H.GÜRER
15 Haziran 2017
“Sosyal medya” paylaşımları
denilen, özünde “sanal alem” olan bu alandaki hastalıklara, yozlaşmaya, kişilik
ve ahlaki tükenişe dikkat çekmek gerekiyor. Bunun için yazı boyunca ifadelendirmeyi
“sanal alem” olarak kullanmayı doğru buluyorum. Zira, “sosyal medya” olarak
ifade edilmesini ise kısmen bir manipülasyon olarak görürken, ifade anlamını
tam karşılığıyla bulmadığını düşünüyorum. Sosyalleşmek orada olmak, direkt
yaşamak, temas etmektir! Mekanik biçimiyle ifade edecek olursak, gözlerinin
içine bakmak, yüz mimiklerini görmek, dokunmak, o an’ı aynı hava koşullarında
yaşamaktır. Canlı iletişimdir. Oysa sanal alemde yalnızca ekrana bakıyoruz!
Türkiyelilerin İnternet ve sanal
alemde zaman geçirme de dünya lideri konumunda olduğunu biliyor muydunuz? Bu durum,
kullanımda ve onca zaman geçirme süresinde, ihtiyaçları karşılama temelli
değil, gerçeği yaşa(ya)mayan, sanal alemde ‘yaşayan’ bir toplumun gerçekliğini
ifade ediyor!
Önce sanal âlem de yapılan
paylaşımların, uzmanlar tarafından bilimsel olarak nasıl yorumlandığına
bakalım. Sonra, kendi hedef kitlemizde ki yansımasını ve nasıl hayat bulduğunu
irdeleyelim.
Sosyal medya da aktif olan bir
çok kimse bu alanda gerçek isimleriyle yer alırken, gerçek kimlikleriyle/kişilikleriyle
yer almıyorlar. O alanı kullanan başkalarına ‘ideal beni’ yansıtıyorlar. Uzman Psikologlar bu durumu gündelik yaşamda
yetersiz, yalnız kalmış, ilişkilerinde başarılı olamayan, problemli, dev egolar
taşıyan, narsist, kendine güveni az kimselerin sosyal medyayı en çok kullanan
kimseler olduğunu söylüyorlar. Bu kimselerin kendilerini sanal alemde ‘zeki,
başarılı, ideal insan, çok iyiyi ve en doğruyu bilen, bilge, düşünür, yazar-çizer,
entelektüel, mükemmel vb.’ şeklinde yansıtma çabaları olarak değerlendiriyorlar.
Bu da karşıdaki insanları kandırmanın, kolayca yalan söylemenin zaman içinde
bir kişiliğe/karaktere dönüşmesini sağlıyor.
Sanal âlemdeki paylaşımlar,
medyanın kullanımı, kısacası her şey insanın referans kriterlerini, baz aldığı
ölçüleri yok etti. İnsanlar, başarının referansını takip ettiği medya
kullanıcılarından alıyor. “Ahmet gibi
Roma’ya gideceğim, Mehmet gibi arabam, Hasan gibi evim olacak, Ayşe gibi
elbisem, Fatma gibi düğünüm olacak” vb. deniyor. Başkalarının gerçek veya
gerçek olmayan paylaşımlarından kendisine ait olmayan hayaller toplayarak bir
başarı kriteri oluşturuluyor. Kendi yaşamından çok, bir başkalarının yaşamı
takip ediliyor.
Günün en az 5-6 saatini (hatta
10-12 saatini) sanal alemde geçiren günümüz insanı, paylaşımlarıyla,
beğenileriyle, yazışmalarıyla muazzam bir benzeşme içerisindedir. Herkes ama
herkes aynı şeyleri paylaşıp beğeniyor. Kimileri ise bu durumu “ben bilgi almak için paylaşıyorum. Bilgi
temelli paylaşımlarım var. Okuduğum makale, kitap vb. şeyleri paylaşıyorum”
diyerek kendisinin bu alanda yer alan sanal alemcilerden ‘farklı’ olduğunu savunuyor.
