H.GÜRER
5 Temmuz 2017
Teknoloji
bilgisayarla, sanal âlem ise İnternet ile yaşamımıza girdi. İnternetin gelişip
yaygınlaşmasıyla sanal serüvenine başlayan insan, akıllı telefon ve android
uygulamalarla bunu bir üst aşamaya çıkardı. Sabahın ilk saatinde kurduğu alarmı
kapatmak için eline aldığı telefon ile sanala bağlanmaya başlayan insanın, reel
yaşama dönmesi güçleşti. Gündelik alışkanlıkları, davranış ve yemek yiyişi,
hatta WC’ye gidişine kadar her şeyi değişti. Giysilerimizin vücut şeklimizi
biçimlendirip şekillendirmesindeki etkisi gibi, kullandığımız teknoloji de
algımızdan, düşünüş ve yaşam tarzımıza, uzuvlarımızı kullanmaya kadar bizi
biçimlendirip şekillendirmektedir. İşte bu vb. birçok nedenden ötürü teknoloji
CEO’larının bu teknolojiyi kendileri ve çocuklarının kullanmadığını biliyor
muydunuz? Hatta kendilerinin de akıllı olmayan telefonlar kullanarak bunun
nedenini soranlara “akıllı telefon kullanacak kadar boşa harcayacak zamanım
yok” dedikleri de bir sır değil.
Bir Çin atasözü: “Bir yılı planlıyorsanız, pirinç yetiştirin. Yirmi yılı
planlıyorsanız ağaç yetiştirin. Yüzyılları planlıyorsanız, insan yetiştirin…”
der. Peki, bizler başta kendimizi sonra da çocuklarımızı nasıl yetiştiriyoruz?
Yılı mı yoksa yüzyılları mı planlıyoruz? Ya da yaşamı planlaya biliyor muyuz?
Hayat verdiğimiz çocuklara uğrunda yaşanılır bir hayat bırakabilmek için ne
yapıyoruz?
2010 yılında Steve Jobs'un iPad tanıtımı sırasında gazetecilerin “Çocuklarınız
iPad'e bayılıyor olmalılar?” sorusuna “Daha hiç kullanmadılar... Çocuklarımızın
evdeki teknoloji kullanımını kısıtlıyoruz” dediğini hatırlayalım.Yine teknolojinin
kalburüstü E-Bay,Google, Apple, Yahoo, Instagram, Twitter, 3D robotics ve Hewlett-Packard gibi
devleri, çocuklarına özellikle de okul günlerinde teknolojik cihazların kullanımını yasakladıklarını ve bu
çocukların akıllı telefonla tanışmak için 14-15 yaşını beklemek zorunda
olduğunu biliyor muydunuz? Sadece yasaklama değil, aynı zamanda eğitimde de bu
araçlardan uzak tutuluyorlar. Bunu ailelerin çocuklarını göndermeyi tercih
ettikleri “School of the Peninsula” okulunun özelliğinden anlıyoruz. Bu okul
kendini tamamen teknolojiden arındırmış, bilgisayar ekranı ya da akıllı
tahtalar yerine eski kara tahtalar, tebeşirler,kâğıt ve
kalem var. Özellikle yatak odasında her türden teknolojik araç yasak!
Öğrenmenin diğer temel malzemeleri; boya fırçası, örgü ve dikiş iğneleri ve
bazen de çamur.Yani algısal ayırt edilebilirlik ve reel
ilişkiler ağacı oluşturmak.Oysa
birçokları, 3-5 yaşındaki çocuklarının Facebook’taki etkinliğiyle, akıllı telefonları kullanmalarıyla
övünmekteler. Hatta telefonlarında kendi yapamadıklarını çocuklarına yaptırarak
gurur duymaktalar!
Dünya ölçeğinde, iletişim ve bilişim teknolojisinin her kesim açısından
etkin bir iletişim aracı olduğunu biliyoruz. Ancak bu araçlar, her
kesim açısından aynı oranda bağımlılık düzeyinde veya vücudunun bir uzvu
konumunda değil. Bağımlı hale gelenler daha çok bilinçsiz kullanıcılarda
oluşuyor. Bu bilinçsizlik, sanal âlem içerisinde var olmaya, bir yaşam alanı
kurmaya dönüşmüş durumda. Bunu yaparken de sanal âlemde var olurken, reel yaşamda silikleşiyor!
