Kripto paranın Ekonomi Politiği-I
H.GÜRER
11 Nisan 2018
Bu makale, günümüz klasik para olgusunun ve mevcut sistemin tarihsel
oluşumunu, gelişmesini, döngüsünü ve mantığını özetlemeye çalışmakla
kalmayacak, geleceği şekillendirecek, sistemleri ve yaşamı değiştirecek kripto
paraların dünyayı nasıl değiştireceğine de dikkat çekmeye çalışacak. Şüphesiz ki,
eksik tonlarca yan kalacaktır. Kapitalist iktisat ekonomisi üzerine
yüzyıllardır binlerce kitap yazılırken bizim bunu eksiksiz olarak bir makalede
sunmamız zaten gerçekliğe aykırı olurdu. Burada amaç küçük verilerle bir
yaklaşım ortaya koyarak perspektif çizmek, bilinç ışımasına küçük bir katkıda
bulunmak. Geleceği şekillendirecek ve gerek klasik kapitalizmin gerekse onun
iktisat yasalarını alt üst edecek çok önemli bir gerçeğe; kripto paralara
dikkat çekmek!
Kripto paralar ve yapay zeka gibi gelişmeler yalnızca üreten makineler olmaktan
ibaret değil; düşünen, yöneten, sevk ve idare eden, inisiyatif alan, uygulayan
vb. gibi insanlık tarihinin en büyük olgularına ve değişimlerine yol açacak.
Düşünürler İnsan olmayan bir yapının zeki
olması fikrinin, insan bünyesine pek huzur verici nitelikte olmadığını vurguluyorlar.Moore Yasası'na göre teknolojik gücümüz ortalama 2
yılda bir yaklaşık 2 katına çıkıyor. (Bu yasa, teknolojinin hız ritmini
öngörüyor. Belli tıkanıklar içeriyor olsa da gelişmeler yavaş da olsa
belirlenen yönde ilerliyor!) Moore Yasası’nın öngördüğü teknolojideki ritmik
gelişme, toplumsal gelişmeyi de sağladı. Tekno insan, tekno toplumlar haline
dönüştü dünya. İnsanın kaçınılmaz diyalektik döngüsüdür; insan teknolojiyi
üretir, teknoloji de insanı geliştirir ve ilerletir.
Şimdilerde mimari optimizasyonları ve çok işlemci sistemler ön plana
çıkmaya başladı.
Nesneye yönelik programlama’ ve ‘multi-threaded’ gibi çoklu kullanım özelliğine sahip
bilgisayarlar birden fazla iş parçacığını donanım desteği sayesinde
çalıştırabilir. Bugelişmelerin dışında yakın gelecekte ‘paralel programlama’ bekleniyor. Tüm
bunlar, yalnızca bilgisayar programcılarının değil, tüm insanlığı ve dünyayı
yeni bir adaptasyon ve değişim süreci beklediğinin de habercisidir!.. Bu ritmik
gelişim ve devasa büyüme karşısında makina zekasının insan zekasını kat be kat aştığını bilim insanları kaygı ve korkuyla vurguluyor. Bir
yapay zekanın devreye sokulması halinde 7,5 milyon insanın (İsviçre nüfusuna eş
değerde!) teknik bakımdan yaptığı işi yapabileceği, iki hatta üç katı insanı da
yönlendirebileceği ve kontrol edebileceği gerçeğinden söz ediliyor. Tüm bu
gelişmeler gibi bilim ve teknoloji alanında daha binlerce gelişme söz konusu.