Bu kimseler esasen kendilerini kandırıyorlar. Örneğin, bir düşünürün, bir
yazarın, yazısını veya kitabını paylaşmak ‘retweet’ etmek dahi ‘bakın
ben de buradayım’ demektir. Hatta ‘benim okuduğum şeyler bunlar, benim entelektüel
düzeyimi görün’ demek, kendini göstermek, ispat etmek, kabul ettirmektir.
Facebook ve Instragram başta
olmak üzere, diğer sanal medyada, hatta WhatsApp, Tango gibi uygulamaların
profil fotoğraflarında dahi kullanılan fotoğrafların anlamı koca bir “ben”
egosunun şaha kalkmasıdır. Paylaşılan fotoğrafların incelemesini yapan
uzmanlar, paylaşımların yarısından fazlasını kişilerin tek kişilik
fotoğraflarından oluştuğuna dikkat çekiyorlar. İnsanların bu kadar çok
kendilerini fotoğraflayıp medyada paylaşması, beğenilme, takdir edilme egosunun
her geçen gün artmasıdır. Öyle ki, paylaşımı veya kendi fotoğrafları az
beğenildiği için psikologlara giden hastaların arttığı bir dünya gerçekliği
içerisindeyiz. Beğenilmeye, takdir edilmeye, olmayan biri gibi kendisini gösterip
önemsenmeye, ciddiye alınmaya, onaylanmaya bu kadar önem vermek temel bir takım
şeylerin eksikliğine işarettir.
Bu narsist ego, gündelik
sohbetlere de yansıyor; “o fotoğrafı, o
yazıyı ilk ben paylaştım, ben şu kadar ‘like’ aldım. Şu kadar ‘beğeni’, şu
kadar ‘paylaşıldım’ oldu” diyerek önemsendiğini, yüzlerce, binlerce insanın
kendisini takip ettiğini, ciddiye alındığını, kendi dünyasında ‘ünlü’ ve ‘tanınan’
biri olduğunu sanıyorlar. Bu da müthiş bir egoya neden oluyor. Bu duygular
süreç içinde değişik ‘mutluluk’ arayışlarına itiyor kişileri. “Herkes beni takip ediyor, ama benim hiç
kimseyi takip etmeye ihtiyacım yok, çünkü herkesin benden öğrenecekleri var,
ben en iyi, en entelektüel, en zekiyim” egosu baskın duygu oluyor. Sanal dünyanın
yarattığı bu ruhsal, kişilik ve karakteristik hastalık gündelik yaşamda da
yerini buluyor. Kimseyle sağlıklı ilişkiler kurulamayarak yalnızlaşmaya
sürüklüyor insanı. Bilişim ve iletişim çağında, insanın yalnızlığının
temellerinden birini oluşturan etmenlerden biri budur.
Gelişen teknoloji insan yaşamında
birçok şeyi kolaylaştırsa da, ciddi bir bağımlılıkta geliştirdi. Ellerde
telefon düşmez oldu. İnsanlar yıldızlara bakmayı unuttu. Yürürken, toplu taşıma
araçlarında yolculuk yaparken, yemek yerken, kafede otururken kısacası her
yerde tüm ilgi telefonlarda toplanıyor. Bu durum, arkadaşların kendi
aralarında, eğitmen ile öğrencinin ilişkilerinde, çocuğun aile içi
iletişimlerinde zayıflamaya neden oluyor. Kimse birbiriyle yeterince zaman
geçirmiyor. Zamanın çoğu dijital araçlarla geçiriliyor. Sanal alemde geçirilen
zaman, reel yaşamdaki bağı koparıyor. Uzun yıllar birbirini görmeden, herhangi
bir paylaşım yaşamadan sürdürülen yapay ve sanal ilişkiler ortaya çıkıyor.
Sanal alem üzerinde kurulan
ilişkilerin önemli çoğunluğu, aldatmaya ve yanıltmaya dayalı ilişkiler oluyor.
Zira gerçek kişilik değil, ‘ideal ben’ ile kurulan ilişkiler. Yani
karşındakini aldatmaya, kandırmaya, yanıltmaya dayalı ilişkiler kuruluyor. Reel
iletişimin yerini alan sanal iletişim, birçokları tarafından ‘daha sosyal’ olunmakla
ifade edilse de, esasen tam tersi, gittikçe yalnızlaşıyoruz.