Ya da reel yaşamda zayıf, problemli, kişilik sorunu olan ve hiçbir değer
yarat(a)mayanlar, sanalda bu yönlerinden arınmış ‘güçlü’ bir profil inşa ederek
hiç olmadığı bir karakter ve yalan ile var olurken, takipçi veya üye sayısı ile
gönderilerine aldığı beğeni ve paylaşımlarla kendine küçük hükümdarlıklar
kuruyor. Bu ‘küçük dünyayı’ daha ‘büyük dünyaya’ dönüştürmek, takipçi ve beğeni
sayısını arttırmak için ahlaki ve etik değerlere sığmayan yöntemlere
başvurulabiliyor. Gerçek kimlik ile sanal âlemdeki profil arasındaki uçurum zaman içinde büyüyor
ve reelde hissedilenle, sanalda yansıtılanın, gerçekte sahip olduğuyla arzulananın
iç ve dış gerçekliği kişiyi reel dünyadan soyutluyor. Kişilik bozukluğuna,
türlü eğilim ve sapkınlıklara, kendisine farklı misyonlar biçmesine, olmadığı
şeyi olmuş, yapmadığı şeyleri yapmış gibi göstermeye dek sürüklüyor. Zaman
içinde, başta kendisini olmak üzere, insanlara karşı usta bir yalancı ve
manipülasyoncu organizmaya dönüştürüyor. Belki bu tür insanlar 10-15 yıl önce
bu denli yaygın değildi. Şimdi etrafınıza bir bakın, bunlardan çok olduğunu
göreceksiniz. En önemlisi kendinize bakın, bu yönlü bir dönüşüm içinde
olabilirsiniz!
İletişim ve bilişim teknolojisi, özellikle de günümüzde ve
toplumsal olayların geliştiği dönemlerde kitlelerin etkin ve kolektif bilgi
alış-verişi açısından hayati önem taşıyor. Ülkemiz özgülünde bunun en
öğreticisi Gezi Direnişi’ydi. Türkiyeli sol kesim, sanal âlemin o zaman ne
kadar etkin ve önemli bir alan olduğuna tanık oldu ve ateşi keşfeder gibi
keşfetti! Ki bu keşif ile pratikten çok bu alana üstünkörü bir yoğunlaşma
sağladı. Fakat bu alan da bilinçli, örgütlü, kontrollü bir hâkimiyetin
sağlanması için bilinçli-programlı-eğitim merkezli bir çaba ve bir uğraş
içerisine girilmediği için mümkün de olmadı. Zira pek de gerek yoktu. Çünkü
toplumsal olarak bilmediğini ‘biliyorum’ diyen, öğrenmediğini ‘öğretirim’ diyen
bir yapıya sahipti. Bu alanda kurumsallaşmak için öğrenip-eğitimden geçmeye ne
gerek vardı? Her şey gibi bu alanda da üstünkörü bir şekilde ‘var olur gider’
kişilerin sınırlı kişisel yetenekleri, beceri ve kapasiteleriyle ‘var olur’du!
Tıpkı plansız programsız-tüzüksüz-kongresiz partiler kurmak, kurumlar
oluşturmak, yaptığı etkinliklerin kısa-orta ve uzun vadeli getiri-götürüsünü
hesaplamamak vb. gibi… Yani bu tarz ilk değildi, son da olmayacaktı…
Gezi Direnişi sonrası siyasi iktidarın bu alana ilişkin hızlı ders çıkarması
ve sanal âleme büyük ağırlık vererek ‘boşlukları’ doldurmasını
izledik. İktidar Gezi Direnişi sonrasında medya ekipleri kurdu, yüz binlerce
yandaş hesap oluşturuldu. Bu hesaplar sanal alemde asparagas haberlerle, yeni
gündemler yaratacak kadar aktif rol oynadı. Solun sanal âlemde temelleri ve
bilinci olmayan ‘aklını’ bulanıklaştırdı. Yine olmayan ‘birliğini’ de daha da
ayrıştırdı. Gezi Direnişi’nde sanal âlemde elde ettiği kısmi etkisini ise reel
ayağını boşaltarak, sanala hapsederek marjinalleştirdi.
