluna devam etti.
Neretva Nehri, bu güzel ülkenin bu şirin
kentine tanık olduğu acı ve hüzünle, hoş ve güzellikleriyle dolu bir kimlik
kazandırıyor, bendine sığmayan bir heyecan gibi döl tutmayan iklimlerin
yüreğine akıyordu…