Örneğin, hiç sesini duymadığınız,
yüzünü görmediğiniz insanlara duygusal bağlılık başlıyor. Saçma ama gerçek.
Çünkü sanal alem sizi önce yalnızlaştırıyor, sonra bu yalnızlığınızı, tekil
halinizi aşmanız, ruhsal boşluğu doldurmanız ve kendinizi yalnız hissetmemeniz
için yazıştığınız karşıdaki kişiye duygu beslemenize neden oluyor. Bu alanda
kurulan ilişkiler ve sanal alemin verdiği rahatlık ile aldatmalar daha yoğun
yaşanıyor. Süreç içinde aldatmak sıradan bir eyleme dönüşüyor.
Sanal âlemde tüm bu
yaşanılanların yanı sıra, kişiler de dikizleme kültürünün geliştiğini söyleyen
uzmanlar; “İnsanlar, kim nereye gidiyor,
ne yapıyor, ne yiyip, ne içiyor diyerek birbirini dikizliyor.” diyorlar.
Araştırmalar, bu kişilik bozukluğunun oranını %60’lara vardığını açıklıyor. Bu
durum yalnızca bir kişilik bozukluğuna yol açmakla kalmıyor, sevdikleriyle,
takip ettikleriyle kendi yaşamını kıyaslamayı, onlardan geriye kalmamayı, aynı
şeyleri yapmak için kendini paralamayı getiriyor. Aynı şeylere sahip
olunamadığında ise derin bir mutsuzluğa dönüşüyor. Başkalarının sahip
olduklarına sahip ol(a)mamak, bunu da her eline telefonu aldığında, bilgisayarı
açtığında yeniden-yeniden görmek, tanık olmak, geride kalma duygusunu
yaratarak, ezikliği, hiçliği, eksikliği, başarısızlığı, iç dünyasında kırılmayı
getiriyor. Yani, ne kadar dikizliyorsa o kadar kendisi ile kıyaslama, o kadar
huzursuzluk, o kadar kendini paralama ve o kadar mutsuzluk oluşuyor. Sürekli
bir rekabet, sürekli sahip olma, geride kalmama kompleksi.
Yazımızın ikinci kısmında
değineceğiz ama buraya not düşelim. Ki, yazının ikinci bölümüne kadar bir
manipülasyona maruz kalmayalım. İnsan teknolojiyi yapar, teknoloji insanı
geliştirir. Bu karşılıklı gelişim döngüsü bilimsel, bilinçli ve ölçülü yaklaşan
topluluklar için geçerlidir. Bu ölçütlere sahip olmayan topluluklar için tam
aksidir, yıkıcıdır! Yukarıda yazdıklarımız, kullanılan sanal medyanın
bilinçsizce ele alınmasından kaynaklı oluşan kimi olumsuzluklardan yalnızca
küçük bir kısmıdır. Keza, yazımızın diğer bölümünde bunlara değinmeye devam
edeceğiz. Burada işin olumsuz yönünü ifade ederken, insanlığa kattığı birçok
olumlu yönünü yadsıdığımız düşünülmemelidir. Aksine, insanlığa katkılarını,
yaşamda sağladığı kolaylıkları saymakla bitiremeyiz. Ancak bu yazı da ki amaç,
yayılmakta olan olumsuz yönlerine dikkat çekmektir. İletişim teknolojisini
kullanmayalım demiyoruz. 17.yy’ın ilk çeyreğinden başlayan ‘makine kırıcıları’
gibi teknolojiyi ret edelim de demiyoruz. Bilinçli ve ölçüsünü bilerek
kullanmaktan bahsediyoruz. Çünkü bu şekilde bir kullanım, bu alanda daha
etkin, daha nitelikli ve daha yaratıcı şeyler geliştirmeyi mümkün kılacaktır. Kendimizde
bir ölçü yaratmadığımız halde, yetiştireceğimiz çocuklarımızda bunun ölçüsünü
tutturmak mümkün olmayacaktır.
Devam edecek…