Ülkemizdeki siyasi iktidar bu alanın önemini görüp
gereklerini yaparken, önemli bir şey daha fark etmişti; ‘Sol’un bu alana
bilinçsizce daldığını, bu dipsiz âlemde kendi kendisini deformasyonunu,
dezenformasyonunu, deşifrasyonunu, gelişen bağımlılığını, yaşamda ve söylemdeki
uçurumunu ve söylemlerin reel yaşamdan kopukluğunu ve içinin koca bir balon
gibi boş olduğunu gördü! Bu sistemin isteyip de bulamadığı özel bir durumdu.
Bu alanda solun bir süreliğine de olsa etkin olmasını
bilinçli olarak istedi ve teşvik etti. Gazetecilerin, yazar-çizerlerin
hapislere atıldığı bir ülkede, sanal âlem “kendini
anlatabileceğin en geniş, en özgür ve nefes alınacak alan” olarak görülmesini sağladı. Önemli
ölçüde bu başarıldı. Artık yedinden yetmişe kendisine ‘sol’ diyen herkes sanal
âlemde yerini almıştı. Özellikle de iddiasını yitirmiş, bu işi yalnızca sosyal
yapı içerisinde bir yer edinme, bir statü elde etme, var olma derdiyle
kendisini gösterme egosu ve çabası içinde olanlar, paylaşımlarda bulunarak en
önde yerlerini aldılar.
Bu alanı kendini gösterme derdinde olan klavye devrimcileri
“var olma” alanı olarak ele alırken, “devrimci” gruplar bu alanları birer
ajitasyon/propaganda ve sistemi teşhir alanı değil “örgütlenme” sahası olarak
ele aldı. Sistem de bu algıyı hiç bozmadı. Aksine bu şekilde düşünülmesi
sistemin işine geldi. Böylece istediği gibi kontrol edecek, sokakta, fabrikada,
amfide, tarlada kitleleri örgütleyen gruplarla ve karşı koyuşlarla uğraşmak
yerine, sanal âlemde bir yandan kendi kendilerinin içini boşaltmayı,
deşifrasyonunu ve teşhirlerini sağlayacak, diğer yandan kontrol edip
fişleyecek, zamanı geldiğinde de gereğini yapacaktı. Ancak bunlardan çok ama
çok daha önemli olanı ise sanal alemdeki paylaşımlar önemli oranda
dezenformasyon ve dejenerasyon içermesiydi. Kendisini “devrimci” ilan edenler
tarafından doğru-yanlış-kirli bilgi karmaşası ile kitlelerin kafası
karıştırılıyor, güvensizlik yayılıp, sosyal pratikten uzak durmalarını
sağlıyordu. Sistemin isteyip de başaramadığını kendi kendilerine yapıyorlardı.
Bundan öte daha ne istenirdi ki?
Tüm bunlar sistemin özel bir uğraşı gerekmeden gerçekleşti.
Yaşam tarzı feodal, despot, burjuva, kısacası devrimciliğin dışında her şey
olan, her yönüyle çürüyüp yozlaşmış, devrimci olmayan, yaşamdaki duruşlarıyla
karşı devrime objektif olarak hizmet eden ama kendisine “sol-sosyalist” diyen
kimseler tarafından bu başarıldı. Sanal âlemde
“solculuğu-devrimciliği-sosyalistliği” kimseye bırakmayan bu unsurlar, ‘sol
paylaşımlarla’ sol düşünceye, ‘devrimci paylaşımlarla’ devrim düşüne zarar
verdi, içini boşalttı. Özünde karşı devrime hizmet etti/ediyorlar. Karşı
devrimin her türden ideolojik saldırısı, anti-propagandası devrimci dinamiklere
sahip çevreler tarafından önemli ölçüde savuşturulsa da, yukarıdaki bu unsurlar
tarafından yapılan paylaşımlar Truva atı misali bir rol görüyor ve daha ağır
tahribatlara yol açtı/açıyor.
Devam edecek…