Bu baş döndürücü gelişmelerin hepsi bize hiçbir şeyin yaşadığımız çağda daha 1
ay öncesinden bile aynı durumda olmadığını gösterirken, 19. ve 20.yüzyılın
kuramlarıyla tüm bunları açıklamaya çalışmak, 21.yüzyılı, gelişmeleri ve
hayatın yalın gerçekliğini, baş döndürücü bilimsel ve teknolojik gelişme ve
değişimleri onların referansı ile anlamaya uğraşmak 19. ve 20.yüzyılda
yaşamaktan farksız olacaktır…
Bu baş döndürücü gelişmeler dünyayı önemli değişimlere uğratmakta. Bunun
farkındalığında olmasak da bu böyle. Birkaç on yıl sonra gelecekte bu nitel
değişimleri daha belirgin görmek değil, yaşayacağız. Tüm bunlar, 19. ve
20.yüzyılın tanımladığı insan, emek ve sömürü ilişkilerini, sınıfın ve sınıf
savaşımlarının da karakteristik olarak yeniden nicel ve nitel olarak ele
alınmasını, yeniden tanımlanmasını, savaşımın yol ve yöntemlerinin, araçlarının,
dünyanın, üretim araçlarının ve ilişkilerinin, emeğin rolünün vb. bir çok şeyin
yeniden tanımlanmasını da gerektiren kapsamlı bir konu. Biz bu makalemizde kripto
paranın ekonomi-politiği ve geleceği üzerinde durmaya, öngördüğümüz ölçüde
aktarmaya çalışacağız.
***
İlkel çağlara dönüp baktığımızda insan denilen canlının,
kendisinden daha güçlü, daha büyük ve daha hızlı bir çok canlının doğadaki
istikrarlılığı karşısında pek şansı yoktu. Yer yüzünde yaşayan bir çok canlıya
oranla biyolojik olarak da en zayıf canlı durumundayken, onu en güçlü en
yenilmez hale getiren aklı oldu. Ve tabi ki o aklıyla ürettiği ve kullandığı
aletler, insanın doğa üzerindeki etkisini ve gücünü de belirledi. İnsanın, deneyimlediklerinden
çıkardığı tecrübeler, tecrübelerin rahminden büyüyen bilgi, bilginin toprağında
yetişen bilim, aklın gücünü ve iktidarını dünya üzerinde kurmayı sağladı. Bu
özellikleriyle dünya üzerinde en gelişmiş canlı olma unvanını elinde tutan
insan, bu koca yeryüzünün ‘efendisi’ de olmayı başardı.
İnsanın evrimsel gelişimi, aynı oranda yaşadığı dünyaya
da önemli olumlu-olumsuz etkilerde bulunmakla kalmadı, evrenin sonsuzluğu
içinde, yörüngesinde bulunduğu samanyolu galaksisine de önemli etkilerde
bulundu. Bu dev (insan) bununla da sınırlı kalmayarak bilimsel ve teknolojik gelişimin
gücü ile, durduğu arz yuvarlağı üzerinden yüzlerce ışık yılı uzaklığındaki ismi-cismi
bilinmeyen gezegenlerin keşiflerinde bulundu, onları izledi, onlar üzerinden uzay
ve zamanın kırılmalarına tanıklık etti.
Bu canlı, tarih sahnesine çıktığında kendisinden büyük ve
güçlü canlılara yem olmaktan kurtulamazken, bugün yerküreye hakim olmuş ve
gezegenler arası yolculuklar yapar duruma gelmiştir. İnsanın bu gelişimiyle
doğa üzerinde kurduğu egemenlik bir gerçek iken, kendi türdeşleri üzerinde
kurmak istediği egemenlik ve hakimiyet mümkün olmamıştır. Türdeşler arasında ki
bu egemen ve hakim olma savaşımı; kendileri gibi yaşam alanı olan doğayı,
doğadaki canlıları önemli oranda yok etmiş, var olanları ise uzak olmayan
gelecekte yok etme tehdidi altına itmiştir. İnsanın insan üzerinde kurmaya
çalıştığı bu egemenlik ve hakimiyet savaşlarının kaynağı; gücü elinde
tutmaktır. “Güç” egemenlik demekti! Egemenlik insanın en temel yaşamsal
ihtiyaçlarının/gereksinimlerinin her birine sahip olmak ve onun (insanın) geçim
araçlarını elinde bulundurarak insan üzerinde hegemonya oluşturmaktı. Bu araçların
en geniş oranda hakimiyetine sahip olan kimseler, insanlar üzerinde de o oranda
‘egemenliğe’ sahip kimselere dönüşmesi demektir…
***
Nebula gazının döngüsünden, güneş sistemine, oradan milyarlarca yıla dayanan dünyanın
geçmişi, bugün jeolojik zamanlardan elde edilen verilerle biliniyor! Dünyanın
oluşumu ve yüzölçümü bir sır değilken, dünyamız varoluşundan bu yana değişmeyen
yaklaşık 510 milyon m² yüzölçümüyle bizlere ev
sahipliği yapıyor. Değişmeyen bu yüzölçümüne karşılık, canlılarda ve özellikle
de insan türünde ki artış oldukça çarpıcı. Tarihsel süreçte dünya nüfusunun
artışı ve değişimi[1]
verilerine baktığımızda 1650 yılında 500 milyon olan dünya nüfusu 1900
yılında 1.650 milyar nüfusa ulaşıyor.
2000 yılında 6 milyar, 2010 yılında 7 milyara ulaşmışken, 2050 yılına kadar ise
12 milyara ulaşılacağı tahmin ediliyor. İnsan nüfusunun bu geometrik biçimdeki artışı, dünya besin kaynaklarının ise aynı oranda ve hızda değişmediğini, aritmetik
biçimde artış gösterdiği gerçeğini ortaya çıkarıyor.
Bu gerçeklik
karşısında insanlar bu kıt kaynakların
verimliliğini arttırmak için bir çok arayışa sürüklenmiş ve bu durum ‘önemli
buluşlara’ vesile olmuştur. Buluşların temeli ihtiyaçlara dayanır. Bu buluşlar insanların kıt
kaynaklara ulaşımında, onları elde etme konusunda belli rahatlıklar sağlamış
olsa da, kapitalist sistem her şeyi olduğu gibi bu kıt kaynakları
(yani bir çok şey gibi yaşamsal gereksinimleri de) doğası gereği metalaştırmıştır. Zira meta; kapitalist toplumun en temel
hücresidir. Yaşam kaynakları insanlar tarafından edinilmesi en doğal ve insani
bir hak olmasına karşın, kapitalizm bu kaynakları bir meta, bir
rekabet ve bir kâr aracına dönüştürmüştür. Belli tekellerin, bir avuç zümrenin elinde
toplanan bu yaşamsal kaynaklar kâr amacıyla
insanlığa pazarlanmaktadır. Alım gücü olmayan milyonlar bu en doğal yaşamsal
kaynaklardan mahrum kalarak ‘yaşamaya’ mahkûm edilmektedirler.
Kapitalist sistem, şekillendirdiği ve geliştirdiği
toplumsal ilişkilerde, yaşama dair her şeyi metalaştırarak alınıp satılır
kılmıştır. Bu yüzden de kapitalizm ahlaksızdır!.. Aristoteles meta’yı
tanımlarken “(…)Sahip olduğumuz her şeyin
iki kullanımı vardır. Biri asıl ve diğeri asıl olmayan ya da ikincil kullanım”
olarak ifade eder. Bu tanımlama Karl Marks tarafından “her meta kullanım-değeri ve değişim-değeri olmak üzere iki yönüyle
görünür” diyerek, metanın iki farklı karakterini vurgular. Metaların kullanım değerinin olması için evrensel
olarak el değiştirmeli, değişiğim süreci içine girmesi”
gereklidir. Yine “Metaların”der Marks “kullanım-değeri, evrensel olarak elden ele geçerek,
değişim-değerleri oldukları ellerden, kullanım konusu oldukları ellere geçerek,
kullanım-değerleri olurlar.” Marks ve Engels, kapitalist sistemin
doğasından ve bu kıt kaynaklar üzerindeki bir avuç kesimin hakimiyetinden doğan
kaynakların dağılımındaki eşitsizliğin yarattığı toplumsal, ulusal ve
uluslararası çatışmayı 19. yüzyılda kendi koşulları içerisinde bir çok yönüyle
incelemiş ve insanlığın tüm değer yargılarının meta’ya dönüştürüldüğü
kapitalist sistemden kurtuluş için başka bir iktisadi sistem geliştirmişlerdir.
19.yy da koca bir ütopya olan sistem, 20.yy da Lenin önderliğinde Bolşevik
devrimi ile dünyada bir ilki başarılan sosyalist iktisat sistemidir. Kapitalist
iktisat sistemi meta ve kâr döngüsü
üzerine kuruluyken, insanı merkezine alan sosyalist sistem gelişmeye başlamış,[5] dünyada iki farklı ve birbirleriyle taban-tabana zıt iki
iktisat sistemi ortaya çıkmıştır. Tarih sahnesine çıktığından buyana günümüzde
bu iki sistemin türevlerini dünyadaki siyasi otoritelerin her biri kullanarak politik açılımlar gerçekleştirmektedir.
Kapitalist iktisat politikası; yukarıdaki
rakamların çizdiği tabloya karşı “çözümü” iki şekilde ele alıyor. Bu
“çözümlerden” biri açık bir şekilde ifade edilirken ikincisi son derece gizil
bir şekilde insanlara uygulanıyor. Kapitalist sistemin dünya üzerinde hızla
artan nüfusa karşı, dünya kaynaklarının yetersizliğinin ‘çözümü’ olarak sunduğu birinci
yol ve onu açık şekilde ifade ettiği şey; GDO’lu ürünler, protein
değeri yüksek böcekler vs. dir! ‘Doğal’, ‘organik’, ‘bio’ vb. besin kaynakları
kapitalist elitlere ayrılırken, laboratuvarlarda katkı maddeleri ve tarım
ilaçları ile, sentetik maddelerle üretilen GDO’lu yiyecekler, çeşitli
hormonlarla günler içinde büyütülen hayvanlar ve böcekler ise insanlara “besin
kaynağı” olarak sunuluyor! Öyle ki; oksijenin dışında tüm yaşamsal
gereksinimlerin, (suyun dahi) kapitalist tekellerin elinde tutuluyor olması,
insanlığın büyük ve acı trajik gerçekliğinin de bir resmidir. Doğaya ve doğal
kaynaklara
kâr hırsıyla sahip olup, onlar üzerinden insanlığa
hegemonya kurmaya çalışan kapitalizm asla yeniden üretilemeyecek bir şeyi;
“doğa”yı katlediyor…
Kapitalistlerin dünya nüfusunun artması ve kıt dünya kaynaklarının ikinci “çözüm” yolları ise daha da
trajiktir. Dünya nüfusunun artışını (dikkat edin niceliksel artışı, gelir
dağılımındaki adaletsizliği değil!) “dengede” tutabilmek için binlerce metot
kullanılmaktadır. Bunlardan bazıları; lokal ve uluslararası düzeyde çıkarılan
savaşlar, GDO’lu “besin”lerin sağlıksızlığı, bin-bir hastalığa yol açması gibi
bilinçli olarak yaygınlaştırılan hastalıklarda yaşamlarını yitirenlerle,
insanların yaşam sürelerinin kısaltılarak dünya nüfusunun “dengede” tutulmasıdır!
Malthus kapanı/kuramı, ya da diğer bir ifade
ile Malthus felaketi!
İktisat politikalarında ve Ekonomideki en popüler, en güçlü ve en kalıcı
kuramlardan biri olan Malthus kuramı ‘azalan verimler kanunu’ fikriyle ortaya çıkmıştır. Ortaya atılan
bu kuramın özeti; insan nüfusunun
geometrik biçimde artması (yani 2-4-8-16-32 gibi katlanarak artarken) ve besin
kaynaklarının da aritmetik biçimde arttığı (yani 2-4-6-8-10 gibi eklenerek
arttığı) yönünde olmasıdır. Dünya üzerinde insanoğlunun genişleyerek ve gezegenin
kaynaklarını hızla tüketerek kaçınılmaz yok oluşa doğru yol aldığı fikri, kapitalizmin
aşırı kâr güdüsü yanı sıra şu üç
nahoş yöntemi uygulaması için yetmiştir: kıtlık, salgın ve savaş. Tek elde
biriken ve tekellerin, baronların, oligarkların denetimine alınan sermaye ve buna
bağlı olarak da temel besin maddeleri, kıtlık teorisiyle insanlar yiyecek
bulamayacak, bir vebaya kurban gidecek. Ya da ‘giderek azalan kaynaklar’(!)
teorisiyle GDO’lu maddeler daha fazla kâr hırsıyla üretilecek, veya kıt kaynaklar için insanlar birbiriyle
savaşacak. Dünya nüfusunun bu yöntemlerle kontrol edilmesi sağlanırken,
kaynakların eşit paylaşımı ve dağılımı hiç bir zaman kapitalizmin bir sorunu
olmamıştır!..
Bu durum,
kapitalist sistemde yaşamsal kaynakların ve gelir
dağılımının eşit bir şekilde dağılmamasının, en yaşamsal kaynaklar olan ekmeğin
ve suyun dahi meta’ya dönüştürülerek pazarlanmasının, çok küçük bir zümrenin bu
kaynakların büyük bir kısmını elinde tutmasından kaynaklıdır. Yani kaynakların
eşit bir şekilde insanlarla paylaşılmamasının bir ürünüdür. Basitleştirirsek,
birine doğal balık yedirirken, ötekine protein için böcek ve GDO’lu ürünler,
laboratuvarda üretilen kimyasal ürünleri yemeye mahkûm etmiş bir sistemdir
kapitalizm. Bu yüzden kapitalist iktisat politikası insani ölçütlerle değil,
azami kâr prensiplerine göre işlemektedir. İşte insanların ne kadar
yaşayacaklarına dahi karar verdikleri bu “çözüm zenginliği” kapitalist iktisat politikasının da bir ürünüdür.
***
Kapitalizm meta sistemidir. Duyguların dahi
metalaştırıldığı, temeli sömürü, kâr ve tüketime dayalı bu sistemde
her şeyin, tüm değerlerin ölçü birimi paradır! Para 5.yüzyılda Lydıa uygarlığı
tarafından ticarette karşılıklı ‘değişim sistemine’
alternatif olarak ve daha pratik, basit ve güvenli olması için değerli madenler
seçilerek basılmış ve yeni bir değişim aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Para, değerli madenlerden; altın ve gümüşlerden basılmıştır. Çünkü; bu
madenlerin kıt ve sınırlı olması hem onları değerli ve kıymetli kılıyor bizzat kendisine dair bir talep oluşturuyorken, bunların üretilmesi ciddi bir emek yoğunluğu gerektiriyordu. Teorik olarak
da bu ikisinin arzı da sınırlıydı. Bu sınırlılık onların değerini arttırırken kendi
içinde de bir değer oluşturuyordu.
Devam Edecek...
[2]
Aristoteles, De Republica, Birinci Kitap, Bölüm IX (I.Bekkeri, Oxonii 1837
yayını) Opera, c.c, s.13 vd.
[3] Karl Marks,
Ekonomi politiğin eleştirisine katkı. Sol yayınları. s.41.
[4] Karl Marks,
Ekonomi politiğin eleştirisine katkı. Sol yayınları. s.57.
[5] Nikitin,
Ekonomi Politik. Sol yayınları. s.362.